karışık kaset

Blogdaki ayarsız adamlı video silsilesinden tiksindim resmen. Böyle söyleyince de her yazıya adamlı video koyuyormuşum gibi, sanki açmışım gibi böyle şeylere. Aç değiliz açıkta değiliz. Ne bağlamda? Olmadı değil mi. No.

Pop Saati'nin neredeyse benimle yaşıt olmasını ne yapalım peki? Bence Hakan Peker ve Pınar Aylin'den sonra Türkiye'nin Benjamin Button'lığına Erhan Konuk gelebilir. İlk üçe oynar gibime geliyor. Bence hiç bitmesin.

Pop Saati | alkislarlayasiyorum.com



Ya şimdi böyle de söylemek istemiyorum. Rock Market vardı bilir misin? Lan ne beklerdik onu gece izleyebilmek için. Bir jenerasyonu tümden kaliteli müzik konusunda bilinçlendirdiler o programla. Trt'nin adam akıllı işler yaptığı dönemlerdi bunlar. Aynı dönemler dedemler TSM dinletilerine gider bize de el sallarlardı, ayrıntımı öpsünler, ondan sonra bozdu işte. Ben bu ara ne salladım di mi TRT'ye. Leyla ile Mecnun olmasa ben daha neler ederdim de dua edin siz. YA NEYSE! Geceleri başladı mı abime hayvanlar gibi bağırırdım, "aaağbiieeeee rakmarket başladııııııaaaağ" şeklinde. Sonra kafama terlik yedim. La dedim herhalde gece olduğundan ötürü. Sonra yanına koşmaya başladım, o zaman da abim şey yapıyordu, kızıyordu yani, "nebaarıyonlan!" şeklinde. Beni çok bastırdılar bu evde, bi tarafım ezik büyüdüm ben. Yok lan ne ezilicem, adamın aklını alırım. Başlarda abim gelirdi, izlerdik falan. Sonra ben bunu haber vermeye devam ettim her seferinde ama abim gelmemeye başladı. "Tamaaaam." derdi içerden ama gelmezdi. Çünkü bilgisayar, internet, Numan'dan alınmış karışık çekme kasetler, Blue Jean'in verdiği cd'ler falan derken, Rock Market'te çalanlar o kadar da orijinal değildi artık onun için. Ama benim için öyleydi. Çünkü tamam, açar cd'lerden falan izlersin klipleri, o imkan var evde. Biz deli arşivciyizdir de. Yani o imkan var ama onu o gecenin bir vakti televizyondan izlemek, seninle birlikte başkalarının da izlediğini düşünmek falan, o programın bir havasının olması, daha o yaşında genç kız anket defterlerine izlediğiniz program bölümüne ROCK MARKET HELLYEAH FUCKYO falan yazmak, inanılmaz heyecanlıydı. O sonuncu yok, ya da var ne biliyim lan ben şimdi. Biz büyüdük ve kirlendi dünya lölölö yapmayacağım merak etme. Abim sallamasa da ben izlemeye devam ettim. Ah ulan rakmarket. Bak müziğini de buldum.



Sonra ne halt yemeye yaptılar bilmiyorum ama Rock Market bitti. Allahım ben nasıl çıldırıyorum ama, nasıl bitiyor ya rakmarket! Lanedemekrakmarketinbitmesi! Amerika'nın bir oyunu falan bence............... Hala çok sinirliyim. Sonra Çıngırock mı ne, öyle de kolpa bir isimle aynı şeyi yapmaya çalıştılar ama YEMEZLER. Yürrrüüüüü! Ayıp denen bir şey var be. İki damla heyecanım vardı onu da aldın götürdün Trt. Sonra Rock Market Tv8'de devam etti bir süre, Hicri, Aptülika falan da vardı işin içinde. Ama yok be gülüm, eskisi gibi olur mu. Şener Abi'nin hatrı da bir yere kadar.

Bir keresinde Graveworm'un bir şarkısını yayınladılar hatırlıyorum, aklımı oynattığımı da hatırlıyorum, böyle masaya çıkıp oradan halıya balıklama atlamış falan olabilirim. Öyle bir his. Lan bir kere de otobüsle Giresun'a abime gidiyorum, o zaman da otobüslere bu müzik dinlemek falan için ekranlar konulmuş, herkesin koltuğunda bir tane var. İster film izle, ister müzik dinle. 11 saat yol nasıl geçecek lan diye hayıflanırken bir bakayım dedim, nedir, ne değildir. Ve gördüğüm manzara ile şoke oldum. Bak sana şöyle göstereyim hatta:

Şu ekranla karşı karşıya kaldım. Hayır bir önceki ekran böyle Sertaç Ordar'la falan dolu bir playlist. Bu böyle. Graveworm. Arkadaş ben çıldırmayayım mı. O hep kekleri falan mundar etmişim ben, molada muavin kolonya çaldı suratıma da anca kendime geldim. Kendine gel bunlar olacak, dedi. Ben 11 saat nasıl gittim hiç bilmiyorum.



Konu nasıl Graveworm'a geldi, onu hele hiç şu an çözemedim.

Dün de kanalları hızlı hızlı geçerken, KanalD'de bir dizinin öyle bomba bir repliğine geldim ki içtiğim ilaç burnumdan kapsül olarak çıktı, öyle bir güldüm. Oğlanla kız oturuyor bir bankta, kız kalktı bir hışımla gitti, oğlan da arkasından bağırıyor " git babanın bağkuruyla hormonlarına baktır!" diye. Ya hasta mısınız o nasıl replik arkadaş, öldürdü beni gece gece ya. Ahahha.

Ahahhanelanadamgibigülgüleceksende!

Az önce bir canparesiyle konuşuyoruz, tırnak mendilini hatırlattı bana. Tırnak Mendili! Hatırlayan var mı. Her Pazartesi tırnak kontrolü yapan nevrotik örtmenlerin icatları hep bunlar. Ama Türkiye'nin her yerinde bu uygulamanın yapıldığına dair kesin ve keskin bilgiler var elimde, Milli Eğitim Bakanlığı'nın aklı mı karışmış acaba? Neyse, her Pazartesi kesilmiş, tertemiz tırnaklarla gelirdin, ve hoca kontrole başladığında o mendille beraber gösterirdin ellerini. O mendil de temiz, ütülenmiş, gömleğin cebinde hazırolda beklemeliydi. Allahıma bin şükür hiç başım öne eğilmedi sınıfta. Hep gururlu biçimde elimi uzatıverirdim mendilin üstünde. Ama şunu bir okuyun. Tırnak mendili deyince de bir mide bulantısı oluşmuyor mu sizde de? Tırnak pidesini n'apalım o zaman? Susaymışım iyiymiş de.

Ben bazen dünyanın en meşe odunu olmaktan ötürü kendime inanamıyorum ve şu an bu cümlenin öğeleri hiç umrumda değil. Şimdi arkadaş, belli şeylere paramı harcamayı seviyorum. Tamam. Ama bazen, birşey alınacak olduğunda, ya da birisi bir şey alırken, o an geliştirdiğim ikna mekanizmalarını benim aklım hayalim bile almıyor. Mesela geçen gün abim xbox alalım dedi, ben de neden dedim. Mesela normal şartlarda bu soruyu sormamam gerekiyor burada. Ama o da saçmalığımı mazur görüp cevap verme erdeminde bulundu. Oynarız dedi. Oynanan birşeymiş demek ki dedim ben de. Sonra ekledim, biz tüplü televizyon sahibi insanlarız, nereyealıyon? O da dedi ki o zaman bir de plazma alırız. He. Bizim Satın Alma Gücü Paritemizi ben size şöyle anlatayım: Alamayız. Öyle bir paritemiz yok bizim. Neyse dur, ben de dedim ki alıp napıcaz? Bir tarafımıza sokucaz cevabını almaktan çok korktum ama o sadece bakmakla yetindi. Ve ben ekledim. Televizyon izlediğimiz mi var? Böyle buyurdu zerdüşt. Yani eğer alabilecek olsaymıştı abim, ben ne biçim argümanlarla mal sahibi olma şansımızın önüne geçecekmişimdi.

Ya da geçen gün bir arkadaşım telefon bakıyordu Vatan'da. Yanaştım yanına, dedim ki nabıcan telefonu. Bak soruya bak. Yine yukardaki edepsiz cevabı alacak gibi oldum ki, o da oluruna bırakıp telefonun özelliklerini saymaya başladı. Vay efendim internet de kamera da piksel de kıl da yün de bir ton şey. Eee? dedim. Onları her dakika da yapmayıver, ulaşamayıver dedim ya. Arama fonksiyonu olan birşey alsan olmuyor mu dedim. Sonra süpervayzır kolumdan tuttuğu gibi beni bir savurdu dışarı. Sen dedi benim satışlarımla mı ekmeeemle mi oynuyosun dedi. Teknosa'dan mısın lan sen? dedi. DIŞ MİHRAKIM LAN BEN dememle kafayı bi koydum buna. Piçebakbananasılçemkiriyola! Sonra arkadaşım telefonu aldı, ben de eve gidene kadar oyun oynadım. Öyle de bir insanım.

İşte durumlar böyle genco. Al sana bir de şöyle bir güzellik yapayım.

Ooo başkan n'aptın ya?! Dur dur çok yaklaşma, hastayım.

Olum öyle böyle değil, fevkalade hasta olmuşum ben haberim yokmuş. Başlarda benim kronik boğaz ağrım sandım. Mutlaka her sabah boğazım yanar benim, bi' yarım saat falan konuşamam. Öyle pis. Ama bu daha betermiş. Önce boğaz, sonra baş ağrısı ki galiba migrene yolu var. Sonra da grip gibi salak salak belirtiler.

Sonuç olarak iki gündür falan yataktan çıkamadım. Azıcık hareket edeyim, hayvanoğluhayvanın biri gelip kafama balyozla vuruyor arkadan. Bir yakalarsam var ya...




Tüm uyuzluğum boyunca bana yoldaşlık eden tek kedi.





Zamansız gelen bu hastalık beni televizyona itti. Bol bol yatıp ağzım yarı açık televizyona baktım. Bu esnada Fransa Ulusal Meclis'i "Soykırımı İnkar Yasa" tasarısını kabul etti. En önemli olayım buydu. Konuyla ilgili her programı her haberi izledim. Bunları belki başka postta paylaşırız.

İşin garip yanı, Fransa'ya uygulanacak yaptırımların sadece diplomatik alanda olmadığı. Tamam boykot ediliyor, mallarını almıyoruz, ağız dolusu küfür ediyoruz falan, çok sinirliyiz. Ama bunun medyaya yansıyan kısmı beni benden aldı. Şöyle ki, Biscolata reklamlarını bilmeyeniniz yoktur. Bilseniz bile bir daha izleyelim bence. Evet evet.



Bu Carlos.



Bu sevimsiz Enrico.



Bu da iki gözümün çiçeği Jean François.

Şimdi hocam, tamam kızgınsınız Fransa'ya ama, reklamlarda sadece Carlos ve Enrico'yu gösterip, Jean François'yı çıkarmanız hoş olmamış. O kadar da delirmeyin. Adam sağlık diliyor, ne kinciymişsiniz lan!

Bir de Trt1'de hemen yayın akışını değiştirdikleri çok açık. RUANDA OTELİ BU AKŞAM 22:00'DE! diye çok hırslı bir tanıtım yapıldı hemen. Filmi izleyenleriniz var mı bilmiyorum, ama güzel film, izleyin. Ama hemen böyle Fransa'ya gönderme yapar gibi, "soykırımsa, al sana Ruanda!"diye filmin yayınlanması, bir enteresan.

Benim bilinçli medyam(!), işini bilir.

nane likörü

Bilgisarayı kamerasından kendi fotoğrafını çekip de sanki kendisi çekmiyormuş gibi uzaklara uzaklara bakan adam ve kadın kişiler. Ne acayipsiniz ya.

Eskiden fotoğraflarda gülünmezmiş. Gülümsenmezmiş daha doğrusu. Hey gidinin eskileri, bir bakıyoruz fotoğraflara, herkes biyometrik, herkes Berlin duvarı. O durumdan, şimdiki afedersiniz yavşaklığa nasıl geçildi, hiç anlayamıyorum. Cıvık müdürüm afedersin. Yine de fotoğraf çekinirken gülen insanız, fazla sallamayalım şimdi.

Arkadaşıma doğum günü için birkaç hediye aldım. Hevesle açtı ve "bundan bende vardı ya neyse olsun" diye geveledi. Böyle hiç yüzü falan da kızarmadı, pişkin pişkin söyledi. AYIP AYIP! Varsa da söylenmez, ne beni rencide ediyorsun orada. Alıp kafanda parçalardım da doğmuşun o kadar, benim asabımı bozma. Zaten yükümlülüklerini yerine getirmeyen de bir insan kendisi. Muhteviyatı yüzde doksandokuz maneviyat olan sürprizlerden bir daha ___ görürsün sen. ___. Üç harf, jokersiz.

Geçen yazılardan birinde, bir soğandan bahsettim. Grip çekiyor soğan. Annemin bi' bitirme tezi bu. Mikrobu sünger gibi çekiyor, sen de grip olmuyorsun. Böyle bişey. Neyse bugün çıtır çıtır ses geliyor odada bir yerden. Nasıl tedirgin olduğumu ben sana kelimelerle ifade edemem. Aklım çıktı, odaya bişey girmiş dedim ya. Hayır evde de kedi var. Ama işte ondan da bahsetmiştim o yazıda. O da kedi gibi değil. Kuş, fare falansa eğer umrunda olmaz yani. İçgüdüsüz yaptırdık sanayide. Neyse, aradım taradım. Bi' baktım, soğanmış. Sen kabukları, dış çeperi çatla bunun, çakal gibi de filizlen. Oradan böyle yukarı doğru uza git. Şu an resmen grip çiçeğim var evde. Ve takriben bir senenin falan grip mikrobu var içinde. Uyuz olduğunuz biri varsa, yirmi kağıda okuturuz. İçime bir Çıkrıkçılar Yokuşu esnafının kaçtığını görür gibisiniz değil mi?

Hastalıktan korunmasını bilen, onu başkalarına gizlice aşılamasını herkesten iyi bilmez mi?

Sokrates

Doktorlara söz hakkı doğdu, hattımızda Kutsi var. İşin komik tarafı, bizim aile hekimimizin adı da Kutsi. Aman diyorum Ebru, tut şu çeneni. Tut şaka yapma. Adam işin kurdu olum, verir mikrobu virüsü gizliden, Allahını şaşırtır adama valla.

Ben bazen odamı toplarken çok utanıyorum ya. Yani olmadık şeylerin olmayacak yerlerden çıkması. Benim mi Allah'ım bu çirkin oda diyecek oluyorum. Iyy ne biçim yığmışım yine o koltuğun üzerineee. Bi'gün o yığıntının kıpırdadığını gördüm de aklımı oynattım o saniyede, aha dedim, üç beş harfli artık ne geldiyse bişey musallat oldu. Sonra bi burun çıktı içinden. Hardalmış lan. Hayvan içine sığınmış o elbiselerin. Bayaa sığınak yapmışım bilmeden, çantadan kapısı, kapşonludan oturma salonu var içinde.

Gardrobun üzerinde de türünün tek ördeği bir organizma yetiştiriyorum. Tozdan yaptım.

Bugün bir arkadaşıma frikikin Free Kick'ten ofsaytın Off Side'dan ve nakavtın da Knock Out'tan türediğini öğrettim. Beni yaşam koçu ilan etti. Yarınki dersimize kelime arıyorum.

Bu hafta sabahlara dek kütüphanelemek farz olduğundan, cebimdeki son kırıntıları da buraya dökeyim dedim. Görüşemezsek çok selamlar dayıngillere. Şunu da yolluk yapın yanınıza. Bilmiyor muyum ben sizi, hepinizin son teknoloji empiüçünüz neyiniz var. Denyoluk yapmayın, kimsede yokken bende discman vardı. Dağılın şimdi. HAVALARA BAK YA!

My Father's Son by Joe Cocker on Grooveshark


Bu böyle gece dinlemelik. Uzun yol şarkısı.




Bu da böyle delirelim, çıldıralım deyi.

Hadi gadalarını aldıklarım. O da neyse artık.

çok şey bi' insansın.

Mentor Palmastro ile konuştum, haberler iyi.

-Her zaman düşüncelerine önem ver.

-Hayal kurmaya devam et, bu hayalin gerçekleştiğini görebilirsin.

-Riske girmekten korkma, tedbiri de ihmal etmeyi unutma.

-Her zaman kararlı ol, kararsızlık sana zarar verebilir.

-Karşılaştığın zorluklar karşısında pes etme, bunların üstesinden gelmek gurur vericidir.

Bunları söyledi bana. Aşk/Sağlık/Para endeksi de 8/5/9 çıktı. 10 üzerinden.

Lan sanki böyle şeylere pabuç bırakan biriymiş gibi gittim, soktum elimi ağzına... Tabii böyle söyleyince çok kötü oldu. Önce ben ne halt olduğunu anlatayım. Mentorumuz Eski Yunan akıl hocası sanırım. Şuradan bakarsanız, nasıl birşey olduğunu görürsünüz. Neyse işte, 1 TL atıp, elini okutuyorsun, sana 1 dakika içinde böyle bi' döküm çıkarıyor. Saçma ötesi, ama işte "yalan söylersen elini geri vermiyormuş lan!" gazlarına gelip deneyeyim dedim. Elimdeki kağıda bakakaldım ha sonra da. Nasıl yuvarlak, klişe cümleler yazmış gözü kör olmayasıca. Halbuki umut bağladımdı.(!) Neyse yine de ben endeksi göz önüne alıp biraz hareketleneyim. Ehm.

O adrenalini yaşadıktan sonra yine bir Cuma sineması yapalım dedik. (Bugün günlerden ne olduğunu biliyorumi şaka yapmayalım.) Efenim, filmimiz Tehlikeli İlişki idi. David Cronenberg yönetmiş, Keira Knightley ve bir kaç adam oynamış. Neden öyle dedim, çünkü Knightley döktürmüş, sadece replik okuyarak oyuncu olunmadığını bir kez daha anlamış bulunduk. Konusu nedir, Sigmund Freud ve öğrencisi Carl Jung, gerek görüşerek gerekse mektuplaşarak psikanalizin temellerini atarlar, bu esnada Carl Jung'un bir hastası, Sabina, bu temellere büyük ölçüde yardımcı olacak, sonrasında kendisini de iyi bir yerde bulacaktır. RESMEN DVD KAPAĞI ÖZETİ YAZDIM YALNIZ, ben bunu okusam gitmek istemem şahsen. Ya, Freud'a dair değişik noktalar falan var filmde, gidebilirsiniz, zaman kaybı olmaz. Kırbaç sahnesi var lölölölö yapanlara da kulak asmayın, onlar 13 yaş altı izleyici kitlesi. (Doğuş'tan geliyor: bunlar babadan oğula böyle bunlar babadan oğula tpüh!) Neyse, sırada Sherlock Holmes II var, gelmek isteyen haber versin.




Ama bi' an ciddi ciddi paylaştığımı düşündünüz. Ama itiraf edin. Etmezsen etme lan Allah Allah.

ÇOK HAVALI DEĞİL Mİ?! Yüzü gözü olmayan, işi gücü de olmayan kızların fotoğraflarını paylaşıyorum şu an, aman Allah heyecandan ölmek üzereyim. Tumblr mı açsam acaba. Evet açsam ve sabahtaaan akşama kadar ayaklarını içeri doğru çarpık (tıpkı şunun gibi) tutup çeken kızların ayaklarını paylaşsam. Allah'ın gerizekalıları ya...

"O çürük elma Newton'un kafasına düştüğünden beri yaşam korkunç ağır."
-Taze Açan Nilüferler (Water Lilies in Bloom)

Geçen haftalarda Gezici Festival vardı, çok da güzel bir programla geldiler. Bir halt izleyemeden geçti gitti. İlk gün gittiğimiz Kısa İyidir gösterimindeki bir filmden alıntıdır bu söz. Dünyanın en güzel burunlu insanına film esnasında ajanda çıkartıp yazdıracak kadar etkilidir. Ben de çok beğendiğim filmleri arattım, bir tek bunu buldum:



Red, Stop! Green, Go! diyor nezarethanede, sonra ben Almanca bilmem, vay ben görmedim...

Gözüm yanıyorken uyumaya neden direndiğimi hiç bilmiyorum bazen.

Bir de şuna her gün en az 8 dakika gülüyoruz :



Ama 0:20'den itibarenki ilk 5 10 saniyeye. Her boka aynı tepkiyi vermeye başladım.

Sonunda çok samimi bir arkadaşım profesyonel bir fotoğraf makinesi aldı. Sonunda benim de arkası flu önü net fotoğraflarım oldu. Şu an basınla paylaşmıyorum, belki ilerde çocuklar iyakşamlaar.

İşte başka da canının sağlığı be, vallahi. Zengin içerikli ve saçmaötesi bir postu da burada sonlandırayım. Allahaısmarladık: Alasmarladık: Alasmaladık: Almasa mıydık? Allah diyen aslan. Hadi öptüm.

Morning Train by Sheena Easton on Grooveshark

mimmimimimikrofonşov

Selam'aliküm.

Hayvanoğluhayvan bir haftanın daha sonuna geldik. Canımı da al kurtulayım Hacettepe!

İt.

Çok afedersiniz. Küfür olmasa bile kaba konuşacakken, cümlesinin başına "afedersiniz" koyan insan yok mu. Ah o yok mu. Yok mu hakikaten artık? Çkttlsn. Mesela şey diyecek. Terbiyesiz diyecek. "çok afedersiniz, terbiyesiz!" diyor. Fransız dadı yoktu bizde tabi, Ayrancı çocuğuyuz lan biz! Yoo çok da değiliz aslında.

Ee, sen n'abıyon? Yorum bırakmışsın görmedim sanma. Mimlemeler falan. Hayır bir de nasıl... Ya ben sana işin aslını söyleyeyim. Ben mim konusunda hiç iyi şeyler düşünmüyorum. İllet oluyorum mim. Mim de mim. Nelamim?! (7 harf, jokersiz: Melamin) Ama sizi kırmak istemedim. İkinizin mimini karıştırıyorum hocam. Sonra yok ben duymadım, ben görmedim...

Kısaca fd adamı diyor ki, alfabeden harf seç, al o harfi, sıradan üç beş kelime seç, üçün beşin lafını etme hayvan herif diyor. Sonra o kelimeler üzerine birşeyler yaz diyor.

Larien de diyor ki, kendin hakkında diyor 7 gerçek.

Ben de bu ikisini karıştırıp kendi postumu yaratan fırsatçı bir düdük makarnası oluyorum. Mim zincirinizi de çok afedersiniz kırıyorum. Evet.

K baştan say!

Kırtasiye: Tanıştırayım, bu benim takıntım. Aklımı çıldırıveriyorum bir kırtasiye gördüm mü. Hiçbir şey umrumda olmuyor o esnada. Evde beş milyar kalem varsa da, biraz daha almakta bir mahzur görmüyorum mesela. Kağıt olsun, defter olsun, bant, ataç, silgi, uhu, zımba teli, !'+^&%/(/)O%. Kırtasiye malzemelerine de kokularına da, eve gelince onları yerleştirmeyi de kullanmayı da çok seviyorum. Almasam da gidip tezgahtaki bütün kalemlerle tek tek deneme yapıyorum boş kağıtlara. Ama asla adımı yazmam. Sonuçta adım benim o. Bi'şey olur molur da. Beni bilen bilir lölölölö yapmayayım, en iyisi bi' gün beraber gidelim.

Kronik grip: Yılda 2 defa olmak üzere, bir kışa bir de bahara girerkene grip olurum ben. Ama salgından değil. Etrafımda kimse grip olmasa bile, bir gün ağzım burnum tıkalı uyanırım mesela. Lan hep de sınav dönemine gelmesin mi? Tam konsantre olayım, kitaba dalayım diye kafamı eğiyorum, sen bütün vücut sıvım burnumdan gel. Tam anlamıyla burnumdan gelir. Evet böyle olur. Bi' de her seferinde acımasızca burnumu silerim ki böyle yara olsun da hayat boyu yansın dursun diye. Bir de enteresan olarak benim odamda hep bi' soğan var. Tepede duruyor. Annemin şeyleri işte, ne bileyim ben. O soğan orada durunca mikrobu çekiyormuş, bak o soğanı koyduğundan beri hasta olmamışım falan. Doğru mu ne acaba? Abim her kavga ettiğimizde soğanı kırar atarım odanın ortasına diye tehdit ediyor. Evdeki soğanlarla terörist saldırı gerçekleştirebilirim.

Kareli gömlek: Gömlek seven insanım. Herkes gömlek giysin istiyorum. Kendimi içinde rahat hissettiğim iki şeyden biridir. Diğerini söylemeyeyim de kudurun. (sie lan çok da umrumuzdaydı.) Neyse öyledir yani. Gömlek severim, ama severim diye de bokunu da çıkarmayın.

Kilo: Alışveriş yaparken şu cümleyi kurmam nadirdir: "Bu büyük geldi, bunun bi' küçüğü var mı?" Artık sen ordan şey yaparsın.

Kedi: Benim kedi niyetine beslediğim bir hayvanım var. Hayvan oğlu hayvan. Kedi de değil büyük ihtimalle. Koyun. Gizli koyun. Ama aynı zamanda veteriner hekiminden onaylı, "asabı bozuk"bi' arkadaşımız. Sevdirmez, oynatmaz, siyah giydirmez, uyutmaz, bi' rahat bırakmaz. Azarlarsan üstüne yürür, bağırırsan o da çemkirir hemen, odanın kapısını kapattırmaz, kapattığın anda alttan alttan tırmalar, o kapı açılacak. Tuvalete onsuz gidemezsin, kumuna işemez, lavaboyu kullanır. Suyunu da taze kaynağından içer, öyle tastan tabaktan içmez. Kalktığın anda oturuverir koltuğuna, yatağın orta yerine sırt üstü yatar da umrunda olmaz. Evde dikey duran ne varsa tırmalar. Her yeri kıl eder. Beni de kıl eder. Yemek beğenmez,yer yer doymaz, ders çalışırken gelir kitabın üstüne tüner, kalemlerimi yere atar, top atarsın koşar getirir, uyurken de bir traktör taklidi yapar. Piç ya. Adı Hardal kendisinin. Olduuu.

Kumla: Adını kimseciklerin duymadığı caanım belde. Bursa'nın en güzel yanı. Dedemin adam ettiği bir yazlığımız var orada, küçükken her sene giderdik. Hayatımda güneye tatile gitmemiş olmamdan mütevellit, bende ayrı bir yeri vardır. Arkadaşlarımın yaş ortalaması 65'tir. Sahilde zayıf insan yoktur. O sebepten gözünü sevdiğimin habitatında, kendimi inanılmaz mutlu hissederim. Akşamları yalı boyunca yürür, çay içer, geri döneriz. Sabahları balıkçı teknelerinin sesiyle uyanır, yalı boyunca yürür, karaköy böreği yer, geri döneriz. Yemişim Antalya'sını ya. Dedeeee! (Lan bugün de Dedemin İnsanları'nı izledim. Harika. O Ege samimiyeti, o konuşmalari o karakterlerin uyumu. Çok eğlendim. Benimsedim. Çetin Tekindor, sana hiçbir şey demiyorum.)

Koku konusunda inanılmaz hassasım. Kötü kokuya tahammülüm sıfırdır, güzel kokan şeyler beni mest eder. Helva kokusunu, kitap kokusunu, Vernel'in mor yumuşatıcısının kokusunu, annemin kokusunu bi' de ekmek fırını kokusunu çok severim. Genel kanı aksine bebek kokusu beni cezbetmemektedir. Ne var arkadaş?

Küçük tansiyonum biraz yüksektir.

Henüz kızamık olmadım ve korkmuyor da değilim.

Gerektiğinde küfür ederim. Irsi bir durum, önüne geçemiyoruz.

Kısa kesilmesinden yanayım. Netlik iyidir. Lafı dolandırmayalım, vaktimiz az, harekete geçelim, arkayı beşleyeyim.

Yazdığım yazıdan zerre keyif almadım.

Şunu kabul buyrunuz: Kıps*

*son günlerin tirendtopiği.

Aldığım kitabın, defterin arkasındaki fiyat etiketini sökmeden rahatlayamıyorum. O hele, bir kenarını tırnağınla kaldırıyorsun da yumuşacık çekiyorsun, geliyor da bir yerde yapışkanlı kısımdan yırtılıp elinde kalıyor ya, arka kapakta da hayvan pisliği gibi bir beyaz kağıt parçası. Ha işte o anın da o haysiyetsiz etiketlerin de Allah bin belasını versin. Sonra o yapışkan kalan yer kirleniyor falan da oralara girip kimseleri boğmak istemem, aman sen koru yarabbi.

Sinemaya gidecek oluyorsunuz ve bir ses geliyor. "Tıvaylat'a gidelim." Duyar duymaz ahahohaohahohoh şeklinde gülüyorsunuz. Ama arkadaşınızın suratına bakınca, onun ne kadar ciddi olduğunu görüyorsunuz. Biraz daha ahohoahah ama bu sefer daha buruk. Çünkü ciddi. Sonuç olarak ikiye ayrılındı. Simli vampir sevenler ve "George Clooney var oluum"cular. Eğer gece sinemasına gidelim, bi' değişiklik olsun derseniz Zirveye Giden Yol'u öneririm. Simsiz. (Yarın da Gezici Festival'e ilk adımımı atacağım, bedavalı olarak. Daha çok önerim olacak yani.)

Otobüs beklerken üşümeyelim diye kahveyle çıkıp gelen insanlar var buralarda. Biz daha ölmemişiz.

Otobüs durağındasın. Hıphızlı (böyle pekiştirilebiliyor mu acaba), bir araba çok çok hızlı geçiyor diyelim. O arabanın arkasından kafasını döndürüp uzun süre bakan insanları topla şimdi. Onu bi' kenara koy. Şimdi de otobüstesin diyelim. Bir kaza olmuş, kazaya dikkat kesilip kafayı 180 derece döndürüp bakan insanları da topla. Kaç etti. Heh, şimdi duraktaki elemanlarla bunları topla, ikiyle çarp. Tuttuğun sayı 27!! Ama sayı tutmadın. N'aber? (Neyi ikiyle çarparsan 27 bulursun?- Bir yumurtayı sütle çırparak. (Bu son yazdığıma dair bir şeyler bilen varsa, onun evinde süt içerken şarkı çaldığı iddia edilen nuhun gemisi fincandan da vardır bence. baybay.))

"Moda olan kavramın içi boşalır." - Ioanna Kuçuradi

"Murat Gülsoy: Her dönem ana akım yazarlar modernist, deneyci, yenilikçilerden farklı bir yerde duruyordu, daha ticariydi. Ama bu dönem kategorilerin eriyip tek bir alana, ana akıma indiği bir dönem oldu. O alan nedir? Migros'taki kitap rafıdır aslında, tam anlamıyla odur. Yani orada gördüğümüz şey ana akımdır ve çok nadiren değerlidir.

Selim Eyüpoğlu: Goethe'nin Faust'u da vardı mesela.

Kaya Genç: İki liraya!"

"Bilmemnenin Sırları" diye kitap yazanlar, annemin size bir haberi var: söyleme dostuna o da söyler dostuna. Nannna na na na.

Film festivali 101: Üstü kapalı bir cümle duyduğunda yahut anlaşılmadık bir görüntü gördüğünde, hafif bir kıkırda. "Tıstıstıs" şeklinde burundan ya da "hahha" şeklinde genizden. Bu, diğer fakir cahillerin anlamadığı şeyler olduğunu ve onu bir tek senin anladığını gösterir. O salonun en bilgesi sensin! ROCK ON!

Şey çok komik ya, sosyal ağlarda profil fotoğrafını sevgilisine göre değiştirenler var. Beraber gaza gelip sarmaşlı dolaşlı fotoğraflar koyuluyor. Sonra içlerinden biri tekli fotoğrafını koyuyor. Diğeri de diyor ki vay diyor düzenbaz, ben de diyor mal gibi kalmayayım, ben de tekli fotoğrafımı koyayım. Sonra bir gün biri yine çiftli fotoğraf koyuyor, diğeri bu sefer galeyana gelip, ay diyor, canıııım, fotoğrafımızı koymuş, hemen ben de koyayım, benim ona değer verdiğimi anlasın. LABİSAÇMALAMAYIN!

Bu birbirinden anlamsız - ya da şöyle diyelim; sürrealist! - yazımı da otobüste gelene kadar kitabıma salça olan amcama ithaf etmek istiyorum. Hadi gazeteyi okursun da, bayaa olay kurgusu hakkında tartışmamız kaldı bir tek. Amca kalk geldik kalk. E ama hep salyan akmış yaaaa, ya in allaşkına yaaa!

Her sene beni "bu sene ajandan benden" diye kandıran Olga, bu sene de kendim aldım. İyakşamlar.

Şşş, n'aptın ya? Ben şiştim. Bu geçtiğimiz bir haftanın da Allah belasını versin. İçim şişti yemin ediyorum, ne sıkıntı yaptı arkadaş. Sınavlar, proje sunumları, ödevler, gönül koyan gönül paresi dostlar, ağız burun kaydıran soğuk, uykusuzluk, garip rüyalar, falanlar. Velhasıl, bunların hiçbirinden bahsetmeyeceğim.

Öncelikle dünümü zehir eden şeyden başlamak isterim. The Tree of Life - Hayat Ağacı. İzlememiş olanlar da okusun, çünkü bu yazacaklarım, spoilerın dibine vurarak hayat kurtarmak olacaktır.

Aklı olan izlemesin. Kalbi olan gitmesin.

Cannes'da Altın Palmiye kazandığını, Brad Pitt, Sean Penn gibi isimlerin yer aldığını ve afişte bebek ayağı olduğunu öğrenince, ben ve iki civciv kanadı gidelim dedik. Hazır Pazartesi, bedavalı olsun dedik. İyidir, güzeldir dedik; onca filmi eledik, aldık biletleri girdik. En de öne oturduk ki ayrıntıları kaçırmayalım. Evet.

Güzel bir aile tablosuyla başlıyor film. Anne, baba, 3 velet, bir köpelek. Sanıyorsun ki, aile içi ilişkiler silsilesi göreceğim, bu aile bir hayat ağacı, dallanıp budaklanmış falan. YOK YA! Kesik kesik görüntüler geliyor ekrana, uzun siyah sessizlikler aralarında. Lan diyorsun, bir yerde bağlanacak bunlar, dur bakalım.

BİRİ ÖLÜYOR! Onu anlayabildik. Ölüm haberini mektupla alıyorlar falan. Onu anlayamadık. Anne kişisi sürekli Tanrı'ya yalvarıyor, "neden" diyor, "niçin bizi duymuyorsun?", "yoksa bizi görmüyor musun?" diyor, ama deli gibi de inançlı, zaten film İncil'in Eyüb 38: 4,7 ile başlıyor: "Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin? Sabah yıldızları birlikte şarkı söylerken, İlahi varlıklar sevinçle çığrışırken?" Anne yakarışlarına devam ediyor. "My son, my soul..." "Lord, Why? Where were you? Did you know what happened? Do you care?" virvirvir.

Neyse, bir süre şu müziklerle Tanrı arayışına, sorgusuna dayalı bir bölüm izliyoruz. Yoğun, çok yoğun bir arayış. Varlık ve yokluk sorgusu.

Sonra Sembolizmin dibine vurmak ne demekmiş görüyoruz. Amipler, çekiç balıkları, bir okyanus dibinden bir yeşilliğe çıkış, üç tane animasyonundan tiksindiren dinazor, sonra volkanik görüntüler, lav sesleri, gezegenler, Rorschach testi gibi şekiller, sperm ve yumurtalar, buzullar... ALLAHIM! National Geographic'ten hallice, her bir görüntüye bir yorum yapmaya çalışırken ambale olduğumuz yarım saatlik bir boşluk. Ziyan. Sabır taşı. Dinazorlara kadar döndüysen, bari insanoğlunun hayat tarihçesine geç. Dinazordan sonra ne diye çocuğu beşiğe koyuyorsun? Ulan var ya tek kelimeyle anlamsızdı.

Birinci bölümdeki yönetmen kafakarışıklığından kurtulup, ikinci bölüme geçiyor film. Çıkanlar oluyor tabi bu arada filmden. Bizim beynimiz uyuşmuş, küfür edip duruyoruz.

İkinci bölüm daha anlaşılır başlıyor. Daha bir hikaye kurgusu. Despot bir baba, naif bir anne, bir silik, bir sanatçı ruhlu -anasına çekmiş- bir de kişilik bunalımında olan büyük kardeş var ki bu da babasına çekmiş. Zaten filmin teması bu büyük kardeşe, kişilik bunalımına ve doğruluk ve inanç sorgusuna dayalı. Vermek istediği mesaj bu ama film ciddi anlamda bu mesajı taşımıyor. Altın Palmiye'yi neden verdiklerine dair bir sorgulamaya da biz başlıyoruz. "Oh Cannes, what've you done..."

IMDB özeti şuymuş filmin:

"The impressionistic story of a Texas family in the 1950s. The film follows the life journey of the eldest son, Jack, through the innocence of childhood to his disillusioned adult years as he tries to reconcile a complicated relationship with his father (Brad Pitt). Jack (played as an adult by Sean Penn) finds himself a lost soul in the modern world, seeking answers to the origins and meaning of life while questioning the existence of faith."

Böyle anlatınca ne hoş. Sean Penn'in büyük kardeş olarak, kendisini arayışı falan da fikren güzelse de tam bir fiyasko olmuş. İki dakika boyunca dağ tepe düz gidiyor. Ne o, filmde oynadım. LAYÜRÜ!

Filmin ne bir amacı var, ne bir mesajı var, ne de bir perspektifi. En sonunda herkesin küçüklü büyüklü, sonsuza yürümeleri ise klişelerin şahı olmuş.

Koy yüzlerce saçma görüntüyü ardarda, hayalgücünü kullan yorum yap, yorum yapamadığına da yapıştır sürrealist yaftasını, gönder gitsin. Anlamayan sanattan anlamasın, anlamış gibi yapanlar entel gözükmeye çalışsın, anlayan varsa da Cannes'da en iyi film ödülünü versin. "Anlamadık dersek ayıp olur, biz anlamadığımıza göre altında çok güzel şeyler var, ödülü buna verelim, salak yerine koymasınlar bizi." Ya bi' s...

Hayır zaten Kentpark'ta ne zaman filme gitsem böyle oluyor. Ejderha Dövmeli Kız'ı da orada izledim. Onda da tansiyonum fırlamıştı. Allah'ın cezaları ya.

Yine de oyuncu seçimleri, müzikler ve kimi replikler güzeldi bak hakkını verelim. "Mom, dad, always you wrestle inside me."

Ama tabii ki bütün bunların bir açıklaması varmış. Civciv kanatlarından biri açıklamasını yaparak, biraz olsun mana yüklememe yardımcı oldu: Adam MIT'de felsefe okumuş (belli anasını satayım ya), kardeşi gitar eğitimi almak için gittiği İspanya'da intihar etmiş (bu ölümün, ölümün haberinin gelişinin ve gitar temasının sembollerini açıklıyor) adamın 3. karısı da rahibin kızıymış, ondan öyleymiş falanmış.

Yine de o zaman öyle anlatsaymış, biz ne bilelim lan!?

NEYSE.

Sonralıkla dünümü kurtaran şeyden biraz bahsedeyim. O kafayla çıkıp bir de tiyatroya gittim. 16. Ankara Uluslararası Tiyatro Festival'i kapsamında, onlarca oyun geldi bu sene. Festival'in son günü Alevli Günler'e biletim vardı. İstanbul Halk Tiyatrosu'ndan kopup gelen fevkalade insanlar.

Cem Davran, Erkan Can, Yıldıray Şahinler, Bahtiyar Engin ve çok samimi söylüyorum hayatımda izlediğim en güzel oyun.

Bir fırsatını bulursanız mutlaka izleyin. Hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum.

Türkoloji Profesörü olan Tarık Öztürk, bir Şaman'dır. Gök Tengri'nin onu Şaman seçtiğine ve ateş cinlerinin ruhuyla bütünleştiğine inanır. Evine girişinden, yirip içişine kadar herşeyin başında bir ritüeli vardır. 20 senedir hiç sönmediğini sandığı bir ateşi vardır ve öldükten sonra da yakılmak istediğine dair de bir vasiyeti.

Çoğunluğun hakları, azınlığın yoksayılması, inanç hürriyeti ve devletin inanca çoğulcu bakışı, inceden giydirme ve göndermelerle mükemmel anlatılmış. Oyuncuların yeteneği ve doğaçlama eklemeleriyle daha bir tempo kazanan oyun, Erkan Can'ın bıyıklı memur kadın rolünde sahneye çıkmasıyla bir duruyor. Hem seyirci hem de sahnedeki tüm oyuncular gülmekten yerlere yatıyor. Oyun bir süre kahkaha arası veriyor.

Eh Ankara seyircisine de oyunda ara ara iltifat geliyor. Ehm.

Daha fazla anlatırsam oyunun ruhunu kaybedeceğini düşünerek, önerip bırakıyorum.

İğrenç bir haftayı izleyen iğrenç bir film ve fevkalade bir oyun. Nötrlenen bir gün.

Kafamı toplayayım da bir yazı daha gireceğim.

vizeye gittim, gelicem.

Günler daha bir güzel geçmeye başladı şu sıralar.



Şu haftayı bir atlatalım da. Şey yaparız olmadı, haberleşiriz ya.

Çay iç bi'şey iç?

bakla

Bir yere oturdunuz. Bir cafe, bir bekleme salonu artık her neyse. Eğer etrafınızda, gözünü kırpmaksızın tavanla duvarın kesiştiği yere bakan, ağzı yarı açık güler halde kalmış insanlar varsa... Biliniz ki orada AKILLI TV var! Allahım, bu nasıl bir beyin kontrolüdür yarabbi! Göz teması kurduğun an seni ele geçiriyor. Gözünü bir dakika ayıramıyorsun; çünkü her an bir önceki izlediğinden daha komik bir görüntü gelebilir. Bir bebek poposunun üzerinde emekliyor. AMAN NE KOMİK! Köpek koşturuyor falan, amma komik ha. Ulan başka zaman olsa dönüp izlemezsin bile, orada ama, omurilik soğanına felç gelmiş (o nasılsa artık) hala bakıyorsun o ekrana. Laf anlatıyoruz şurda iki dakka bana bak BANA! Te allaam ya. Bir de onu anlatmaya uğraşanlar var. İzliyor, gülüyor, sonra anlatmaya uğraşıyor. Komik değilmiş gibi, sen gülene kadar tekraaaar tekraaaaar anlatıyor. Kıçı başı ayrı oynuyor anlatırken, ağzından tükürükler fışkırıyor, gözlerinden yaş gelmiş. Usanmadan canlandırıyor orada ne gördüyse. GÜLMÜYORUM ULAN İŞTE! KOMİK DEĞİL! Akıllı TV, senden nefret ediyorum. Umarım bir arkadaşımı daha ele geçirmeden uydu bağlantın kopar. Pis.

"Kafanızın içindeki hayat ne derece açılır saçılır, gelişirse; dışındaki hayat o derece kapanır ve mendeburlaşır."

Son zamanlarda insanlar şu "vintage" muhabbetinden iyi ekmek yediler ha. Antika, eski moda, elden düşmüş şeyleri "retro" ayağına yedirdiler millete. Hıyarım var diyene bir avuç tuzla koşan kıyamet kadar insan varmış. Farklı olalım derken bokunu çıkardınız lan iyice! Bunu büyük ihtimalle öngören bir teyzemiz, hem evdeki eskilerden kurtulayım, hem de para kazanayım dedi, götürdü bütün bozuk, eski model elektroniklerini, mekaniklerini Samanpazarı'na, Çıkrıkçılar Yokuşu'na, sattı. Sonra bütün yaşlı arkadaşlarına anlattı. Toz almaktan imanı gevşemiş bütün arkadaşları da aynı şeyi yaptı. VE... Piyasada inanılmaz bir antika arzı oluştu. (Buna S diyelim) Ellerinde yüzlerce eski şey biriken eskiciler, Kemal Amca'nın çay bahçesinde bir kartel oluşturup "bunları nasıl pazarlayabiliriz" konulu bir panel gerçekleştirdiler. Çok basitti. Bunun "moda" olduğunu yayacaklardı. Vintage4eva, Retromania, Differenceinoldtimes gibi çok çoook havalı isimlerle sosyal ağlarda yer buldular. Bir süre geçti, ki buna iktisatta Atalet Süresi diyeceğiz çocuklar, bu süre içinde oltaya gelmeye başladı insanlar. Arz fazlası yavaş yavaş Taleple karşılaşıyordu. (Buna da D diyeceğiz.) Millet çıldırıyordu. Giyimden bahsetmiyorum. Çalışmayan pikapları, gramofonları, dünyanın ilk radyolarını falan satın alıp odalarına koyuyorlardı. Böylece piyasa canlandı. Bundan ekmek yemek isteyen bir grup genç girişimci, retro mekanlar açmanın büyük kazanç sağlayacağını düşünerek, konsept barlar, kafeler açtılar.

System Requirements:

-Eski mobilyalar, eskisi bulunmazsa hırpalayarak eskitilmiş masa sandalyeler
-Çalışmayan radyolar, tüplü televizyonlar(ne zaman eskidiyse anasını satayım)
-Pikap, gramofon, daktilo, plak, zart zurt.
-Her bir duvara elli sekiz tane düşecek şekilde Marilyn Monroe, Audrey Hepburn tabloları, posterleri.

Nasıl bir özlem varmış demek ki, bir hayli tuttu bu mekanlar. Sonuç olarak S ve D buluştu. Mükemmel denge sağlandı! Hail Adam Smith!

Ama artık YETER! Bıktırdınız, tiksindirdiniz. Artık hiç de farklı değilsiniz. Kimse kusura bakmasın ama kafamı çevirdiğim her yerde Monroe görmek istemiyorum. Pastan kirden gözükmez olmuş bir pikap daha görürsem kafanıza çalarım. Değişik falan da değil. Eski lan işte. Eski moda. Bozuk. İhtiyaçtan satılık. Elden düşme. Milletin çöp diye attığını tepemize çıkardınız.

Bir arkadaşım eskiden olur olmadık zamanlarda defterlerimin arasından çıkardı. Ben görmediğim zamanlarda defterlerimin, kitaplarımın ileri sayalarına küçük notlar düşerdi, ben o sayfalara gelince tebessüm ederdim falan. Güzeldi. Artık beni arayarak bile şaşırtamıyor. Hayat gailesi hepimizi yuttu, tükürdüğümün modern zamanlarında.

Okuyacak binlerce kitap birikti. Aldım da aldım. Hepsini birden okumak istiyorum. Aynı anda hepsinden birer sayfa okumak istiyorum. Ama öyle yapınca birinin karakteri çıkıp diğerininkiyle yer değiştiriyor mesela. Bana oyun yapıyor piçler. Neyse sıradan devam edeyim en iyisi. (içses: Vergi Hukuku'ndan başlamaya ne dersin?!)

Okeyde yerdeki taşı çekmeyip ortadan taş çekmek. Ve daha iyisinin gelmemesiyle oluşan pişmanlık. "Keşke"ler böyle böyle giriyor hayatımıza işte. İlle bir risk alınacak.

Dün hayatımda ilk kez yüzük aldım. Evet, ilk yüzüğümü şu yaşımda aldım. Ve bilginiz olsun, kulaklarım hala delik değil. Takı takmanın anlam(sızlık)ı üzerine yıllarca tartışabiliriz. Ama yüzüğümü tenzih edelim. Galiba ona biraz ısındım ben.

Tez okumak dünyanın en mide bulandırıcı şeyi olmaya başladı. Bir tezimsi yazılacak diye 48 tane -ki tanesi 100 sayfa desek- tez okuyup, içinden üç beş cümle çekip çıkarmak. Seminer diye ders mi olur ya!?

Kütüphanede çalışırken, uzun süren sessizliğin ardından, "bi çay içelim" " bi ara verelim" "hadi sigara içelim" "az hava alalım" diyen girişimci insanlar, ardınızdan sürüklediğiniz kitleler size şükran borçlu! İçelim anasını satayım! Bi' çay içelim!

568 çeşit içeceği bulunan yerde menüye bakmayıp 'düz çay' dediğim için aforoz edildim. Affımı istiyorum. Çaykur olsun.

Dinleyelim

I am just a cloud

Pek sevgili bir arkadaşım bir keresinde "Bu aralar twitter'da insanlar ikiye ayrılmıyor." demişti. Ne olduysa ondan sonra oldu. İnsanlar hep ayrılır, hem de ikiyle sınırlı kalmazlar, üçe beşe, dokuza. Doğaldır. Ama bir kırmızı, kalın çizgiye bakar. Şu sıralar herkes kırmızı çizgilerini kendi etraflarına çekmeye pek meraklı. Kutup ayılarıyla ilgili imgedir hep, kendisi kadar bir buzul parçası üzerinde oturan, üzgün bir kutup ayısı. Sonumuz öyle olacak anlaşılan, herkes kendi oturabileceği kadar toprağını alacak, bir daire çizecek etrafına, gönül rahatlığınca oturacak orada. Havlasın dursun, kimsenin umrunda olmayacak. Çünkü kırmızı çizgiler, birer Çin Seddi olacak etraflarında. Toplumsal sözcüğünü de sileriz canım lügattan. Nedir yani.

yazının adı yok

İşini doğru düzgün yapan insana saygım sonsuz. (Vurgu, farkettiyseniz fiilimsiden önceki ikilemede.) Ha gelgelelim, bir takım koşullar seni Allahın bir çeşit belasına döndürmüşse de, bunu kontrol altına al, cebine koy; akşam evinde paşa paşa devam et. Bana ne arkadaş. Bana ne?!

Günün sözü: "Adama zorla küfür ettiriyorsunuz."

Bugün gittiğimiz bir şarküteride, milyar tane çikolata türü olduğunu görüp biraz kendimi kaybettim. Adamı Türkiye'nin bir numaralı ithalatçısı ilan edebilirdim; sonuçta Türkiye Ekonomisi'nden çıkmıştık. Ben hiç böylesini görmemiştim. (Lan...) Neyse, yıllardır M&Ms yiyememiş, bunun yasını tutmuştuk. En son kalesi olan Real Süpermarket de kaldırmıştı raflardan. Yıllar sonra, yeni çeşitleriyle falan karşılaştım, ellerim terledi, dizlerim titredi falan. Fiyatını sord... 19 LİRA DEDİ. ONDOKUZ! İçinde bir avuç bonibon olan bir pakete ben 19 lira verecekmişim. Bu dedim peki ne kadar, parmağımla her bir haltı gösterdim, bu dedim, bu, bu, ya bu, şu ne kadar? Adama nasıl baktıysam, en son Nutella-Go'yu sordum, "onu da söylersem küfür edersin" dedi. Hakkın var usta, gutbay! dedim. Yuh ya.

Neyse ki düşünenimiz var, şükür. Ne manidar ki renklietipuf alanım var. Aynı samurayın zor zamanlarımda gofredoyla da çıkagelmişliği de vardır. (Samuray, doğum günün kutlu olsun, ban-kai!)

Akşam, abimle Sucker Punch isimli über-sucks bir film izledik. Allah var ya öyle filmin binbir türlü belasını versin inşallah. O başrol oyuncusunun ezik surat ifadesi midemizi ekşitti, öf be kardeşim. İyi ki para verip gitmedik. Iyy, bir insan bir filmden iğrenir mi ya? IMDB puanlarına güvenim azıcık vardı, o da bununla beraber yerlebir. İzlemeyin, izletmeyin.

İnsanın etrafında, "z"lerini değiştirdiğinde farkedebilecek insanlar olması öyle güzel ki.

Sürekli "şunu yapalım" "bunu yapalım" "oraya gidelim" "şurdan atlayıp ötekine konalım" diyip duran, ağzı ishal olmuş da tabir edilen insan var ya, aslında hiç bir bok yapmama şampiyonudur. Sen tanımazsın yaaaaa.

Yağmurlu günlerde ben şemsiyemi paylaşırım genelde. Dayanamıyorum, anne yüreği. Bunu sapık gibi de teklif etmiyorum, ben kimseye gül bahçesi de vaadetmiyorum. Elime iki bardak çay alıp sizi mi bekleyecektim ben lan! Adam gibi soruyoruz, benim inanılmaz konforlu, geniş, su geçirmez, rüzgarda dönmez, dayanıklı ve kıpkırmızı şemsiyemi beğenmiyorsunuz, belki de beni beğenmiyorsunuz. Ama biliyor musunuz siz bir hayvansınız hanımefendi. HAYVAN! İsterseniz buyrun, ıslandınız dedim ya, nasıl kaçtı benden bir görseniz, aman yarabbi. Topukları kıçına vura vura koşacaktı az kaldı. Sonra gitti başkasının himayesine girdi ilerde, gördüm. O rüzgarda dönü dönüveren iğrenç bir şemsiyenin altına kaçtı. Anneannemden sizler için gelsin: Hoştköpek! Terbiyesiz evladı.

Murat karşim, KinderSurprise'ler bende kalmış bu arada. Kusura bakma ama ben onları yedim. Oyuncaklarıyla da oynadım. Sen artık alıver kendine bi' tane daha. Kısmet.

Öyle de güzel yağmur yağıyor ki ne dinleyeceğimi ne yazacağımı şaşırıyorum. Size playlist yapacaktım ama üşendim.

Nabıyon?

Böyle ufak minimini şirin küçük sürprizlerle yazıma renk kattığımı düşünüyorum. Sen ne düşü... Sen düşünme, ben düşünürüm. Bu cümleyi bugün serviste duydum. Bir çift, oturmaktalar. Tartıştılar. Ruhum daraldı. Öleyazdım. Boğuk nemli hava gibi. Pü allahın cezaları. Neyse, kavga tırmandı tırmandı, kız "mırmırmırmırmır ben düşünüyorum ama mırmırmırmır" dedi, ve adamın gürlemesi ibretlik oldu. "sen düşünme ya, ben düşünürüm!" Adam psişik beyler, Nazım abi, durakta! dedim kaçtım.

Walkman'in pili biterken kaset ağır ağır döner de ses boğuklaşır, yavaşlar, spastik gibi gelir ya kulağa. İşte yanımda saçmalayan birisi olursa sesi aynen öyle geliyor bana. Dinliyormuş gibi yapsam da o an kayıp olan Modern Talking kasetimi düşünüyorumdur. Lan kalemlerle çevirir çevirir başa sarardık ya.

Binlerce farklı şeyden bahsedebilirim bu gece. Şununla idare ediverin :

RT

Haydi, siz de yapabilirsiniz! Dün, Antalya 48. Altın Portakal Açılış Töreni'nde Sosyal Sorumluluk ödülü alan Rutkay Aziz'in konuşmasını, kiteleleri galeyana getirip ayakta alkışlatan videosunu paylaşın!

Sosyal medyada bugün: Rutkay Aziz ftw!

1 milyona ulaşınca kalem seti verecekler, çıldırın anneciğim; çıldırııın çıldırıııın çıldıırııııııın (çarşı girer).

just chuck testa

Güvenmek... Güvenmek nedir ki...

Böyle bir giriş yapsam çok duygusal devam edebilirdim ha. Üç beş kişinin yarasını kaldırırdım, ağlaşırdık falan. Meh. Yok balım, biraz çıkış yapacağız burada. Az kenara çekil.

Varoluşundan sonra karakter sahibi olan bir insanın bu karakteri nasıl oluştu, düşünen oldu mu? Öğrenerek elbette. İnsana dair her şey, öğrenilmişliktir. Başka da bir şey değil. Şunun aksini iddia edemeyiz ya, edilemez. Öğrenilenlerle inşa edilen bir karakter, öğrenilenlerle atılan bir adım ve onlardan oluşmuş bi yol, yaşam. Konuşmalar, karşı gelişler, karşı gelmeyişler ve susuşlar. İlişkiler, yakınlıklar ve düşmanlıklar. Yapılanlar, edilenler. Her bir boku öğrendik. Öğretildi. Öğrenildi. Etken, edilgen; amma da fark yarattı. "Hayır, bunu ben kendim düşündüm, bunu ben kendim yaptım; öğrenmedim!" Belki. Ama ilk kıvılcımı öğrenerek çakmadık mı?

Yukarıdaki paragrafın ana fikri şudur; insanı var eden, insan eden, öğrendikleridir. Öğrendiklerinden başka bir şeyi olmayan bir varlıktır insan. Soyutlayıp minimize ettiğimizde de zaten, kişinin kendinden başka hiçbir şeyi olmadığını görüyoruz. Matematiksel bağlamda bir zemine de oturabiliyor.

Kimi kimi de, söylediklerinden yaptıklarına, davranış ve bir takım düşünceleri çalıntı kokan insanlar çıkıyor karşımıza. Bunu içten içe bildiği halde, kendine bile itiraf edemeyenler. İki üç kitabını okuyup, o yazarın uslubunu çalan. Hatta kendini o yazarın yarattığı bir karakter gibi davranmaya iten. Koca bir jenerasyon, sadece Aylak Adam olmaya çalıştı, görmedik mi? Hepimizin karşısına, "hayatın sillesini yemiş" "itilmiş, hor görülmüş" "duygulara önem vermeyen" "umursamaz" "çekip gidesi olan" insan çıkmadı mı? Biraz havalı görünmek adına bilerek bu titri kendine yakıştıran bir sürü "geleceksiz" insan. Yazık değil mi?

Bir de inanırız. Bir de bunların nev-i şahsına münhasır insanlar olduğuna inanırız. İnanmak ne kelime; büyüleniriz anasını satayım. Amma da farklı gelir düşünceleri, davranışları. Ne de şefkat duygusu uyandırır, ne korumak isteriz onu tüm kötülüklerden. Kocaman insana yavru kedi muamelesi yaparız.

Ya da onun hayatını tersine çevirecek insan olduğumuza inanırız. Ulan en çok da buna inanırız ha. Senelerce mahvolmuş bir insanın yaşamına gireriz ve onu değiştirebileceğimize, onun hayatını mükemmel, süper bir hayat yapacağımıza inanırız. Senelerce de mahvolmuş falan değildir. Öyle olmak istemiştir sadece. Okumuştur, çok cooldur, ben de öyle olayım demiştir, olmuştur. Ama olamamıştır. Yine de çabalıyorsun işte. Salak.

Gün gelir, bir kitapta rastlarsın, yaşamına müdahale etmek istediğin insana. "Vaay nerelerdesin ya, lan ne adamsın be, kıl yün" Tanıdığını, orijinal olduğunu sandığın insanı kelime kelime, sayfa sayfa okursun. Kitabı kaparsın. Düşünürsün, bu da mı gol değil diye, ofsayt osman seni.

Neyse, gerekmedikçe güven konusunu gündeme getirmeyin. Yazık günah.



Almancayı öğrenip Marcus'a koşacaktık hani? Almanca tamam da koşması kaldı. Scheisse!

Lise bilmemkaça giden bir erkek çocuğu, yaz tatili başladığı gün bir karar verir. "Bu yaz saçları uzatıyorum." Eylül'de ense traşını göreceğiz. O da bilir bunu. Yine de uzatır. Saçı büyük olasılıkla dalgalıdır. Aradadır yani, ne düzdür ne kıvırcık. Düz olsa, sabah akşam dinlediği grunge grubunun solisti gibi olacaktır. Kıvırcık olsa, 'bonus' olacaktır; havalı falan işte. Ama aradadır tükürdüğümün saçı, bir yol olmaz. O da bilir bunu. Yine de uzatır. Ha, bilmez mi sadece üç ay uzayacak o saç. Kulak memesini biraz geçecek. Belki çeneye kadar. Sezen Aksu'nun fönsüz saçı. Buna sakal ekle. Ya da ekleme, ıyy. Uzatacak işte, kafaya koydu ya.


Neyse.


Bir konuşmasında "Bugünün dünyası reel ile sürreel arasında gidip gelerek gerçekliğin tüm temelini kaybettiğimiz dünyadır." demişti Metin Sarfati. Bir araba not almıştım, "hocam büyüksün!" diye alkışa kalkacaktım az kaldı. Açar açar o notlara bakarım. Dünyanın bir ucundan tutarım, yetmiş sekiz dakika düşünürüm. Yetmiş dokuzda dikkatim dağılıyor.

Hayata dair çıkarımları vardır çoğumuzun, şüphesiz. Sorular sorulur, cevap alınamaz, anlaşılamaz şeyler vardır, hayat darlar adamı, "her şey üstüste gelir", "çok saçma abi ya" dönemleri gelmiştir, ne anlamsızdır falandır. Bir süre böyle geçer zaman.

İşte bu zamanlar tam da o saç uzatma evresine denk gelmesin mi? Gelsin.

"Şu şöyledir, bu böyledir. Hayat çok karanlık, ailemden nefret ediyorum, fak dı sistım, yarın gidip elli iki tane siyah tişört alayım, piyasadaki tüm bilim kurgu kitaplarını okumam lazım, en kısa zamanda kimsenin duymadığı müzikleri dinleyip filmleri izlemeliyim, hede hödö, kıl yün." 10 üzeri -8 bar hava.

Üç aya sıkıştırılan bu hava, Eylül gelip çattı mı fısssssss diye bünyenin belli açıklıklarından atmosfere karışır. Okullar açılacaktır. Bıyıklı müdür yardımcısı elinde makasla yeni eğitim öğretim yılına merhaba diyecektir.

Gencimiz hayatın anlamına dair sorgulamaları bir kenara bırakarak; "yeni matematikçiyi gördünüz mü lan?!"a başlamıştır çoktan.

Karanfil'den alınan siyah tişörtler de anne tarafından temizlik bezi olacak, bir müddet kir götürdüğünden kullanılıp, yırtılınca da çöpe atılacaktır.

Altın Makas Erkek Berberi ise o gün bir hayli yoğundur. Aynı yaş grubunda ve aynı boy saça sahip bir çok genç, sıra beklemektedir. Hasan Usta yaşadı.


"Bugün, ötekine rağmen egemen olma savaşıdır." diyor Sarfati.

"Ben daha önce geldim abi, önce benim saçlar!" diyor genco.


Herkes bir savaş içinde. Egemen olan meçhul.

Saçlar 3 numara. Sevinçliyiz hepiiimiiiz, yaşaasııın okuluuumuuuz.


Haziran'da tekrar bir sorgu başlarsa, biliniz ki birileri saç sakal bırakıyor. Mahallenin berberi kepenkleri kapatacaktır.

Hasan Usta'yla yaptığımız röportajda, biraz sitemkardı:

-Yaz geldi mi hepsi Fıroyt oluyor başımıza, eşşoğlueşşekler. Hayır uzatmayın demiyorum. Uzatın, hobi olarak yine uzatın. Ama arada bir gelin, uçlarından azıcık alalım. Olmaz ki böyle canım.

"Yazıyorum. Gördüklerimi, düşündüklerimi, söylemek istediklerimi; o zaman hepsi gerçek oluyor. Duygularımı anlatmayı başarıyorum. Konuşarak yapamadığım bir şey bu. Konuşmayı beceremiyorum. Sizinle bile. Bir soru sorduğunuzda "bekleyin, yazıp geleyim, okuduğunuzda beni anlayacaksınız" demek istiyorum. Kendimi daha iyi ifade edebiliyorum. Hayatta yapmak istediğim tek şey; yazmak."

-Tommaso Cantone

Mine Vaganti


"Şerrrefsizim aklıma gelmişti."

-Deli Emin

Vizontele

Bir ders kayıt dönemi daha geldi çattı. Yine sisteme sövgüler, yine koca yunus sunucusunun çöküşü, yine bir hüsran anneciğim.

Bir takım önerilerle başlıyorum:

Bon Iver
'in yeni albümünü mutlaka dinleyin. Holocene ve Calgary'den başlayabilirsiniz mesela. Dinlemeyenler için eski albümlere yol gözüktü. Say baştan!

United States of Tara, tavsiye üzerine başlayıp bir haftada bitirdiğim çok şahane dizi, izleyin. Çoklu kişilik bozukluğu olan bir Tara(lar) ve ailesinin hikayesi. İlginç ve eğlenceli, 3 sezonluk bir vakit öldürgeç.

Horrible Bosses
ya da diğer adıyla Patrondan Kurtulma Sanatı. Eğer yakınınızdaki sinemalarda oynuyorsa hala, vaktiniz de varsa, gidin gülün biraz. Çoğu Hangover'la karşılaştırsa da hatta benzetse de tarz olarak pek de benzerlik göremedim. Gömülü esprileriyle beni Hangover'dan daha çok eğlendirdi tabii, sonuçta içinde Charlie Day var. Balım.

(Yeni) kaliteli ve güncel bilgiler içeren, farklı bir dergi. Ya da kitap. Yani eğer 300 sayfaya dergi demeyi kendinize yedirebilirseniz; dergi. Onlar yedirebiliyorlar mesela. Ekip kalabalık, her yeni sayıda aralarında değişik isimler görmek mümkün: İsmail Ertürk editörlüğünde, Oruç Aruoba, Enis Batur, Murat Gülsoy, Gündüz Vassaf, Soli Özel, ... Her sayıda eklenen onlarca yazar. Ve güzel satırlar, Özdemir Asaf,Ece Ayhan, İlhan Berk, Abdi İpekçi... 3 Ayda bir 15 Liranızı gözden çıkaracaksanız bir tane alabilirsiniz. Güz 5. sayısı yolda.

Kitap konusunda pek şanslı değildim bu aralar. Derviş Evi - The Dervish House'u geçen sene Newsweek'te görmüştüm, kitabın tanıtımını öyle bir yapmışlardı ki acaba çevirisini beklemesem de orijinalini mi alıp okusam diye düşünüp kitabevine koşmuştum. O günden sonra da bir daha kitap tanıtımlarını okuyup kitap almaya heveslenmedim zaten. Nasıl anlatayım, tıpkı fragmanına en güzel sahneleri koyulmuş, filmde de adamakıllı başka bir sahne bulunamayan, bir heves gidilen, hayal kırıklığı ile çıkılan sinema filmleri gibi. Tanıtımı okudum, kitabın arkasını okudum, ohoo, yılın kitabı dedim, yeri göğü inlettim. Okudum ve utandım. Yani bilmiyorum, tamam anlatım güzel, yazanın bir İrlandalı değil de yedi göbek İstanbullu olduğunu düşündürecek denli ayrıntılı yazılmış. Belli ki uzun süre Türkiye kültürü üzerine araştırma yapmış. Ama yetmemiş. Keşke yetseymiş. Kimi yerlerde hayran bıraksa da bütün olarak bakıldığında beni pek sarmadı. Filmi çekilse sarabilir ama. Güzel film olur ha bundan.

Hiç okumamıştım, İskender'den başladım Elif Şafak okumaya. Bestseller fobim var benim çünkü. İllet olurum bestseller titrine. Yorumlarına. Önyargı kötüdür çocuklar. Beğendim ulan. 3 günde bitirdim, çok sevdim, karakterlerine neredeyse Şafak kadar bağlandım, bitirdiğimde başka bir kitap okursam, onları öldüreceğimi falan düşündüm, o derece.

İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler (Brief Interviews with Hideous Men) , David Foster Wallace isimli ağır depresif abimizin yazdığı biraz ağır bir kitap. Ömrü elektroşok tedavileri ve antidepresanlarla geçmiş neredeyse, bunun izleri kitabın heryerine sinmiş vaziyette. Sana bana göre sıradan bir durumu öyle bir çözümlüyor ki, ulan diyorsun nelerin altında neler yatıyor, hakikaten haklı. Rahat kafayla okunması gerekiyor, tuvalete giderken yanınıza alıp götürebileceğiniz bir kitap değil mesela. 2008'de artık dayanamayıp intihar eden Wallace'ın Infinite Jest adlı kitabı oldukça konuşuldu bir ara, hala da övülür. Türkçe baskısı yok sanırım, olsa da okusak. "How to read" rehberleri etrafta uçuşuyor, orijinali okumak pek yemedi.

Geçenlerde liseden canlarla buluşup Sakal'a oturduk. Erdal Beşikçioğlu'mu lan o?! paranoyasıyla ikide bir arkamıza dönüp durduğumuz masamızın karşı duvarında üç afiş vardı. Bütün gün onlardan gözümü alamadım. Her bir afişte karakalem üç yaşlı adam. Altlarında da alıntılar. Sinek Sekiz yayınevi, birbiri ardına çöken sistemlerden kaçıp doğaya sığınan, cevaplarını ekosistemde bulan, isim hikayesinin içinde de bol miktarda Ankara, eser miktarda da Beytepe bulunan pek güzel bir oluşum. Sürdürülebilir Yaşam Kitapları ismini verdikleri kitapları ise geri dönüşümlü kartondan iplik dikiş ve sertifikalı kağıtlardan yapılma. Doğasever yayınevini ben çok sevdim, kitapları da ajandaya aldık.

Pek televizyon izleyen birisi değilim lakin Trt Okul açıldığında merak edip uzun süre takip ettim. En bayıla bayıla izlediğim programı da Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz? Prof.Dr. Cengiz Güleç, Prof Dr. Ahmet İnam ve pek sevgili Mehmet Ali Kılıçbay. Bu üç harikulade adamın sohbetlerini kaçırmayın; ben böyle bilgi birikimi görmedim arkadaş, o kadar söylüyorum. Bir ayna ile üç büyükleri kadraja alıp çeken çakal yönetmeni de kutluyorum.

Evde, arabada radyo takıntısı olan bir insansanız, dinlendirici ve güzel müzik dinlemek için Max Fm dinleyebilirsiniz, öneririm. 95.8 frekansında, ikide bir dönüp, neymiş lan bu şarkının adı dedirtiyor, sitede yazıyor.

EVET HER BİRİNDEN REKLAM ALDIM ŞU AN YÜZÜMÜ GÖZÜMÜ PARAYA SİLİYORUM.

Eğer sizler de tavsiyelerde bulunmak isterseniz, önerilerinizi bir kapıda yazıp, mektup zarfına koyup, mektup zarfının zamklı kısmını yalayın. Posta Kutusu 500, Teknikokullar Ankara. Yoo değil.

Neyse hadi selam söyle. Al bu da son.