Kayık



Zamanda yolculuğu konu alan tüm bilim kurgu filmlerinde aslında zaman yolculuğunun ne kadar çaresiz olduğunu görüyorum. Çünkü fikri ve fiili ne derece metafizik de olsa herkesin atladığı bir durum var. Döndüğün zaman dilimi içerisinde sen yoksun. Seyircisin sadece. Olaylara, olanlara müdahale edemezsin. Çünkü değiştireceğin en ufak bir ayrıntı dahi şimdiki zamanda kaos yaratır. İşte çoğu kurguda bilim adamı uyarır, başrol uymaz. Ve kıyamet kopar.

Denedim halbuki. Kıyamet koparmayı denedim. Dönmek istedim. Geriye, çok geriye. Her şeyi değiştirmek istedim. Her ayrıntıyı tekrar planlamak istedim. Lego küpleri gibi günlerce taşımak istedim geçmişimin her zerresini. Sonrasında ne olacaksa olsun ama sadece olsun istedim. Olmadı bir türlü. Yapamadım ama kıyamet yine de koptu. Şartlara mani olsan zamana, ona da mani olsan çoktan yola çıkmışlara asla engel olamıyorsun. Kopacak bir kıyamet varsa karşısında duramıyorsun. Kopacak bir bağ varsa dünyadaki tüm zincir halkalarını bir araya da getirsen, Musa'nın önünde ikiye ayrılan sular misali; emre sadık fikirler.

Denizdeyim. Kıyıdan uzaklaştıkça akıntılara yaklaşıyorum. Ufuk çizgisine doğru bir kulaç daha. Ve soğuk su akıntıları bacaklarımın arasından geçiyor. Birden çok soğuk oluyor. Her tarafım buzul eriyikleriyle sarılıyor. Kıyıdan uzaklaştığım her kulaçta bir derece düşüyor. Dizlerim, dişlerim titremeye başlıyor. Dudaklarım morarıyor. Kirpiklerimin ucunda sarkıtlar oluşacak. Burnum belki de en kırmızı. Göz bebeklerim büyümüş. Gözümün beyazı yok, alnımda otoyol oluşmuş damarlardan. Dolaşım oluyor mu bilmiyorum. Bilincim yarı kapalı. Haraket kabiliyetim kayboluyor. Yüzüm ufuğa dönük. Gözlerimden gelen yaşlar denize karışıyor. Deniz kaç milimetre yükselir acaba? Düşen damlaların buz küplerine dönüşmesi kaç saniye sürer. Kendi yaşlarımdan deniz doldurdum. Her hatıramı cam şişelere doldurdum. Ama atmadım. Kıyı yaptım onlardan. Uzaklaştıkça üşür oldum. Giden son kayığın ardında bıraktığı köpükleri topladım avcumda, bir başka cam şişeye doldururum diye. Ama nafile. Kıyı çok uzak. Ya da ben kayboldum bu sularda. Etrafımda tanıdık hiçbir renk yok, gökyüzünden başka.

Bulutların denizdeki yansımalarına yaslanabildim sadece. Üşüdükçe dibe çekiliyorum. Vücudum ağırlaşıyor. Morarmış ve çatlamak üzere olan beton bir kütleye dönüşmek üzereyim. Son bir kaç nefes hakkım kalıyor, sonrasını balıklardan öğrenmek gerek.

Ama balık yok. Tutunabilecek yosunlar yok. Bu denizin rengi yok. Yukarı bakıyorum ama gök de renksiz. Bulutlar gitmiş. Ne kıyı görünüyor ne ufuk. Ne yüzey var üstümde ne dip var ayağımın altında. Ellerimi yüzüme götürüyorum ama ellerimde his yok. Dokunmanın bir anlamı yok. Duymak güç. Görmek için bakmak gerek. Bakışlarım sabit.

Bakışlarımda bir kayık. Kayık şimdiye kadar gördüğüm en güzel renk. Belki de şu süreç içinde kaybını yaşadığım tüm renkleri sahiplenmiş gibi. Denizin, göklerin, bulutların, yosunların ve belki de en renkli balıkların bile rengini toplamış gibi. Kıyıyı almış. Ufuk da yanında. Ellerimdeki hislerin hepsi ve diğer tüm duyularım. Her şey o kayıkta. En tepesinde bir silüet, korsan mağrurluğuyla. Ama bu silüet?

En sevdiğim kurgulardan ötekisi: maktülün gözlerine baktığınız zaman onu öldürenin silüeti kalmıştır gözlerinde en son. Katili bulamazsınız belki ama bunun bir maktül olduğuna karar verirsiniz. Tabii bir de bir katilin varlığına.

Derinliği ve hatta rengi bile olmayan bir denizde kaybolmak.

***

Bir balıkçı teknesi yanaşıyor kıyıya. Kıyının sahibi nesi var nesi yok toplayıp tekneye yüklüyor. Tekneci kıyının sahibini tekneye alıyor. İki kürek. Kıyının sahibi çekiyor. Ama çok ağır. Ama çok mutlu. Ama cidden çok ağır. Ama ölesiye mutlu. Ufukta bir ada göremediğini söylüyor tekneci. Boşuna kürek salladığını söylüyor. Ve sonra artık kürek sallamak istemediğini haykırıyor kıyı sahibinin yüzüne. Ve umulmadık bir şey oluyor. Uzun bir sessizlik sonrasında tekneci küreği alıp kıyının sahibinin yüzüne hızla vuruyor. Öyle hızlı vuruyor ki kıyıda deprem oluyor. Ve kıyı sahibi tekneden aşağı yuvarlanıyor. Denizin en soğuk olduğu yere.

İçinde bir yerlerde kırıklar var. Derinlerde. Dudakları mosmor. Kulakları mosmor. Bütün kan derinlerde bir yerden boşalıyor. İçi çekiliyor. Denizin dibine çekiliyor. Ağır ağır giden rengarenk teknenin ardından bakarak çekiliyor.

Gözleri dolu. Bakışları boş.

***

Tüm kayıklar acıtır. Yüze inen kürekler can yakar.

Kararlılık kan dondurur. Umutlar yüzdürmez, akıntılar gibi sürükler.

Ve sonunda olan renklere olur.

Renkler solar gider.


İnfilak



Ömrü boyunca arabaların arkasından el salladı. El sallayarak büyüdü sokaklarda. Onun için hiç kolay geçmiyordu zaman. Çünkü hep bekliyordu. Beklerken zaman geçmiyor.

İlk el salladığında bilmem kaç yaşındaydı. Siyah bir E500’ün arkasından öyle bir el sallıyordu ki, sanki havada bir hortum yaratmaya çabalıyordu, hava akımını tersine çevirip arabanın geri gelmesini istiyordu. E500 gecenin karanlığına karışmıştı bile. Yere çöktü. Bir süre yerdeki taşları arabanın arkasından attı. Hava, kendi ellerini bile göremeyeceği kadar karardığı zaman kalkıp kıçındaki tozu toprağı bile silkelemeden eve yürüdü.

O gece anladı ki zihin gücüyle bir şeyleri geri döndüremiyor. Bir daha denemedi. Çünkü E500 bir daha gelmedi.

Sonrasında bir kamyonun peşi sıra el sallar oldu. Gecelerin karanlığını bölen motor gürültüsünü sokağın başında duyar ve heyecanla cama koşardı. Ama kamyonun gidişine hiç yetişemezdi. Kamyon geç gelip erken gidiyordu. Gelip gidişleri azalmaya başladı. Hissetmiş olacak, bir sabah çok erken uyandı. Kapının kapanışıyla kamyonun çalışması hemen hemen aynı saniyeye tekabül ediyordu; ya da o yetişemiyordu. Hızla dışarı koştu. Elini kaldırıncaya kadar kamyon çoktan ufuk çizgisinde kayboldu. Ardından da motorun gürültüsü. Elini indirmeden ardısıra koştu. Taşlar çoraplarını delik deşik etti, o koşuyordu. Kamyonu durdurmak istedi. Bağırdı. Gözünden yaşlar süzülüyordu. O sabah bütün insanlığın yerine ağladı. Ama anladı ki ağlamak bir şeyleri geri döndüremiyor. Bir daha denemedi. Çünkü kamyon bir daha gelmedi.

Bir ambulansın ardından, bir cenaze arabasının ardından, bir sinek arabasının ya da bir itfaiye arabasının ardından... El salladı durdu. Hastalara, ölülere serzenir gibi sallıyordu elini. Sinek arabası bu hikayeye pek uymuyordu ama itfaiye arabasının ardından alevlere veda ediyor gibiydi.

Bir müddet elini indirecek oldu. Elleri doldu. Elleri ısındı. Elleri tutulmuştu. Uyuşmuştu. Terlemişti ama şikayet etmiyordu. Eli sadece dolmuşların, denk gelirse belediye otobüslerinin arkasından kalkar olmuştu. Sonunda diyordu. Sonunda nefes alabiliyorum. Tekrar.

Ama o kadar derin nefes almıştı ki, havada büyük bir fırtına yarattı, bütün bulutları çekti, sararıp dökülen bütün yapraklar onun etrafında toplandı. Kum fırtınası oluştu, bulutlar dengelerini koruyamadılar, yağmur yağmaya başladı, hava karardı, bir haber almıştı ve bir saniye içinde mevsimi değişmişti.

Talih onu yine bir dört tekerleklinin arkasından el sallamaya itmişti.

Önce şehirlerarası otobüs terminalinde 34 plaka bir otobüsün arkasında asılı kaldı. Terminal ruhunu gerçek anlamda ilk kez o gün hissetti. Ve denemekten vazgeçtiği bütün yöntemleri tekrar denedi o gün. Hızlı hızlı el salladı. Taşlar attı otobüsün arkasından. Yere oturup bekledi. Zihin gücüyle geri getirmeye çalıştı. Kalkıp koştu. Ağladı. Hıçkırarak ağladı.

Ama hiçbirinin faydası olmadı. O zaman da olmamıştı. Şimdi de olmuyordu. Gözlerini sildi. Eve döndü. Bir umutla beraber.

Zaman geçiyordu. Eli tekrar havaya çakıldı. Otobüslerin ardından, taksilerin ardından, ve hatta uçakların bile. Zaman geçiyordu. Zaman aslında geçmiyordu.



Veda etmek fiili onun için türetilmişti. Beklemek onun için bir yaşam biçimi halini alıyordu. Şevkle kalkan eli damlalarla iniyordu. Bitmiyordu bir türlü yollar. “O”gün hiç gelmiyordu. Ya boşuna bekliyordu, ya da kimse gelmiyordu. Nefesi tükeniyordu. Şehir tükeniyordu. Fiiller, kelimeler tükeniyordu. İçinde tükenmeyen tek bir şey vardı, o da tek başına yaşanmıyordu.

Araya mevsimler girdi. Soğuk rüzgarlar, bulutlar, akşamlar...

Sorular çoğaldı, sular yükseldi.

Ve bir gece, sular öyle yükseldi ki son kez bildiği bütün yöntemleri denemeye karar verdi. Koştu, yetişemedi. Ağladı, etki etmedi. Eline ne geçtiyse fırlatıp attı ama bumerangla oyun oynanamazdı. Toz içinde ağlıyordu, bas bas bağırıyordu. Ama giden geri gelmedi. Ne yaptıysa olmadı. Sular öyle yükselmişti ki son bir şansı kalmıştı.

Gözlerini kapattı. Nefesini tuttu. Odaklandı. Zihin gücüyle dönüşlere odaklandı. Düşündü. Düşündü. Düşündü.

Dünya yüzde yüz suyla doldu. Dünyası suyla doldu. Son düşünce kabarcıkları da su yüzüne ulaştı ve bir patlama oldu. Su altında milyonlarca umut ışığı infilak etti. Dört bir yana savruldu.

Önce büyük bir sessizlik.

Sonrasında su yüzünde bir el. Dipten yükselen ve bekleyişi sönen.



***

Yine işe yaramadı.


Nasıl anlatayım

"Yani onu gördüğüm zaman bayılacak gibi oluyorum. Nasıl anlatayım...
Böyle geçmişe dair ne varsa hepsini unutturmak ve kalbini huzurla doldurmak istiyorum, böyle acı çekmiş ihtiyacı olan ne kadar insan varsa hepsine yardım etmek, 20 30 tane savaş mağduru öksüz çocuğu alıp evlat edinmek istiyorum, dünyada ne kadar iyilik varsa hepsini yapmak istiyorum abi,
böyle tarlalara çıkıp sırtıma bütün hasatı almak, onlarla beraber yürümek , atmacalarla beraber uçmak, buffaloların peşinden koşayım, ne bileyim sığır güdeyim, şelalerin altında gireyim böyle baştan aşağı yı..."


-Merhamet. 

Pencere


Camdan bir ışık yansıdı yüzüme. Pencere ve gözlerim açık ışık kapalıydı. Bu ışığı uzun zamandır görmüyordum, o yüzden başta karşıdaki tepeye çekilen arabaların farları sandım; ama çok geç değil, hemen ardından ısrarlı biçimde ışık huzmeleri gelmeye devam etti. 

Bu O'ydu.

Uzun zaman olmuştu onu görmeyeli. Toparlanıp pencereye yaklaştım, dirseklerimi soğuk pervaza yasladım. Onu anladığıma dair bir sinyal göndermem gerekiyordu. Komodinin çekmecesine uzanıp çakmakla sigarayı aldım. İlk sinyal gitti, sigara yandı. İlk dumanla "selam" yazdım, üfledim. Alındı raporu gecikmedi, küçük bir alev belirdi karşı balkonda. Ve cevap geldi, "konuşmaya ihtiyacım var". 

Bu gece siteyi yüksek bir yerlerden izleyen herhangi birisi, sitenin tüttüğünü düşünebilirdi. 

Ya da geçen sene olduğu gibi, yine tütebilir, eh biraz yanabilirdi de.

Ortak bir ambians yaratmamız gerekiyordu. Bu konuda sözleşmiştik. Hemen birbirimize hazırladığımız tam da saat sabah 04:00'te dinlenmesi lazım gelen cd'leri açtık. Lounge. Ambient. Downtempo. Birbirimizi makul bir mesafeden de olsa daha net görebilmemiz için ikimiz de önümüze ufak bir mum koyduk. 

Her şey hazırdı. Telefon çalabilirdi. 

Ve çaldı.

Ben o geceye dek ve o gece de dahil, sıradanlığımı konuşturmaya devam ettim. Mumun eriyik kısmına parmağımı batırıp kuruduktan sonra parmak ucumda katılaşan mumla camda lekeler bıraktım. Sigaranın ucunu pervazda koni yapıp bozdum. Paketin jelatinini mumda yaktım. Pencerenin dışındaki duvara bitmiş izmaritlerle çizgiler çizdim. Her daim çatlak olan dudaklarımı soydum, her daim kanadı. Yüzümde sivilce avına çıktım, ne kadar pürüz varsa oynadım. Sigara dumanıyla hareler yaptım birbiri içinden geçen. Her defasında ıslak mendille ellerimi sildim. Ve ellerim yine mum oldu. Ve saçlarım leş gibi koktu. Telefonu bir sağ kulağıma bir sol kulağıma götürdüm ama anlattıklarından tek kelime kaçırmayacak kadar dikkatliydim.

Ama o hiç o kadar sıradan olmadı. Her konuşmamızda farklılaşıyordu. Duyguları sık sık değişiyordu. Konuşurken bile uzun uzun sustuktan sonra, neşeli neşeli bir şeyler anlatıp susmak bilmiyordu. Bazen kalkıp balkonda volta atıyor, bazen yere uzanıyordu; bir tek yanan sigarası görünüyordu, içine çektikçe. Şarkıları eşzamanlı dinliyorduk ve tempo tutuşunu görebiliyordum. Bazen ayak parmaklarıyla, bazen kafasıyla duvarda. Yüzünü ovuşturup duruyordu eli boş kaldıkça. Çok içiyordu. Saatlerce de içse, sesinde titreklik sezemiyordum. Sadece ayağa kalkmaya çalıştığında ufak çaplı bir deprem yaşıyordu o kadar. O da karanlıkta belli olmuyordu zaten, dolunay hariç.

Bu sefer dolunay vardı. Dolunay tam ortamızda, havada asılıydı. Aramızda dumandan bir köprü yapmıştık ve tek şahidi Ay'dı.

Sonra çok kötü bir şey oldu. Gelişi belliydi de anlamak istememiştim belki de. Sıradanlık içinde kıvranırken aklım o taraflara çok çalışmamıştı. 

Önce cd bitti, büyük bir sessizlik oldu. Sonra dumandan köprü yıkılmaya başladı, zemini havaya yaparak büyük hata etmiştik zaten. Dolunayla aramıza bu geceye mahsusiyetine anlam veremediğim bir bulut girdi. Bulutlar geceleri de mesai yapıyorlardı demek. Telefonda uzunca bir süre sadece nefes alıp verişler vardı. Gözümü karşı balkondan ayıramıyordum. O alıştığım hareketlilik, seslilik yoktu. Sabitlenmiş bir vücut balkon demirlerine tutulmuş, hafifçe eğilmişti. İç geçirdi. Derin bir nefes aldı. Hafifçe verdi. Önündeki mum söndü. Sonra da sesi. 

Görüntüsü yavaş yavaş silindi. Elimde kendi kendini tüketen sigara, kendini aşağı bıraktı, onun arkasından. Ağzım ve gözlerim aynı derecede açık. Telefona ulaşmak biraz zamanımı almıştı tekrardan. "Aradığınız kişi şu anda intihar ediyor." Neden o kendini aşağı bırakırken onu aramak gibi bir şey yaptım, bilmiyorum.

...

İki ay sonra, aynı balkonda başka birisini gördüm. O balkonun kullanım amacı aynı olmalıydı: bir elinde telefon öteki elinde sigara bir aşağı bir yukarı yürümek, sonra da oturup ayaklarını balkon demirlerine uzatmak. Ama bu sefer senaryoda ben değil de başka bir pencere vardı. 

Benim penceremde ise durum farklı değil. Kulağımda telefon yok belki ama ne onun hatırasına ihanet edebilirim ne de ritüelime. Sadece artık önümde bir değil iki küçük mum duruyor. Geri kalan her şey aynı. Parmak uçlarımı mum eriyiğine batırmaya devam ediyorum.

Ha bir de, yarın buradan taşınıyorum. Pencere dışındaki duvara bunları yazıyorum. Minik minik. Bu pencereden bakarken, buranın hikayesini bilmek istersiniz diye düşündüm.

İyi geceler. 

Sigara öksürtüyor, fazla içmeyin.


Bu hikaye eser miktarda dört işlem gerektirir. 


3 adam her sabah bir simit tezgahının önünde buluşur. 3 simit 1 lira. Bu birbirini tanımayan üç adam üç kişi üç simit için para birleştirirler her sabah. Her biri adam başı 33,33 kr verecektir güya. Ama bu sefer de simitçi sivrilik yapar. Öyle yaparlarsa o 1 kr zararda olacaktır. Öteki türlü de içlerinden biri 34 kr verecek ki üçü de devlet memuru, hiçbiri bir kuruş fazla vermeyi kabul etmez. O yüzden anlaşırlar her gün birisi 1 lira verecek. Bu durum üç günde bir devredecek. 

Bir sabah üç memurdan biri gelmez. Bilmezler ki son nefesidir. O yüzden o sabah ardından iki memur söylenirler. "1 lira vermemek için işe gelmemiştir, gördün mü köpek soyunu?!"

O yüzden BİLİP BİLMEDEN KONUŞMAYIN BENCE!

Devrik

Bu, muhatabıyla buluşamayacak o diğer yazılardan sadece birisi.

Muhatabı olmayacak değil, muhatabına ulaşmayacak. Bu, belki de en sevdiğim. Çünkü sorusuz, sorunsuz. Dokundurmasız, dokunmaksızın. Açık; ama muhatabına. Ve hiç olmadığı kadar anlamsız, ona buna.

Muhatabı bir kişi de olabilir, bir milyon kişi de. Nefes almıyor da olabilir. Bir his belki de. Bir düşünce yapısına da yazılmış olabilir, bir duyguya da. Herhangi bir şeye. Neticesinde bir sonuç yaratmayacağı malumunuz. Çünkü anlatamayabilir de kendini yeterince. Biz bile aynı dilde anlaşamazken; sahibini bulamayan bir mektup, bulsa bile nasıl anlatacak derdini.

En üzücü durumdur kendini ifade edememek. En sıkıntılısı durumların. Kendini anlatamayan bir insanın amaçları da düşünceleri de yarısında kalır. Hevesleri kursağında kalır, duygularını sadece yumruklarıyla sıkıştırır.

Yumruk olup sabitlenmiş duyguların haline çok üzülürüm; belki bir insanın gerçek dramından daha çok. Çünkü bilinir, bütün fani sorunlar aşılır. Günün birinde, şartlar olgunlaştığında, er ya da geç aşılır. Çoğu insanın da anlamadığı budur. İnsanoğlu sabırsız. Güçlüklerin üstesinden hemen gelmek ister, gelemediği vakit hırçınlaşır. Vakti gelir, üstesinden gelir; hırçınlaştığıyla kalır. Bunlar da çok gerilerde kalır. Ama yumruğa dönüşmüş, hatta boğazda düğümlenmiş, alında damar olmuş duyguların o statik durumu içler acısı. Ben bunlara üzülürüm; çünkü bunlar çaresiz. O an için çare bulamayıp en kötü bir yumruğa bir düğüme dönüşmeyi yeğlemişler.

"Su yolunu bulur." Sahi? Ya bulamazsa?

Her düşünce dalında asılı. Bazısı kopmak ister. Yer çekimine yenik düşüp, yerle yeksan olmak uğruna sapından ayrılmak, saniye de sürse uçup konmak ister. Ama ister. En basit güdü. İstemek.

Her duygu da böyle. Ondan değil mi her sinirlendiğimizde tepki göstermemiz. Tepkiler farklı da olsa. Şiddet de olsa, küfür de, ağlamak da olsa susmak da. Bir şekilde yolunu bulmak istemez mi bu duygular.

En ilkel güdü buyken, hala evrilememiş insanın doğrusu da yanlışı da "istemek" sebebiyleyken. Ve istediği olmayınca dram görülürken. Ya ne olacak yolunu bulamayan duygular, düşünceler.

Göz yaşına dönüşemeyen özlemler, yumruklarda sıkılı kalmış incinmeler, dişler arasına sıkışmış öfkeler, doruğa oturtulamamış fikirler, dilin ucunda sallanakalmış açık sözler, haykırılamamış içe sıkışmış hisler...

Ne olacak bunlar? Ne zaman bulacaklar yollarını, ne zaman bulacaklar muhataplarını, ne zaman kavuşacaklar özgürlüklerine. Dünyanın hükümdarları duygularına düşüncelerine hükmedenler, ne zaman azad edecekler onları?

Acıklı değil mi, merak içinde bırakmıyorlar mı insanı?

Bekleyeni yok mu o duyguların uzun zamandır?

Daha ne kadar bekleyebilir meçhul.

***

Yalnız, kaybetmiş bir adam neden içer sandınız? Derdini paylaşacak kimi var sandınız?

Çok mu kolay susabilmek, nefessiz kalıncaya dek konuşacak sözcükleri varsa?

Muhatabı olmayan ne serzenişleri vardır o adamın boğazında düğüm düğüm. Serzenişte bulunsa da muhatap bulunmaz. Yalnızlık adamı perişan eder, darmaduman bitap düşürür.

Ama adam düşmez.

Çünkü...

Çünküsü yok. Adam düşmez. Adam dokuz bira da içse düşmez. Adam yalnız da kalsa düşmez. İşsiz de kalsa, evsiz de kalsa düşmez. Parasızlık da düşüremez onu.

Düşmez işte. Hayata tutunmasını öyle öğrenmiş ki, deprem olsa düşmez.

Sendeler belki.

Yorulur.

Düşmez.

Düşerse ses çıkacağını da sanmaz. Düşerse devrilip ses çıkaracak tek şey domino gibi dizili bira şişeleri olur.

İşte düşmeyen, düşemeyen bir adamın tek dramı.

Düşerse ses çıkmayacağı için düşmemeye yeminli.

Ve yumruklarını, dişlerini sıkmış öylece direniyor.

Her gün bir duyusunu serbest bırakmak için içiyor. Bir bira yumruğunu açıyor, ötekisi dişlerini. Son biraysa kalbini açıyor. Ama son birayı da içtiğinde kalbini açacak kimsenin kalmadığını görüyor.

Kalbine muhatap bulamamak.

Ve adam devriliyor. Bira şişelerinin üstüne.

***

Kızım bak...



"Şekerim, köpek edeceksin kendine, kulun kölen olacak. Kapında yatacak"
"Ay evet yaa, kendini çekeceksin biraz, ulaşılmazı oynayacaksın"
"Tabi kızım, bırak koşsun peşinde. Tersine dönmesini mi istiyorsun nedir yani?"
"Nefes aldırmayacaksın ama. Ensesinde biteceksin yeri gelince. Yerini yurdunu unutturmayacaksın"
"Köpek olacak köpek!"

Çüş ama. Cidden. 

N'oluyorsunuz kızlar? Hayırdır inşallah? Çok istiyorsanız bir köpek 
, gidin barınaktan sahiplenin, şaşırmışsınız. 

Bu insanlara bu düşünceleri kim nasıl aşılıyor bilmiyorum. Açıkçası bu düşünce şeklini nasıl benimsiyorlar onu da çözebilmiş değilim. Sakat, çürük bir bakış açısı. Kime neyi kabullendirmeye çalıştıkları belli değil. İkiyüzlülüğün zirvesinde ip cambazlığı. 5-6 kız bir araya gelip bir kahve masasına oturulmuşsa biri itin g*tüne sokulacak, o belli. Ama bu kendini üstün ırk görme, bu kendini ağırdan satmaya çalışırken ucuzluğun dibini görme, bu stratejiler küstah tavırlar. 

Gerçekten mide bulandırıcı. 

Bunların anlamadığı bir kaç şey var. Bu tutorialda sizlere illustrator kullanarak mantıklı düşünmenin yollarını anlatacağım zalım kızlar. 

1) Kime ne?: Bunu kendinize sormayı unutuyorsunuz. Bunu sık sık kendinize sorsanız aslında sorun falan kalmayacak. Bir şeyler yaşıyorsunuz. Ya da bir şeyler yaşayamıyorsunuz. İyi kötü, özel değil, neyse. Olup biteni kendinize saklamayı öğrenemediniz. Ağzınızı yaya yaya kız arkadaşlarınıza sevgilinizi ince ince anlatmaları bitiremediniz. Kavgalarınızı anlatıp iki aciz "sen haklısın" duymak için yerin dibine soktuğunuz adamla hala beraber olduğunuzu unuttunuz. Uluorta ağlayıp bağıra çağıra küfürler ettiğiniz adamla ertesi gün aynı mekana sarmaş dolaş gelebildiniz. Kime ne diyip kendinizi rezil etmemeyi bir türlü öğrenemediniz. 

2) Stratejiler, planlar...: İlişkiye bakış açınız çok enteresan. Gerçekten karşınızdaki insanı küçük görüp kukla etmek ve onu elinizde oynatmak istiyorsunuz. Ya da ne bileyim onu yola getirmeye çalışıyorsunuz çünkü sizin istediğiniz yoldan gitmiyor. Veya buna benzer şeyler. Aciziyetiniz büyük boyutlarda. Saygısızsınız. Aşkım aşkım diye öldüğünüz insanı küçük görmeyi kendinize yedirebilmeniz çok ilginç. Üç beş salakça plan yapıp onu kontrol edebildiğini düşünmek falan. Neyin yarışı neyin kazancı derdine düşmüş olabilirsiniz? Derme çatma akıllar alıp stratejiyle ilişki yönetmek ne tür bir özgüven ola ki? İçten mi oluyor sizin plan programla yürüttüğünüz ilişkiler? Çok mu doğal oluyor, sosyal deneylerinize alet ettiğiniz sevgilileriniz? Böyle mutlu olabiliyor musunuz ki gerçekten? Stratejiyle ilişki mi yürütülür afedersiniz de gerizekalı mısınız?

3) Ölçüsüzlük: Ne istediğinizi bilmiyorsunuz. Ne aradığınızı ne beklediğinizi ondan bundan aldığınız akılla, okuduğunuz dergilerdeki kitaplardaki angut yazılarla belirliyorsunuz. Saçmalamayın. Zaten şöyle bir sevgili istiyorum böyle bir sevgilim olsun diye bir şey yok. Bu işler ne sipariş üzerine oluyor ne de otomobil almaya benziyor. Beklentileri öyle bir yükseltiyorsunuz ki hayatınıza kim girse bir kulp takıyorsunuz. Mutlu da olamıyorsunuz, mutlu da edemiyorsunuz. Karşınızdakini de öyle yönlendirmek çabasındasınız. Şöyle yap, böyle ol, şu şekilde davran... Sanal bebek mi arkadaşım bu, ver komutu gitsin. Sizin amacınız bir insanla güzel vakit geçirmek falan değil, manipülasyon. Değiştirmekle uğraşıp durursunuz sonra da otur ağla. Kabullenmeyi bilmek gerek. 

4) Genellemeler: "kaçan kovalanır" "naza çekmek" "mesaja geç cevap vermek" "umursamaz tavır" ve türevleri. Sizin bu çok bilmiş klişeleriniz de kasıntı ilişki uzmanlığınız da yerin dibine batsın. İşiniz gücünüz entrika olmuş. Bunlarla bir yerlere gelebilmiş olan var mıdır merak ediyorum. Beyninizle düşünün biraz. Kaçan kovalanırmış. Cehennem olsun gitsin ne kovalamasından bahsediyorsunuz, oyun mu bu? Mesaja bilerek geç cevap vermek. ALLAHIM AYNŞTAYN KONUŞTU. Off geç cevap veriyor ne kadar havalı. 

5) Gerçekten canım sıkıldı var ya yazarken. Bir tiksindim. Son maddeyi de en ağırına ayırdım; TRİP! At-ma-yın. Kurban olayım trip atmayın. Tavır almayın. Laf sokmayın. Uzatmayın. Canınızı sıkan bir durum mu var, söyleyin. Anlatın bitsin gitsin. Üç gün aynı konuyu dilinize pelesenk edip gözlerinizi devire devire tavırlara girmeyin. Benim için ve bir çoğu için de bir insandan soğutan yegane şeydir bu. İçini kaldırır insanın, usandırır. Sebepsiz yapılanı daha beterdir, kabir azabıdır. Karşınızdaki de insan. Belki konuşsanız anlatsanız her şey yoluna girecek. Ama yok. O default geliyor galiba. O trip atılacak. 

Yazsan milyon tane yazarsın aslında. Ama gereksiz. Hepsi aynı kapıya çıkıyor çünkü. 

Birini değerli görüp hayatınıza alıyorsanız, önce ona saygı duymayı öğrenmeniz lazım. Köpek etmek falan gibi toplara girip onu küçümsememeniz lazım. Başkalarının yanında öyle yerin dibine sokmamanız lazım. Stratejilerle bilindik dergi testleriyle ilişki yürümez. Ona zaten ilişki denmez. Hayatınızda sizin yönettiğiniz, Pavlov'un şartlandırma tekniğiyle yola getirmeye çalıştığınız insanları istemeniz nasıl bir mutluluk anlayışına sahip olduğunuzla ilgili bir fikir veriyor zaten. Birbirinizi dinleyip konuşup kendi sorununuzu kendi içinizde halletmeniz lazım. Anlayışlı olmak yeri geldiğinde susmak da lazım. Dengeyi sağlamak için planlara değil sağduyuya ihtiyaç var. Dengesizliğinizin acısını başka insanlardan çıkarmayın. 

Angutyus kız arkadaşlarının gazına gelip onların yazdırdığı mesajlarla ilişki yürüten var. 

Tamam kabul, ben de eksper sayılmam. Ukalalık yapmak istemem. Her şeyi bilirim havalarına da bürünmek değil amacım. Kabullenemeyebilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz. Eh, siz bilirsiniz. Ben huzurluyum, siz değilsiniz. Artık matematiğini siz yaparsınız. 

Not: amacım da bir cinsiyeti aşağılamak falan değil. Yönelimi ne olursa olsun, insan insana yapmasın şunları. Kahveci köşelerinde ilişki nasihatleri veren akıllı kanka dışarıdan nasıl göründüğünü bir göre bir duysa üç gün evden çıkmaz. Kendinizi kandırmayın. Vaktinizi boş beleş şeylerle öldürmeyin. Olanın kıymetini bilin. Salak salak konuşmayın. 

Değişik


Nicolas

Başlarda her şey çok güzeldi.

O hoşa giden ufak ayrıntılar dünyama renk getirdi sanmıştım. Ne kadar farklı olduğunu düşündürmüştü bütün o bilmeden yaptıkları. Kendisi de farklıydı evet ama onu o yapan ayrıntılardan çok onları sadece onun yapabileceği ayrıntılar…

Bunlara odaklanmak bana pahalıya mal oldu.

Başından başlayayım.

2002 yılında, henüz saçlarım beyazlamamışken ve henüz gittiğim barda “her zamankinden” kalıbını kullanamıyorken; yanımdaki bar taburesinde bir konuşmaya kulak misafiri oldum. Telefonda birisiyle konuşmak her zaman zor olmuştur; özellikle karşıdaki sizi dinlemeden bağırmaya devam ediyorsa.
O bunda hiç zorlanmıyor gibiydi. Yani ortamdaki loş müziğe ve hafif ışığa rağmen ben dahi telefonun öbür ucunda bağıranın sesini duyabiliyordum; ama o buna hiç tepki vermiyordu. Sadece elindeki bardağı hafifçe döndürüyor, bazen hızlı bazen yavaş ve içkiyi bardağın içinde tutmaya çalışıyordu. Doğru tercih. Dikkatini başka yere yoğunlaştırıyordu ve telefonun diğer ucundakine küfür etmemek için bir mazereti oluyordu. Telefondaki ses sustu. O da bardağı bıraktı, kuruyemiş kasesini önüne çekti, fıstıkların kabuğunu içine ufaladı, ama yemedi. Bana uzattı. Ona odaklandığımı fark etmişti sanıyorum. Şaşkındım. Yüzüne, telefonu da göstererek “çaresizlik” ifadesini yerleştirmişti ve bana soyulmuş fıstık uzatıyordu. Fıstığı alırken bardağımı minnettarlık göstergesi olarak ona doğru kaldırdım. Burukça gülümsedi. Taburelerimizi birbirimize döndürdük. Telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırmış, Antep fıstığını açmaya uğraşıyordu. Tırnaklarını yeni kesmişti belli ki, bu onu biraz zorladı. Ama açtı. Fıstığı bana uzattı. Sonra bir tuzlu fıstık. Sonra bir badem. Derken o telefondaki sesi arka fona sabitlemişti ve beni besliyordu. Ben de hiç yadırgamamıştım. İçkilerimizi tazeletiyor, kabukla çer çöple uğraşmadan kuruyemiş ziyafeti çekiyordum.
Bu bir yarım saat kadar sürdü tahmin ediyorum. Susarak kurduğumuz iletişimimiz yani. En son bahtıma düşen beyaz leblebiyi de bana verdikten sonra, içkisini fondipledi, kalktı, bardak altılığının altına cebinden kırış buruş çıkardığı yirmiliği koydu, beni bir yanağımdan öptü, omzumu sıvazladı, selam çaktı ve çıktı gitti. Giderken arkasından bakakaldım. Telefonu diğer eline aldı ve görüş mesafemden çıktı.

Şimdi…

Etkilendim. Hem de fena şekilde. Bu kimine göre olağan olabilir. Kimine göre bir sarhoşun günlük rutini. Kimine göre 6 yaşından beri koleje gitmiş, zengin bir ailenin rahat tavırlı – ya da geniş evladı. Bilmiyorum. Etiket yapıştırmak istemiyorum. “Acaba yarın da gelir mi?” diye düşünmeye başladım. Ama yarın da geldiğinde aynı şekilde elinde telefon, bana bir şeyler yedirip kalkıp giderse; o zaman bu bir rutin olacak. Bütün etkisi kalkıp gidecek. Ya da yarın geldiğinde yanıma oturup en normalinden bir tanışma ve konuşma başlattığı zaman; yine aynı şekilde bütün efsunu kaçacak. Ben ne istediğimi bilmiyorum. Ama beni şaşırtmasını istiyorum.

Tek istediğim beni şaşırtmasıydı. Sürekli.

Ve bu pek mümkün olmuyor her zaman.

Başlarda tanımadığı insanlara gösterdiği bu sıcakkanlı tavır hoşuma gitmişti, ama bunun sadece benimle kısıtlı kalmadığını gördüğümde, bu tavır yerin dibine batsındı.

O gün telefonda sus pus sadece karşı tarafı dinlemesi çok enteresandı, komikti. Ama onu her aradığımda tek kelimelik cevaplar aldığım zaman, o gün benim oturduğum bar taburesinde belki de başkasını kuruyemişle beslediğini düşünmeye başladım. Umursamazlığı hoşuma gitmişti ama umursanmamak fevkalade sinirlerimi oynatıyordu.

O bol pantolonunun cebinden topak halinde parasını çıkarışı. İçtiği kadarını ödeyip cehennem olup gidişi. Vay be. Ama insanın da bir cüzdanı olmalı. Kimliksiz dışarı çıkmak çok da cazip değil neticede. Para buruşturmak da neyin nesi sanki…

Pespaye giyinişi. Lastik ayakkabılarının eskimişliği. Aynı pantolonla bir ay otostop çekip sokaklarda yaşadığını anlatması. Aman yarabbi. Ama bu bir süreç değil bir yaşam tarzıysa pek çekici olmuyor. Onu bir akşam yemeğine çıkarıyorsanız ve takım elbisenizle masada onu bekliyorsanız, en azından topuklularını giymiş olduğunu görmek istersiniz, yırtık bir kot pantolon ve kapşonlu bir montla değil.

Başlarda  geçen senelerde gittiği tearoomları anlatışını bile heyecanla dinlerken; sonraları bu beat muhabbetine gelemediğimi fark ettim.

Önleri uzun arkası üç numara kazılı katran karası saçlarına bayılmıştım; ta ki upuzun kıvır kıvır sarı saçlarını o hale getirdiğini öğrenene kadar. Hem de bir iddia için.

Makyaj yapmanın ona göre olmadığını, kullandığı tek makyaj malzemesinin, dudaklarına renk vermek için içtiği üzüm suyu olduğunu söylemesi, ondan daha doğal kimsenin olmadığını düşündürmüştü bana. Ama gözaltı morlukları beni her geçen gün daha da itiyordu.

Başlarda bu yalnız tavırları çok çekici geliyordu, bu alıp başını gitmeye pek müsait hali falan. Ama bir arkadaşımla bile tanışmayı istemeyecek kadar yabanıl oluşu, beni öfkelendiriyordu.

Bu ve bunun gibi şeyler işte. Beni çeken ne varsa, sonrasında itti.

Aylak Adam’da bir bölüm vardır:

“…Böyle bir gün tatlıcıda bir kadınla tanıştı. Kadının çocuk gibi sık sık burnunu çekişi, onu daha kadınlaştırıyor, hoşuna gidiyordu. Üç gün sürdü. Sık sık burnunu çekiyor diye kadını bıraktı.”

Mesela…

Belki de sadece o geceyle kalmalıydı. Beni şaşırtmasını beklemeliydim, 11 yıl boyunca. Ve anlatabileceğim müthiş bir hikayem olsaydı. Şimdi hikayeyi orada kesip anlatamayacak kadar çok şey yaşadım, hepsi de hatırlamayı istemediğim cinnet hikayelerimle sonlanıyor.

Farklılıklar güzel olabiliyor. Ama sürekliliği bir süre sonra bayıyor.

O yüzdendir ki filmlerde marjinal aşıkların ilişkileri hep filmin sonunda başlar. İzleyici sevinir. İzleyici sevinsin diye bir araya getirilmiştir karakterler. Ama film bitmiştir. O tutkulu aşkın nasıl sürdüğünü, hatta sürüp sürmediğini kimse merak etmez.

Ben söyleyeyim. Sürmedi. Sürmüyor.

Uyarı

Öykü geliyor. Ama ondan önce,

İkaz edilmek beni deli ediyor. 


Bir uyarı aldığım vakit aşırı tepkiler verebiliyorum. Sanki o an beynimde bir şalter varmış da o kişi onu kaldırıvermiş gibi. Samimi olmadığım biri el şakası yapmış gibi. Kulağımın dibinde yüksek sesle konuşuyormuş gibi. Ya da işte küfür etmiş gibi. Evet daha ziyade sanki bana hakaret falan etmiş gibi. 

İkazı kendime yediremiyorum galiba. Sanki hani 'sen uyarmasan biz doğruyu yanlışı bilmiyoruz' psikolojisine giriyorum. Muhakeme yeteneğimizi kaybetmedik çok şükür. Yanlış bile olsa yaptığım ve ben bunun farkında da olsam biri beni uyardığı anda kabullenmekten vazgeçiyorum. Karşı çıkıyorum. Öfkeleniyorum. Hatta saçmaladığım bile oluyor o esnada. Saçmaladığımı biliyor da olsam susturamıyorum kendimi. 

Oğrencilik hayatım boyunca kurallara hassas davranmam bundandı. İlkokulda okul içine girdikten sonra herkes gömlekleri dışarı çıkarırdı, ne bileyim müdür yardımcısı çoğunu uyarırdı, odasına çağırırdı falan. Ben bu muameleye maruz kalmamak adına sınırları aşmaya pek gönüllü olmadım o açıdan. Gömleği eteğin dışına çıkarsam neee çıkarmasam ne. Kel müdür yardımcısının o kadar insanın içinde beni rencide etmesine ne gerek vardı, arma da duruversindi boynumda. 

Bu hep böyle oldu. Üniversitede bile. Yani bu üniversitenin doğasına aykırı bir durumdur çoğu için. Özgürüz biz höyt çimlerde yuvarlanıp amfide sandalyelere basarız hede hödö tipler için yani. Koridorda sigara içmeyiniz tabelasının önünde sigara içerken fotoğraf çektiren aşırı marjinal çocuk için. Aman ne büyük anarşist çıktın öyle bişey yapınca, offf amma da kural çiğnedin hadi hemen evlenelim çok havalısın! Öküz. Ne oldu şimdi sen koridorda sigara içtin de ne oldu. Hademe geldi azarladı seni. Sen de kuzu kuzu söndürüp izmariti çöpe atmadın mı? Ha Bakunin? Hademeye çıkışamadın hiç, hani profesör gelse dumanı suratına üflerdin? Yaa işte olmuyor demek ki öyle. 

Mesela o durumda ben olsam, hademe başkan gelse beni azarlasa. Ölçüsüz tepkiler veririm kabul. Ama işte o duruma düşmeyi göze almadığım için de aşırıya kaçmam. Kural varsa uyarım. Bitti. 

Bozuluyorum biri beni ikaz edince. Tüm keyfim kaçıveriyor anında. Az biraz vurdumduymaz olamadım ki hep o sebepten zaten. Mesela bugün arkadaşlarla birer kahve  için buluştuk. Liseden açıldı muhabbet, aklımıza geleni masaya yatırdık, kahkahalar attık bilmem ne. Eh, biraz dozu kaçırdığımız doğrudur, çünkü hepimiz de kahkahada desibeli tutturamayan insanlarız. Sonra yan masadan bir optik entel "arkadaşlar afedersiniz" diye beni bir dürttü. Döndük. Son derece ılımlı, çevre aktivisti kılıklı, tiyatro eleştirmeni ve sanat yönetmeni olduğu fularından ve her halinden belli olan bu sarı bıyık ses tonuna hafif bir hınzırlık ekleyerek "gülmek güzel ama" temasını ekledi ve devam etti.  "Kendi sesimi bile zor duyuyorum lütfen biraz daha..." Gerisini dinlemedim. Kıl bir gülümseme takınmış, Pixar karakteri mimikleriyle konuşmaya devam etti. Ben de elimde tuttuğum kupayı hızla sol şakağına indirdim. Kaşı patladı ve biraz da kanadı. "Aman Tanrım" diye zırlıyordu ve onun sesini duydukça ben iyice öfkeleniyor, elime geçirdiğimi kafasında paralıyordum. En sonunda sandalyeyi iki defa sırtına çaldım ve kalkıp hızla eve koştum. 

"Lütfen biraz daha yavaş arkadaşlar :))))))". Ortamın tadı bozulmasın diye tuttum kendimi sesimi çıkarmadım. Ama tadım kaçtı tabi. Muhabbetin de içine limon sıkmıştı zaten. İki kelam daha edip dağıldık. Düdük makarnası. 

Adam haklıydı ama ben ne yapayımdı. Uyarmasaydı.