hayır.

“Hiç olmadık bir zaman” da.

“Hiç beklemediğim bir an”da.


İnsan ölümü oldurabilir mi ki zaten? Bekleyebilir mi? Olasılık dahilinde olsa bile insan ölümü kapıda karşılayabilir mi?



Yakıştırabilir mi?

...

id

“Peki sen kimsin?”

Ben mi kimim? Ben bunu on saniye önce de izah etmiş olanım. On dokuz saniye önce de. Yirmi iki. Otuz yedi. Sen sordukça kim olduğunu anlatanım. Kendimden nefret edecek kadar çok anlattım kendimi. Bir diğer soru işaretine kadar karakterimin kıyısında köşesinde ne varsa onu arıyorum her seferinde. Aslında senin beni tanıyamayışın, bana kendimi daha iyi tanıyabilme yetisi veriyor. Bu kayıp bir kurşun kalemi ararken dolma kalem setine rast gelmek gibi. Ve her zaman öylesine şanslı olmuyorum.

“Kimsin sen?!”

Adımı biliyor musun benim? Bilme. Çünkü aslında hiç fark etmez. Sadece gözlerimi hatırla. İyi bak bana. Göz bebeklerimin bir anda nasıl büyüdüklerini hissedebiliyorum. Yanaklarımın alev aldığını. Bir kirpiğimin düştüğünü. Senelerdir oraya oturup bana kim olduğumu soruyorsun ve ben göz bebeklerimi bile hissedebiliyorum. Her bir hücremi hissedebiliyorum. Temas olmaksızın. Bende yarattığın bu aşırı duyarlık, kendimden ürkütüyor beni. Kendimi aramayı bıraktım. Kendimi buldum diyemem. Kendimden usandım. Hiçbir esrarı kalmayan bu bedende tıkılı kaldım ve her saniyeyi her şeyi duyumsayarak geçirmek, bundan daha fazla sıkıştıramazdı beni. Sen hiç beynini hissettin mi? Ya da göz bebeklerini?

Birazdan tekrar soracaksın. Üç dakika sonrasında bir kere daha soracaksın. Eğer bu sefer becerebilirsen aramızda yedi buçuk dakikalık bir sessizlik olacak ama yarım dakika daha dayanamayacaksın, sekize tamamlayamayacağız. Tıpkı tamamlayamadığımız diğer şeyler gibi, bu da yarım kalmaya mahkum olacak. Dile getirmediğimiz bütün düşünceleri idam sehpasında bıraktık, düşünmüş olmamız yetmedi, bunları söyleyemedikten sonra hiçbir şey ifade etmiyorlardı çünkü. Geride bıraktığımız çok şey oldu. Sen unutmuş değilsin belki de. Belki de sadece o odanın ışıklarını kapattın. Belki kapısını biraz zorlasak, rutubetten şişmiş tahta kapıyı biraz itsek, elimize kıymıklar batsa, açılınca suratımıza yosun kokusu vursa, ama açılsa. Bir şeyler anımsatırdı sanıyorum. Işık olmasa da, net olmasa da, silüetlerin kokusu, odadaki pusun sesi, lamba zincirinin cehennem kadar soğuk oluşu bir şeyler anımsatırdı, evet evet, kesinlikle anımsatırdı. Ama sen o lambanın zincirini çekmezdin bile. Unuttuğun için değil, korktuğun için.

“Peki sen k…”

Gözlerinde merak yok, bunu görebiliyorum. Aslında her söylediğim, her yaptığım, en ufak mimiklerimden en büyük tepkilerime varıncaya dek her şey sana bir cevap veriyor. Ama sen cevap aramıyorsun. Benim kim olduğum hiç umrunda değil, kim olduğumu zaten biliyorsun. Sen sadece soru sormanın heyecanına kapılmışsın ama aynı sorudan öteye bir adım dahi atamamışsın. Alacağın cevaplar ne kadar netse o kadar korkmuşsun. O yüzden, bana hayatım boyunca cevaplayabileceğim kadar buğulu bir soru sormayı tercih ediyorsun. Kendimi açıklamak isteyişimin hiç bitmeyeceğini biliyorsun. Bu konuda hiç susamayacağımı. Dinlemesen de görebileceğini. Gidemeyeceğimi biliyorsun. Gitmeye niyetinin olmadığını da ben biliyorum. O kadar iyi biliyorum ki, artık git de demiyorum. Sadece bekliyorum. On bir dakika sonra bir kez daha soru sormanı beklediğim gibi. Tekrar.

Bu kadar hızlı geçeceğini bilemedim zamanın. Bu kadar çabuk geleceğini tahmin edemedim. Belki de bana hiç gidecekmişsin gibi gelmedi. Belki de bu sadece Kelebekler Vadisi'ne gidişin gibiydi bende, ya da Çanakkale'de geçireceğin 6 boğucu gün gibiydi. Sadece önceden alınmış bir uçak biletin vardı ve yanmasın diye gidiyordun. Sadece gitmiş olmak için. İtalya turuna gider gibi. Tur otobüsündeki sarışın çocuğun saçlarını sevip geri dönmek için. Ya da sadece Dali için. Sadece oyuncak müzesi için. Sadece One Love için. Sadece öylesine.

!f Kısa Film Festivali'nde Boy'u izlemeye hazırlanırken suratını ekşitmiştin. Gidemeyeceğin için giden diğer 8 kişinin ortalamalarını ezbere söylemiştin. Bir diğer Festival'e de daha mutlu gelmiştin sonra. Geç gelmiştin, en son sen gelmiştin, Striptiz içlerinde en kötü filmdi ama sen sevmiştin, anlığını çıkarıp turuncu bir kalemle not bile etmiştin. İki festival arasında yaşam çok çabuk değişmişti. Aylak'ta gideceğini konuşmuştuk bile, artık çok geçti, konuşmuştuk işte, konuşmasaydık gitmeyecektin belki de. Gittiğini bilmezdim belki de, olamaz mıydı öyle yanılsamalar.

İki anlık arasında ne çok şey değişmişti. Ben senin için bir Journal wreck edecektim, ama sadece iki düğme dikebildim o son sayfaya. Son sayfanın sağ sayfa oluşu, son sayfanın benim oluşu, o an masada tam 11 kalem oluşu, o an masada ilkokul hatıraları ve sıcak çikolataların oluşu, lomosuz geçirdiğimiz son gecenin o gece oluşu, uzun saçlarla son fotoğraflarımız ve saatin çoktan dokuz buçuk olmuşluğu.

Iron Man tişörtünle çıka geldiğin Havelka günü, belki de "seni daha fazla özleyemezdim" dediğim gün. Haftalar sonra birbirimizdeki değişikliklerden bahsederek geçirdiğimiz, masada 9 kişi yokmuş gibi dakikalarca kitaplar ve filmler hakkında fısıldaşmamız. Giderayak bir acele ajandamın rastgele bir sayfasına yazdıkların ve sarı çantan. Evet, seni daha fazla özleyemezdim. İdim. Bundan sonrasıyla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Çünkü, turuncuyla, "yaşam korkunç ağır."

Sturgess yeni film çekebilir, Alex Turner Mayfest'e gelebilir, Bon Iver yeni albümüne dizzymisslizzy adını verebilir, Bülend Özveren haydi çocuklar diye bağırabilir, Hakan Günday yeni kitap yazabilir, J.Cullum'la Meat the Beatles düet yapabilir, Retrox mantarlı krep ve birayı doğumgünümüzde hediye verebilir, ben belki Tutunamayanlar'ı bitiririm, Havlu Günü'nü kutlayabiliriz Bilkent'te, haftada iki gün şifre göndermeye devam edebilirim, Cinebonus'ta bedava film izleyebiliriz, İmge'de kendimizi kaybedebiliriz ve belki cemaatçi kırtasiyelerden kalemler almaya devam ederiz. Sana verdiğim her yeşilci kalemi kaybedebilirsin. Konur'da yürürken şarkı söyleyebiliriz, belki Octopus's Garden'ı çalabiliriz, Barış sen ve ben tekrar bir grup kurmaya girişebiliriz, alışveriş merkezlerinde sosyal deneyler yapabiliriz, ben belki on ikiye kadar seninle büyük evi ablukaya alırım ve belki de balkabağına dönüşmem. Ve daha bir sürü şey. Ve bu milyarlarca şey için sen gelene kadar beklemem gerekecek. Umalım da bunların hiç biri sen yokken olmasın. Denerim. Zamanı durdurmayı değil belki ama alışmayı denerim.

Dramatize etmek çok bayat. Elvedaların da öyle olması gibi. Sarılmayı, kokuyu depolayamamak gibi. Ayrılırken gayriihtiyari görüşürüz demek gibi.

Paul'e söyleyeceğim, sana mesaj atacak. Ve son mesajı o atmış olacak. Polonezköy'den. Sen de Polonya'da tweet atacaksın, tumblr'a tümbülr diyeceksin içinden ve bana bir karpostal göndereceksin.

Ben senin için her sabah Modern Sabahlar'ı dinleyeceğim. Güvercinleri kovalayacağım. Bir de belki mezun olacağım.

Dikkatli git, varınca ara.

population trap

Az önce yürüttüğüm bir piyasa araştırması sonucunda bölüm insanlarının yüzde yetmiş ikilik çoğunluğunun, dönem başında verilen ödevi final öncesi geceye bırakmış durumda olduklarını öğrendim.

"Alo, n'aber karşim?"
"N'olsun ya ödevi yapıyorum."

"Alo, n'aptın ya?"
"N'apalım işte, ödeve kasıyoruz."

"Alo?"
"..."
"Aloo?"
"..."
"Lan?!"
"..."
"Ölü müdür nedir, alın bunu dışarı."

Ayrıca VAR testinden elde edilen bulgularla, yarının kardan tatil olacağına bel bağlamış yaklaşık 18 kişi, yarattıkları spekülasyonla insanların aklını bulandırıyorlar. Nitekim, öyle bir dünya yok. Tatil matil yok arkadaşım, işimiz gücümüz var bizim, bitse de gitsek planlarımız var.

Neyse, ben sizi Türkiye'nin sürdürülebilir borç oranıyla başbaşa bırakayım. %39,4! Ben buldum da bunu. Uğraştım.

Hadi kopuyoruz.



Sonra da bu.

MDG's

Bir yere Post-it yapıştırınca, o kağıdın alt köşeleri yukarı doğru kıvrılır, yapışkanlı kısmı da tutunmamak için direnir; bir kaç gün sonra yere süzülür ya. Hah işte öyle Post-it'in de Allah belasını versin. Sen hayatta olma amacını bile gerçekleştiremiyorsan ben sana daha ne diyeyim. Ha şu da var, '... süzülür ya...' dan sonra şöyle devam etseydim mesela, "işte öyle hissediyorum şu günlerde" deseydim, çok havalı olurdu. "Hayat çok karanlık yea"dan bir girerdim, sonra sabahlar olmasın. Tutunamayanlardan da Olric Molric bikaç cümle yazardık şimdi seni kıracağıma kafamı kırmam ama seni de kırmam bence.

Rektörümüz değişti değişeli bir heyecandır aldı yürüdü kampüste. Kütüphanede gece yarısı çorba ve çay ikramı ile sesini duyuran Prof. Dr. A. Murat Tuncer, daha sonra maille bilgilendirdi bizleri, "kanka yarın K salonunda bi konuşalım işiniz yoksa, muhabbet ederiz" kıvamında. Haftasonları da kütüphaneyi 24 saat hizmet verir hale getirdi sağolsun. Twitter'dan da Abdullah Atalar tarzını yakaladık mı tamamdır:

İçten insanın hali başka.

Görüldüğü üzere, kedi seven adamdan zarar gelmez. Benim rektörüm işini bilir. Bu sene son senem benim, Para Sermaye'den B1 yetiyo hocam.

Vedalardan nefret ediyorum.

Suluboyada renkler birbirine karışırdı da ben hiç bir rengi hakkını vererek kullanamazdım. Hiç tam beyazım olmadı. Pastel boyada da ilk siyahım biterdi. Hani önce kağıdı bütün renklerle boyardık sonra da üzerine siyahla boyayıp en son o siyah tabakayı bir iğneyle falan kazırdık da kazıdığımız şekiller renkli renkli olurdu hatırladınız mı? "işte öyle hissediyorum son günlerde..." Ben kaptım bu işi.

Konşuda açılış vardı gittiniz mi? Partiyi kaçırdınız gerçi deli eğlendik. Hiç masraftan kaçınmamış dolmuş ayarlamış hepimizi partiye dolmuşla getirtti. Genelkurmayın oradan geçerken çökmedik bile, çıkardı verdi parasını, aybenböyleadamgörmedim.

WHO diyince Dünya Sağlık Örgütü yerine grup olanın aklıma gelmesi, benim doğru bölümde okuduğuma kanıt. Allahtan OECD diye grup yok.

Cinebonus ve D&R, bak buraya. Bana her gün bülten göndermeyin! Her gün de göndermeyin be! Şunlar yeni, şunlardan al, bak bu filmi yeni getirttik gelmezsen darılırım... En azından şu son haftamda bana biraz destek olmanızı beklerdim. Mail atmayı biliyorsunuz, iki Kalkınma notu çektirip gönderemediniz eve. Şirket olmuşunuz ama adam olamamışınız!

Havayı Koklayan Adam ile de seviyeli bir ilişkimiz var. Her gün günaydın ve iyi geceler temalı iki mesajını gönderir. 3 günlük hava durumunu verir, altına da not düşer, bugün şemsiyeni al, içine atlet giy, yarın sis olacak bence okula gitme gibi. Ama aynı seviyeli ilişkiyi TEB ile kuramadık arkadaş. Kuramadık. Gece 2'de mesaj geliyor, 4'te bi geliyor. 5 KERE AKARYAKIT ALANA POLATLIYI HEDİYE VERİYORUZ! Hayır ben o işlerin nasıl döndüğünü iyi biliyorum. İktisatçı insanız. Ben 5 kere alışveriş yaptığım zaman kredi kartımla, o mağazadan ya da işte neyse artık, komisyon kesiyorsun, o komisyonları da bana geri hediye ediyorsun. BENİM PARAMLA BANA ARTİZLİK YAPIYORSUN!

O reklamların altına düştüğünüz 1,5 puntoluk "yalnız sadece gün içinde 5 kere akaryakıt alırsanız ve adınızın ikinci harfi "ğ" ise veriyoruz hediyenizi..." dipnotlarını da ayrıca konuşucaz senle, gömleğini içine sok hayvan herif o saçların hali ne?!

"Polis banyonun kapısından, neden onları aramadan önce bir galon çilekli rom hazırladığımı soruyor. Çünkü ahududumuz bitmişti. Çünkü aslında hiç farketmez."

Ayrıntılara takılıp resmin tamamını görememek bir görme handikapı mıdır bilmiyorum ama canım acayip çilek istiyor. Mevsimler sadece hava durumuyla yetinmeyip bize karşı sebze meyve kozunu da oynuyorlar ki daha çok özleyelim. Adam gibi domates bile yiyemiyoruz, aldığım domatesleri gidip pazardaki adamın kafasına atasım var, "domates istedik yeşil elma vermişsin ne be bunlar!" Domatiz. Gideyim de yemek yapayım.

Ders çalışmamak için elimden gelenleri başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum. "Daha erken yea, gece çalışırım." Sonra beş dakika sonra gece oluyor. Adaletin bu mu dünya? Spihoniçki; doğada adalet olmadığını kavramanın getirdiği yalnızlıkmış. Mesafelerin getirdiği yalnızlık n'olacak?

okyanus

Ve bugün bir şarkıdan daha nefret ediyorum.

Başta çok güzel olacağını düşünerek, sevdiğim şarkıları alarm zili olarak ayarlıyorum. Güne güzel başlamak için sadece bu tür şeylere tutunmak ne kadar acıysa, o kadar acı çalıyor alarm da. Susmuyor. Gittikçe artıyor sesi, titreşimle birleşiyor ve sol kulağım bir matkapla açılıyor güne. Sonra titremekten bunalmış telefon, intihar etmeye karar veriyor, komodinden yere bırakıyor kendini. Ama hayat bırakmıyor onu, o titremeye devam ediyor. Matkap parkeleri delik deşik ediyor. “Geber! Beter ol! Uyan ve beni durdur! Erteleme, 9 dakika sonra tekrar deleceğim yoksa burayı.”

Uyanmak güzel halbuki. Her anlamıyla. Ama akşamdan soru ve şaşkınlığa yatırdığın düşünceler gözünü açar açmaz aklına geliyorsa, uyanmak bir eziyete dönüşebiliyor. Rüyada kalmak istiyorsun. Ömrünü lucid rüyalarla sürdürmek istiyorsun. Gerçi onu da alarm ziline dönüştürmekten korkuyorum. Çünkü anladım, süreklilik isteği, tek taraflı bencillik, doyumsuzluk; bütün bunlar bir tarafı tüketmekten başka bir işe yaramıyor, genellikle de birinci tekil şahsı.

Bugün bir şarkıdan daha nefret ediyorum. Ve bunun titreşimle falan hiç alakası yok. “Sorun sende değil, bende.” Böyle olmasını istemezdim. Bir de üzerine uyandım.

Yağmur yağıyor, dışarı attım kendimi. Yakamı kaldırdım, ellerimi cebime soktum. Paçalarımın ıslandığını hissedebiliyorum. Yavaş yavaş yukarı çıktığını. Kulağımda bir şarkı yine, her yağmurda olduğu gibi. Aynı. Ama onunla aramızdaki ilişki daha derin. Hiç nefret etmedim ondan. Sadece özledim, yağmur yağsa da dinlesem diye. Rüzgarın camlardan ıslık çalarak beni dışarı çağırmasıyla başladı ve ben kilometrelerce uzaktayım evden. Bir ışık yılı uzaktayım dünyadan. Olmasını istediğimden daha yakın bir ses. Farkına varmak istemediğim her şeyin yanından geçiyorum uçarak. İstemiyorum. Uğramak ve sekiz yüz sene düşünmek istemiyorum, geçip gidiyorum. Yağmur dinerse geri dönüp zihnimdeki hapsolmuşluğa teslim olacağımı biliyorum. Soru işaretinden gardiyanlar beni tıkacaklar yine o çok sesli zindana. Allah belasını versin böyle zulmün ve yağmur hiç dinmesin.

Dizlerimin ıslandığını hissediyorum. Nereye gittiğiminse bir önemi hala yok. Bugün eve farklı bir yoldan döneceğim. Ama farklı bir kapı yok girebileceğim. Bir insanın macerası da budur zaten, farklı yollardan mutluluk ve birbirinin aynı zorunlu sonlar. Sıkıcı. Ama öyle.

Koşmak istiyorum.

Trafik ışıkları asfalttan yansıyor, arabalar su sıçratarak geçiyorlar. Her yer çamur. Islak kediler kayıp. Güneş eksik. Birkaç şey daha.

İstediğim gibi düşünemediğim bir yürüyüş beni zorluyor. Belimden bir dala asılı kalmışım ve kıvranıp duruyormuşum gibi. Ya bırak da gideyim! Derin derin nefes alıyorum ama derin derin düşünemiyorum. Sürekli soru cevaplamak zorunda mıyım da zihnim bana bu oyunu oynuyor. Obsesyonun manası yok, bırak. Alışılagelmişlik sıkıştırmasın seni. Meraklarından arın. Her şeyi çözmek zorunda değilsin. Sadece bir sonraki adımını düşün. Ona da gerek yok gerçi, sağdan sonra sol, soldan sonra sağ. Bitti. Bu kadar basit.

Unutmak istiyorum.

Şarkılardan ettiğim nefreti de unutmak istiyorum, evin yolunu da. Bildiğim tüm şeyleri unutmak istiyorum. Varoluş krizine tutulmuş bir evsize bağışlamak istiyorum tüm bildiklerimi. Yolunu bulması imkansızsa, en azından yirmi küsür yıl kafasını bununla meşgul eder ve rahatlar diye. Rahatlarım diye.

Bahçeli bir evin yanından geçiyorum. Evin rengi çok güzel, çiçeksiz bir bahçesi var. Ama güzel gözüküyor. Yağmur yağıyor ama bütün camları açık. Kapıdan bir adam çıkıyor, elinde bir çanta, büyükçe. Adam gidiyor. Birisini arıyor telefonla. Geri gelmeyeceği o kadar belli ki. Bahçe kapısını ardından kapamıyor bile. Çünkü evi umursamıyor. Tıpkı camları kapamadığı gibi. Cehennem olup gidiyor. Arabasına binip gidiyor.

Telefonuma bakıyorum. Ekranı ıslanıyor. Şarkı bitmek üzere. Ben eve gitmek istemiyorum. Telefonum hiç çalmıyor. Şarkı bitiyor. Birisi omzuma dokunuyor. Neden sinirli olduğumu bilmiyorum ama sinirle dönüyorum.

Donuyorum.


Az önce annemle radyodan şarkı dinliyoruz. Tracy Chapman çalıyor. Anneme dedim ki, "anne bu kadın..." Cümlemi bitirttirtmedi (?!) Annem hemen itiraz etti, "adam?" dedi. Radyonun sitesinde fotoğrafı vardı o esnada, "oha adammış bu!" diye haykırdım. Senelerdir kadın biliyorum sonuçta. Sonra bizim kafamız karıştı biraz. Beş on dakika erkek sandık. Googleladık, fotoğraflarına baktık, çok baktık ama, kestiremedik çünkü. Sonra kadın olduğuna kanaat getirdik. "Demek ki en başta doğru biliyormuşum" dedim. "Demek ki fikirlerini değiştirmeyecekmişsin" dedim. "İlk işaretlediğin doğrudur, şık değiştirme" dedim. "Annene bile güv..." demedim, annem bilir benim. Erkek diyorsa bir bild... Öyle olmuyomuş demek ki. Neyse.

Allah senin bin belanı versin Eviews. Kurtulamadım senden bir türlü başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi lan! Kim seni programlayan ya, kim! O zaman serileri de bitmek bilmeyen veriler de yerin dibine batsın. Pislik. Nedir benim senden çektiğim, düş yakamdan artık ulan! Hayır kabahat bende, ne halt yemeye EKK kullanacağım da uçacağım da kaçacağım diye atar tutarsın. Yaz, ver. Bitsin gitsin. Ama yoook, hep sen yüz veriyorsun buna. Sus! Paralarım valla. Yürü lan odana! Cibilliyetsiz!






















Yemişim ekonometrik çıkarımını ya. Yapmıyorum! Kalırsam da kalayım be. Yapmıyorum. Çekilir çile değil.

Ya peki el üstünde tuttuğum iki gözümün çiçeği ödevimin bir türlü kabul görememesi. Seni niçin tatmin edici bulmuyorlar anlamış da değilim bebeğim. Halbuki ben seni ne çalışmalarla ortaya çıkardım, ne uğraştım didindim. Okumadığım makale kalmadı. Bilimsel yayın formatına yarım gün uğraştım. Her sunuşta karşı tarafın suratında tek mimik bulamamak, sanki uyduruk bir ödevmişsin gibi hissettiriyor değil mi? Sen sakın kendi üstüne alınma ama. Bence çok güzel oldun. Öyle spesifik bir konu olmayışın sadece kavrayışını güçleştiriyor. Kesin sonuçlarının olmayışı da bundan. Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla. Dünyayı kurtaracaktım ben lan o ödevle!

Bir Afrika ülkesini kalkındırmanın da hiç üzerime vazife olmadığını düşündüğümden henüz o ödeve başlamadım. Görüldüğü üzere final haftası öncesi projelere doyamıyorum. Doyamadığım için ağırdan alıyorum. Bitmesin, çok güzel çünkü. Neyse sınavdan önceki gece yaparım ya n'olcak.

Bitse de gitsek. Ne biliyim nereye.



Koca koca adamlar, hiç yakışıyo mu. Neyse 2:28 sonrası loopa alınmış durumda, birşey demiyorum. Konseregideydikiyiydi.

feeling the blanks.

Aç olmayıp yemek yapmak kadar ... birşey yok.

Her sabah mide bulantısı çekmek de ... dır.

Tutmamış, buza geçiş yapmış kar en ... dir.

Dudakların çatlaması kaçınılmazdır da yarılması ne ... birşeydir arkadaş.

Ben bu ... buzdan merdivenlerinde de kaymadıysam, daha da kaymam.

Böyle ... bir soğanla da sadece benim gibi ... biri konuşabilirdi. Soğansın lan sen, düşmanım mısın ... a bak ya!

Kediniz sizi duvara ... karşılıyorsa, ona kısaca ... denir. ...!

Çabaların takdir görmesini beklerken, itin ... sokulması biraz şey.

Senin ... ... ... ... ... ben. Sen değil. Şu ... ... olan.

Sen ... gibi davranırsan, ben de sana ... muamelesi yaparım.

Neşeli, al yanaklı servis şoförünü tersleyen … kız. Bozuk paraların yerlere saçılsın da toplayama bir türlü!

ofkors.

şu video da tree of life'tan daha anlamlı değilse...