operation mindcrime

  • Beni bazen sinirlendiriyorlar. Sinirlendiriyorlar ve bir insanın sinirlendiğinde verebileceği en doğal tepkileri yadırgıyorlar. Kendilerinde sinire dokunabilecek cümleleri kurma hakkını görüyorlar; ama iş, pek kıymetli cümlelerinin ardında durmaya gelince, ne yapacaklarını bilemeyip, gördükleri tepkiye, bir insanın, hadsiz bir insanın takınabileceği en yakışıksız tavrı takınıveriyorlar. En düzenbazca, en kendini bilmezce. Bunun nasıl bir ortamda nasıl bir durumda oluştuğu pek de ehemmiyet taşımıyor. Aslolan, kimin suçlu olup olmadığı da değil. Çünkü bu suç değil. Bu, bir monarşide en büyük suç "sonuçlarını bilmeksizin davranmak" olsaydı, darağacına giden yolda olmak olurdu. Ama içinde bulunduğumuz koşullar, bunun haklı çıkarılabilecek yollarının olduğunu gösteriyor. Paradigma değiştirmek bu bağlamda koşulları değiştirmeyecektir. Çünkü bu bir varsayım da değil. Bu rezil bir gerçek. Arkasına sığınacak güçsüz insanlar varoldukça da varolacak rezaletten bozma bir gerçek.

  • Sen bana bakıp, gördüğünü yediremeyip anlatmayacak, yediremeyeceğimi gördüğünü söyleyeceksin, ben de kabul edeceğim. Kabul edeceğim ve senin o basit hırslarınla donattığın küçük dünyanda senin etrafında sema edeceğiz.
  • Sen belki de en çirkin hakaretleri, bana yakın birisi olarak dostane tavırlarla dile getirirmiş gibi dillendireceksin, gözlerin tam aksini yansıtırken. Ben de diyeceğim ki amenna. Şartlandırma Merkezi'nde susmaya şartlandırıldığımdan itirazı bırak bir kelime bile etmeyeceğim. Çünkü sen Alfa'sın.
  • Sinirlenip reaksiyon gösterdiğimde de bir durup, söylediklerini bir çırpıda toparlayıp ne kadar adil olduğunu düşünmekle zaman kaybetmeyeceksin. Çünkü senin sinirlendirmeye hakkın varken benim buna ,agresif yahut değil, bir tepki vermem pek mümkün gözükmüyor. Çünkü senin o güçlü pozlarınla, bir iki şişirilmiş portrenle dolu duvarlarının arasında duo kavramının yeri yok. Adaletten bahsetmişken, senin o bodur duvarlarının arasında sadece yargı mekanizması tıkırında işliyor. Çünkü senin dünyanda adalet yok. Çünkü senin dünyanda herkes mahkum aslında, aksayacak, uzayacak tek bir dava bile yok; çünkü yargıcı da gardiyanı da egolarıyla karara varan, sabit görüşlü bir sen.
  • Bugün verdiğim cevaplar ve tepkimin yerindeliği hakkında sorgulama yetkisi ise egolarında değil ne yazık ki. Gerizekalı ergen tavırları, gölgesine sığındığın "alınganlık" zavallılığı, çocuk kavgalarında sarfedilen mantıksız sözcükler. Bunlar yeterince usandığım şeyler, bunlar her karşılaştığımda midemi bulandıran osuruktan teyyare zırvalar. Söyleyeceklerim bittiğine göre umursamazlığıma hoş geldin.

kar küresini kırmak

Kar küresi içinde hissettiğimiz günler geride kaldı. O günlerden geriye de yol kenarlarında buzlanmaya yüz tutmuş kar yığınlarıyla iki üç güzel kar şarkısı.

that secret that you know
that you don't know how to tell

it fucks with your honor
and it teases your head
but you know that its good girl
cause its running you with red.


Her gün evden çıkmak üzere eğilip ayakkabılarımın bağcıklarını bağlarken, her seferinde, suratıma eşşoğlusu air wick püskürüyor. Her sabah bir oda kokusuyla kavga ediyorum. Her sabah onu tekmeyle yere düşürüyorum, her sabah evden sinirli çıkıyorum. Onu kaldırıp başka yere koysam da, dolaba doğru çevirsem de, her sabah gözümü kör etmek için nişan almış, aldırılmış oluyor. Böyle intikamcı oda kokusunun allah belasını versin.

Tahammülsüzlerin, üşengeçlerin asbaşkanı : Greatest Hits düşkünü popülist dinleyici.

Gülme efekti kullanan radyocuya gelince. Hayır komik de değilsin, ne bok yemeye her cümlenin ardına bir kahkaha efekti giriyorsun. Pis ya, 2 dakika tahammül edemiyor insan.

Paramız çıkışmadığında tanıdık esnaf bizi yüz üstü bırakmaz, hatta onlar hatırlamasalar bile kendimizi hatırlatmaya çalıştığımızda "önemli değil, sonra verirsin" kibarlığını gösterirler. Ama allahın belası kartlı otobüs gecenin bir köründe- ve de beytepe eksi yüz yirmi dereceyken- bir türlü gelemeyince, gelip geçen dolmuşlara, halk otobüslerine bakıp yutkunuşlarımı bir ben bilirim. Ulan bir tanesini durdurup da "ben sizin sürekli müşterinizim, müdaviminizim." desem ne tepki verirlerdi acaba. Devamlı otobüs müşterisi, evet.

"Adam soyut değil soyuk çalışmış abicim." -Entelektüel sanat muhabbetlerinde zirve.

that secret that we know
that we don't know how to tell
i'm in love with your honor
i'm in love with your cheek
what's that noise up the stairs baby
is that christmas morning


"i'm in love with your cheek" bu kadar safça ifade edilemezdi sanırım duygular ve havalar çok soğuk. İçilen kahveler daha güzel artık. Camın kenarında karın yağışını izlemek, bardaktan çıkan buharın camı buğulandırması. Camı açıp içeriye bir avuç kar havası almak. Fonda çalan melodilerin kar tanelerini dansa davetleri. Her kar tanesinin hazin sonu, elimi uzatıp kar tanelerini avucuma biriktirmeyi istediğimde, avuç ısımda eriyip yitmeleri. Demek ki sadece izlemekle yetinmeli. Yarım bardak çaylı hatıra yetmeli. Haydi biraz daha yağsın. Biraz gitar çalalım. Dilimiz yansın her seferinde, ilk yudumu aldığımız sıcak kahveden.


Gerçeklerle oynarken şu sıralar, Ütopya'dan alıntı yapmamak elde değil. "Kelimelerle oynamak meseleyi değiştirmez." -Raphael.



and i know it well..

... Derken bir alevli nokta daha aydınlattı karanlığı. Yanıp sönüyor, yavaşça yaklaşıyordu. Birşeyler söylüyordu, sesi çıkmasa da dudaklarındaki o belirsiz, o ne diyeceğini bilemeyen şekil, içinde hararetli bir tartışmaya giriştiğini belli eder gibiydi. Soğuktan irkildi, elini cebine soktu; bana doğru geliyordu. Tanıyor gibiydi beni, rahat bir hareketle yanıma oturdu. Ayaklarını sallandırdı benim gibi. Akşam üstü herkes evine gidince oyun parkında yalnız kalan, boşalan salıncaklara oturup ayaklarını sıkıntıyla sallandıran iki çocuk gibiydik. Mahzun. Aynı zamanda da bu saatte ikimiz de merak ediyorduk, neden eve gitmediğimizi. Anneleri babaları çağırıyordu, alıp götürüyordu çocukların. Bizi kimse alıp götürmüyordu. Beni kimse evden çağırmıyordu. Bizim evde sofra adabı yoktu. "Baban geldi, yemeğe oturuyoruz." larımız yoktu. Bizim evde fotoğraf çerçeveleri kalabalık fotoğraflarla dolmuyordu. Biz, akşam 9'dan sonra televizyon yasağı konulanlardan olmadık hiçbir zaman. Isınıyorduk belki ama sıcaklığın mutlu edeceği seviyeye çıkamadık öyle çoğu zaman. "Sen neden gitmiyorsun?" diyemezdik ikimizde. Oyun parkında birini bulduysan bu saatte, sadece gitmemesi için derinden dileklerde bulunursun. Öylece oturduk bir müddet. Ayaklarımızı salladık durduk.


"Kimseye iyi gelmez." dedi usulca. "Sen henüz düşmek nedir, tecrübe etmemişsin, belli." Kaşlarım çatıldı. Dumanları dans ettiriyorduk gökyüzüne gönderirken. Söylemek istediği çok şey var gibi, derince iç geçirdi. "Bilmiyorsun. Bilmek de istemezsin." dedi bir hışımla. O karanlıkta, bu çıkışa bu kadar ihtiyacım olduğunu, o ana dek bilmiyordum. Şaşkınlıkla suratına baktım. Gördüm. Öyle güzel, öyle net gördüm ki, bilincimi doyurana dek bakmaya devam ettim. O da halinden memnun gözüküyordu. Memnun olmasa çekip gidebilirdi de kanımca; ama o konuşmayı, anlatmayı, susmamayı tercih etti. Ayaklarımızı salladık durduk.

Hava serinlemeye devam etti, biz de birbirimize sokulduk. Cümleler ve virgüller ve dumanlar ve noktalar. Omuzlarımızın arasından rüzgarı kovaladık. Üç noktalar, beş noktalar. Geçmişi filme alsalar, çarpıcı sahneler oluşturabilecek yüzlerce dakika, kenara köşeye not aldırabilitesi kuvvetle muhtemel binlerce harf, onlarca kelime, üç beş cümle, bir de isim. Tanıdık, ama ödünç melodilerin yüklendikleri anlamlarla birden bizden oluverişleri. Rüzgarın esişi, saçlarımızı estirişi ve alışıldık esintinin alışılmışın dışında etkileri. Gün bitimi, gün gidimi.


Ayaklarımı sallamaya devam ettim. O kalktı, ani hareketlerle iki adım ileri üç adım beri gidip geliyordu. Bir yelle yanıma geliyor bir diğeriyle uzaklaşıyordu. Sonra ben birşeyler söylemek için ağzımı açmışken, rüzgar duruyordu. Ya da rüzgar durduğunda ben konuşacak olmuştum. Rüzgar durduğunda o ötede kalmıştı. Ya da ben konuşurkenötedeydi, duymamıştı. Ve ya söylediklerimi rüzgar alıp götürmüştü tamamen, ona bir şey bırakmamıştı. Kaydıraktan son bir kez kayıp eve gitmeye koyulacak bir çocuk gibiydi son baktığımda. Değil gibiydi de aynı vakit. Eve gitmiyordu, ama nereye gittiğini de söylemiyordu; kendisi de bilmiyordu hangi cehenneme varacağını. Sadece gözlerinden okuduklarımla silmeye çalıştım aklımdaki çengellileri. Çalıştım. Ve rüzgar esmeye tekrar başladığında kulağıma söylenenler çalındı;


Lütfen beni bağışlayın. Hep aç kalışımı takdir etmenizi istedim. Ama takdir etmemeniz gerekiyor. Çünkü aç kalmak zorundayım, başka türlü yaşayamam. Çünkü sevdiğim yiyeceği bulamıyorum.


Bir açlık sanatçısının son sözleriydi bunlar. Ne kadar tanıdık, ne kadar acı verici. Kırık bakışlarında aç kalmaya devam edeceğine dair sağlam ve kesinlikle gururlu bir inancın varlığı.


O kafesin içinde bir şey yiyip yemediğini kontrol eden muhafızlardan, onu daha büyük kafeslere aldırmaya uğraşan menajerlerden; kafesin önüne gelip beş dakikalık bir ilgi gösterisinden sonra başka kafeslere fıstık atmaya uğraşan seyircilerden ölesiye nefret ettim o an.


Daha derinlemesine düşünüldüğünde meselenin zaman içinde geçirdiği değişim, özlü bir değişim değil, sadece benim bakış açımın gelişmesidir... diğer taraftan süregelen sarsıntılar bana belli bir sinirlilik hali yüklüyor.


Açlık sanatçısı samanların altında kıvrılıyor.

Ayaklarımı sallayıp duruyorum.

Akis Sohbeti

  • "Düşmek kime iyi gelir biliyor musun?" dedi dudaklarının arasından dumanlı sıkıntılar çıkarırken. Saatler geçtikçe merhametini kaybeden bir ayaz yükleniyordu tenimize, burnumuzu çekiyorduk düzensiz aralıklarla, karanlıkta belirip sönen alevli bir nokta geceye renk katan belki de tek şeydi. Ayaklarımı sallandırıyordum oturduğum yerden, hafiften titretiyordu da esen rüzgar. Ben üşüyordum besbelli; ama o üşümüyor gibiydi. Daha dik duruyordu, sağlamcaydı, üşüse de üşüdüğünü belli etmeyeceğini ikimizde biliyorduk. Arada bir ayağını yere vurmak dışında çok da hareket etmiyordu, ha bir de nefesleniyordu sık sık. Ben iç geçiriyordum, bana acıyarak bakıyordu. Acıması, diğer göz kırpışında son bulan türdendi. Bir düşüncelik. Bir nefeslik. Gözlerini uzun uzun dikiyordu boşluğa, bakışlarını takip etmeye çalışsam da karanlık yollarda, merdivenlerden sonrasında kayboluyordum. Tam kendi haline bırakıp üşümeye devam edecekken bir nefes daha alıyordu ve dumanlarla beraber çıkıyordu sözcükler ağzından:

  • "Kime iyi gelir biliyor musun?"

  • Kafasını salladı 'ben biliyorum' dercesine. Küllerle yaptığı kuleye bir fiske daha kül bindirdi. O kül birikintisinden çok uzaktaydım ben o sıra. Ayrancı'ya gitmiştim, apartmanın arka bahçesindeki devasa yokuştaydım. Yokuşun başında derin bir nefes alıp, aşağıya doğru hızımı alamadan koşuyordum. Çakıl taşlarına takılıyordum, düşüyordum. Dirseklerim, dizlerim yanıyor, çenem uyuşuyordu. Ağlamıyordum; düşeceğimi biliyordum, hızım arttıkça daha da emin oluyordum düşeceğimden de duramıyordum işte ve sonunda düşüyordum; ama bağıramıyordum bile. Ağlamaya hakkım yoktu, biliyordum.

  • "Düşmek" dedi "frenleri boşalanlara iyi gelir." Ve kül. Ve ben yine küllerden çok uzaklara gittim. İki tekerlekli bisiklete alışmaya uğraşırken, o selenin üzerinde "kanıtlanma" mücadelesi veriyordum. "Denge" sözcüğünün içini dolduruyordum. Pratik ettikçe hızım artıyordu, ustalaştıkça bisiklete verdiğim değer de artıyordu, evden çıkarken su matarasını taptaze suyla dolduruyor, her akşam eve zincirlerden yağ bulaşmış pantolonumla giriyordum. Bir gün, frenlerden tiz bir ses yükseldi; paniğe kapıldım, ayaklarımı yere sürterek duramayacak kadar hızlanmıştım oysa ki. O an ne yapacağımı bilemedim, gidon ve elim arasındaki mekanik bağlantıyı beynime aktaramayacak korkmuştum. Zihnimde iki görüntü belirdi; ya yola çıkacak ve bir arabayla çarpışacaktık ya da gidonu yana kırıp yere düşecektim.

  • "Düşüş anında hiçbir şeye anlam veremeyecek kadar tedirgin hissetsen de, düştüğünde açılan yaralar zamanla iyileştiğinde, düşmenin belki de en iyi seçenek olduğunu anlarsın; seçenekler arasında çarpmak, parçalara ayrılmak da varsa eğer."

  • Külden kale bir fiske küle daha dayanamadı, bense daha uzağa gidemedim.

  • Bir adım ötede düşüşümü görür gibi oldum. Etrafımdaki insanlar gülmekle dehşete düşmek arasında gidip gelirlerken, ben ayağa kalkmaya uğraşıyordum. Nasıl olduğuna bir kılıf uydurmaya çalışıyorlarken, ben tek bacağımı boşluktan kurtarıp, yere vurduğum dizime yüklenmemeye uğraşıyordum. Onlar yırtılan pantolonuma dikkat çekerlerken ben dikkat çekmemek için hızlı hızlı topallıyordum. Farklılaştık.

  • İki adım ötede bir başka düşüşümü gördüm. Yaralarım geldi aklıma, bir çocuğun en çok yara aldığı yerin dizleri ve dirsekleri olduğu nasıl yadsınmıyorsa, öyle yadırgamıyordum onları. Mantığımı ters çalıştırmaya uğraşıyordum, düştüğüm için yaralandığımı değil yaralarımdan bir şeyler öğrenemediğim için her seferinde düşeceğimi bilerek dikkati elden bırakıyor ve düşüyor oluşumu anlıyordum. Kendime kızmanın bir fayda sağlamadığını anladığımdan beri de bu tür durumlara kayıtsız kalmaya alıştırmıştım kendimi. Frensizliğime ağız dolusu küfüler ediyordum belki; ama bu önüme iki seçenek çıkarıyordu en azından; düşüp yaralanmak ya da çarpıp dağılmak. Bu kadar merhametsiz bir olgunun bu kadar insaflıca seçenekler sunuşu bile beni ürkütüyor, düşündürüyordu. Yahut belki de sunmuyordu, sadece ben, insaftan yana kalabilmek adına kendimce seçenek üretip, tercih edilesi olanın altına sığınarak üzülmemeye çalışıyordum. Evet, bu daha anlamlı geliyor şimdi.

  • Sonu olmayan hikayeler, sonsuza kadar sürerler. Bunlardan birine yakalanmak demek, sonu göremeden, hikaye bitmeden ölmek demek. Gidonu kırıp kendimi yavaşlatmak için düşüşüm, yeniden kalkışımla beraber yeni bir hızlanışa sebebiyet verecekse de, versin. Bilindik acılar çekmek, bilinmeyen tehlikelere yeğ.

  • "Hikayeler ancak, onları anlatmasını bilenlerin başına gelirler." Bu sözcüklerle beraber dudaklarının arasından son dumanlar da çıktı, vals ederek. İzmariti duvara usulca bastırdı ve yere bıraktı. Ayaklarını yere sertçe vurdu, bakışlarını boşluktan topladı ve söyledikleri bir süre havada asılı kaldı. Gittikçe silikleşiyordu, ben gözlerimi her açıp kapatışımda biraz daha yaklaşıyordu bana. Şeffaflaşıyordu. Yaklaştıkça yok oluyordu.

  • "Hiç kimse bir başkasının sınırından içeri giremez, nedeni de basittir, hiç kimse kendine ulaşamaz da ondan." dedi son kez kesik kesik soluklanarak. Bunları duyarken onun yok oluşunu izliyordum. Az önce sigarasını sıkı sıkı tutan, montunun yakasına sığınarak hafif bir sesle konuşan o, git gide yakınlaşıyor ve de git gide görünmez oluyordu. Bir an, ağzımda kesif bir kül kokusu duyumsadım. O kayboldu. Gözlerimi açtım. O, ben. Dudaklarımdan "düşmek, kime iyi gelir biliyor musun?" sorusu kanatlandı sessiz geceye. Ve bir alevli noktayla ışıklandırdım karanlığı. Ve derin bir nefes aldım o karanlıktan. Ve başladım tekrar:

"Kime iyi gelir biliyor musun?"

otokorelasyonsuzluk

  • Bir kaktüstür, aldık, koyduk bilgisayarın yanına. Maksat radyasyonu alsın, siniri stresi çeksin götürsün. Lakin eşşoğlusu her gün devriliyor, her devrilişinde masa toprak içinde kalıyor ve ben her kaldırıp düzelteyim dediğimde, aynı yerden elime batırıyor dikenlerini. Vicdansız! Dikenlerin üstüne gitmeyi vazife edindiğimden de eleğe döndüm.

  • Son darbeyi de vize haftasının bitiminde karın boşluğuma aldım. Bir güne üç sınav koyan danışmanlar, nasıl bir kafadaydınız acaba? Arkadaşlardan ikisi soyunarak çıktı fakülteden çünkü. Ne sınavların rezilliğine kafa yorabildik ne başka bir şeye. Son vizeden çıktık, fakültede oturduk biraz; tanımadığım birinin yüzüne yüzüne güldüm, ona kendini sorgulatmak hissettim, onu utandırmak istedim, içi içini kemirsin istedim "ne gülüyor?" "bana mı gülüyor?" "ne var?". Üzerimdeki gerginliğin haddi hesabı yoktu. Hafiften bir uyuşukluk, agresif ama aklımı yitirmişçesine neşeliydim. İğrenç bir ruh hali, onu gözlerimle çıkardım fakülteden, merdivenlerden def ettim. Bunu neden yaptım bilmiyorum; ben olsam benim ağzımı burnumu kırardım. Sonra kalktık, yağmur atıştırıyordu serin serin. Yemek yemek için yarım saat düşündükten sonra üç dört yarım saat de, sadece tek bir adam üzerinden kahkahalara boğulduk. Sonra ayran içmekten ve durmadan gülmekten olsa gerek ki ben uyudum, saniyelik rüyalar gördüm. Üç sınav sonrası ruh hali belirsiz kafalarla, o yemek masasında uyumak istemezdiniz. Velhasıl, "benim için herşey aleladenin haricindedir."

  • Yalnız sayntifik kalkuleytır da öyle çok menem bir olay değil. Değil arkadaşım, ölüp ölüp diriliyorsunuz falan da, değil. Bugün ekonometri sınavında 97/43 gibi angut bir sonuca ulaşmam gerekti, yazdım, eşittire bir bastım ki sınavın ortasında "pfssphh" şeklinde gülmelerime engel olamadım. Ne çıksa beğenirsiniz? 97/43! Vay arkadaş. Bana kafa tutuyor ya, bana ciddi anlamda "sen bana emir veremezsin!" diyor eşşoğlueşşek. Eşittire basarken küfür ediyorum, "olum" diyorum "bana virgüllü sonuç ver tuşlarını koparırım ha!" Yok. Böyle de kendini beğenmiş işte. Gözünü seveyim 4 işlemli hesap makinasının be.

  • Sinirlerime hakim olamayıp, elimdeki şemsiyeyle, ağır ağır giden bir arabaya arkadan vurmam; ne de hoşuma gitti. Adamın da gıkını çıkaramaması ve sadece bir saniye büyüklüğünde kornaya "dokunması". Karşılık verir gibi. Hızla giderken üzerime su sıçratan ırkının tüm hıncını senden çıkardım toyota, kusura bakma. Ya da bak, çok da umrumdaydı.

  • Yalnız geçen sabah sınava giderken bir halk otobüsüne bindim, böyle bir halk otobüsü yok. Şu yaşıma kadar beni şaşırtan en ekstrem olay büyük olasılıkla seçim dönemi öncesi, halk otobüslerinde "su ikramı" na başlamalarıydı. Kurutucu yazın ortasında böyle hizmet. Muavin, oturduğu yerin altındaki soğutucu sepetten su çıkarıp, uzatıyordu sürekli. "Şuradan bir kiş... bir su şuradan." Fakat geçen sabahki görüntü de gözümün önünden gitmiyor. Şöförün arkasındaki cam panele iliştirilmiş bir... bir... bir lcd ekran! Yuh değil de nedir burada verilmesi gereken tepki. Yuh! Halk otobüsüsün sen be, azıcık kendine hakim ol be! Parayı alıp bileti vermediğiniz zamanların kârıyla yaptırmışsınız, nasıl belli be. Öh. Ama bu sene ego bandrolüm var artık, canıma tak etti, aldım, daha da paso muhabbetlerine girmiyoruz burada, dağıl!


  • "Kırk yılda bir kere tutup dolmuşa binince, neden kendimizi şöförden yana hisseder, otomobil markaları, klakson yasağı konusunda ona dalkavukluk ederiz?" Öyledir hakikaten de. Nerede bir emekçi görse, "sizin iş de zor be" diye yakınmaya başlayan on kişiden sekizi, "kurtarıyor mu bari?" yi de eklemeden geçemiyor.

  • Yalnız şu son zamanlarda yağmurlu akşamlarımı New York'ta bir caz kulübünde Ella Fitzgerald, Tony Bennett dinleyerek güzelleştiresim var. İnanılmaz bir istek, yağmur yağdıkça Ingrid Bergman'ına yandığım Casablanca kareleri geliyor gözümün önüne, siyah beyaz, içli..

  • Arkadaşlar Röportaj'ınıza başlatmayın lan! Neyle uğraşacağınızı şaşırdınız iyice.

Neyse...

Öyle işte, canım sıkılıyor. George Perec beni bekler şimdilik, hati!

alıntılı

"Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse okumaya devam ettiğinin kanıtı."

"Her yerde umut görüyorum, karanlıkta bile ve öldüğümde belki de Tanrı olurum."

"kör bir adamın cam bardakta
çay içmesi, porselendir."

"Ama sizin adınız nedir
Benim dengemi bozmayınız."

"Kontenjan senatörü bir bayan vardı ya,
Fuzuli'nin cinsel eğitim görmediğini söylemiş;
Söyler miydi şairle çekilmiş olmasa tenhaya,
Demek üç yüzyıl önce Leyla'dan daha işveliymiş."

"Düşünceler mükemmel; ancak davranışlar kusurludur."

Düşüncelere boğuldum, davranamıyorum iyi mi.

itiniz

Ne biçim de sitem edesiniz varmış öyle. Aman yarabbi. Tamam arkadaşım el kol yapma!

Yoğunluk, meşguliyet bir yana da bayağı yorgunum bu aralar. Hiç sorma Hayriye abla, vallayi.

Eğer Pazar sabahları 10:10 civarı eser de radyoyu açarsanız, Ntv Radyo'yu öneririm şiddetle. Genelde "kesin bbc haber bülteni vardır ha" diye geçerdim ama geçen gün bir programa denk geldim, aklım çıktı. Programın adı, Oldies Goldies. Geçmişte yaşanmış önemli olayların üzerinden hızlıca bir geçiyor, hemen ardından o döneme damgasını vurmuş fevkalade şarkılarla neşemize neşe katıyor. Tempo o kadar hızlı ki, 20 dakikada bir sürü şarkı dinlemiş, bir sürü bilgi edinmiş oluyor hem de salak salak gülümsüyorsunuz. Ama 20 dakika çok az, doyamıyorsunuz haliyle.

"Dersten çıkalım mı?!" "Siz çıkarsanız ben de çıkarım olum!" "Zaten hepsi kitapta yazıyo ya, hadi çıkıyo muyuz?" "Beycafe'ye gider kahvaltı yaparız ya, notları buluruz illaki." "Hadi şş fakültenin önündeyiz biz, toplanın gelin!" Bir yerden tanıdık geliyor mu? Çok güzel teşvik ederim. Fikir değiştirtmekte üstüme yoktur, şeytanmış papuçmuş, siz türkler ne diyor.

Papuç da çiklet gibi ne bileyim bi laylon gibi bence. İyi niyetli. Ama gocuk güzel değil. Sevimsiz.

Şu ayaklarını bir araya getirip fotoğrafını çeken güruh, çekim anında daha bir beter oluyormuş, canlısına şahidim, yaşam enerjim çekildi yemin ederim.

Bir ara su kıtlığı olmuştu da her boş dükkana su bayiliği açmışlardı ya. (Vergi rekortmeniiii sucu Hüseyiiin!) Bu sene de kaktüs satıcıları şahane iş yaptı. Bi radyasyon zıkkımıdır gidiyo bakalım,hayırlısı diyoooor.

Bir kampüste herkes birbirinin arkadaşı çıkar genelde ya, bir istisna buldum en sonunda. Adını bırak bölümünü bile kestiremiyoruz, bence dünyanın sonu geldi. Nitekim sapığım, yapacak bir şey yok, eheh.

Iverson'ın Beşiktaş'a gelmesinden ziyade ben en çok Semih Erden'i yadırgıyorum. Seneler de geçse yadırgarım. Hiç olmadı bence ya. Yok yani. Bir Celticsli olarak hiç de gururlanmadım üstelik, vay arkadaş, bir türk bostonda falan. Olmamış ki yani, neyiyle gururlanayım ya, yeni sezon için fotoğraf çekimleri olmuş. Bakıyorum sıradan. Sıkı 4lü şahane zaten, O'neal'ın şanı yeter, Nate Robinson sevimsizine bile alıştım, Davis, Perkins gidiyorum. Gayet gözüm bayram ediyor falan. Lan bir tıkladım ki bir apak, bir kassız, böyle bi... Tövbe tövbe ya. Takımın dokusuna gitmemiş hocam, alın bunu dışarı.

O, biletler çıkar çıkmaz tiyatroya gidip 1578 kişilik bilet alıp tüm salonu kapattıran, bize bir aman verdirmeyen sosyal kelebekler. Sizden öyle nefret ediyorum ki aklınız hayaliniz durur. Bİ DURUN DA BİZ DE İZLEYELİM NEYMİŞ NE DEĞİLMİŞ! Eşşoleşşeklere bak ya. Alıyosan insan evladı gibi 3 5 tane al, hadi grup gidiyosun 15 20 al, ama balkonlara kadar tüm koltukları da kapatmayın be. Nasıl bi kabileymişsiniz arkadaş, 3 sezondur bir oyun izletmediniz kör olasıcalar. Öf.

Neyse hadi dersten çıkıyo muyuz? Çıktım ben, Bey'e gelirsiniz olmadı. Hati!

Geleneksel güz dönemi kitap edinme şenliklerine hoşgeldiniz! Yalnız biraz geç geldiniz. Çünkü biz bitirdik. Bitirdik de denemez; çünkü kitap falan kalmamış arkadaşım. Evet. Her sene öğrencisinden kitabından geçilmez, bilmem kaçıncı el kitapları satmak için onlarca lira indirim yaparlar Olgunlar'da. (Kitapçılar sokağı diyelim.) Ama en son açılan okulun dezavantajı da buymuş demek ki. Piyasa hareketsiz, adam gibi kitap yok, kitabı bulsan adam gibi satıcısı yok. Leş. Neyse, bölümden bir kaç zibidiyle buluştuk. Fermanımı açıp, kuralları okumaya başladım. Çünkü kural lazım. Çünkü Olgunlar'da insanlığını yitiren insanlar görürsünüz; gözü dönmüş, bir kitap için arkadaşının kulağına dişini geçiren, bir test kitabı için açık arttırmaya girişen insanlar. Hırs, ihanet, çirkeflik.. Rezalet! O sebeple, kurallar olmalıdır.

  • Kural 1: Aranan kitap, bulanın elinde kalır.
  • Kural 2: Bulan almak istemezse, ondan sonra en yüksek fiyatı öneren, kitabı almaya hak kazanır.
  • Kural 3: Bir kitabı 50 kişi ister, bir kişi alır. Kitabın aslı, en çok miktarı ödeyende kalır.
  • Kural 4: Fotokopiye verip vermemek, kitap sahibinin insiyatifine kalmıştır.
  • Kural 5: Gördüğü ilk kitabı alana ahmak denir. Sabır, en büyük erdemdir. Bu kural olmadı gerçi.

Kitap konusunda biraz ballıyım, kabul etmek gerek. Bazen şansın tadını kaçırıyorum hatta. Geçen sene de böyleydi, ondan önceki sene de. En temizini, en güzel görünenini en ucuza ben bulurum; temiz alışveriş. Buna şahit olanlar da benden nefret eder. Haliyle.. Sabır, iyi karmaya giden yoldur.

  • "Fuck karma! I don't need karma!" -J.Drama
  • "Karma is a bitch." -Anonymous
  • "Who the fuck is Karma in here? You?! -Bir dost

Herkes alır, ben beklerim. İzlerim. Pusuya yatarım. Ama sonra da turnayı gözünden vururum. Yine öyle oldu. Daha temizini yarı fiyatına, daha yeni basımını daha ucuza aldım bir kaç kitabın. Bir kaç kitabın da sonuncusunu aldım. Sadece Uluslararası İktisat kitabında bir uyuşmazlık yaşandıysa da, tanıdık vasıtasiyle onu da ben aldım! Tanıdığın olucak arkadaş, lazım. Sahaf tanıdığın olucak. Ama sipariş ettiğin çizgi romanları unutmayanından olucak mümkünse. Hayret bişey.

  • Ama bir kitap da 60 lira olmasın. Ama olmasın. Terbiyesizliğin lüzumu yok, öğrenci insanız. 60 lira ya. Altın tozuyla mı yazdırdınız kitabı?! Neymiş, Pearson. Öeh.

Eve gelirken de kırtasiyeye girdim, bir çıldırdım, bir kendimi kaybettim. Bir sürü şey almışım, hiç hatırlamıyorum niye almışım, ne ara almışım. Bu ataçlarla ne yapacağımı bilmiyorum mesela, ataç almışım? Muhtemelen renklerine aldanıp aldım. Alla alla? Oha, raptiye? Anneee!

  • Halk otobüsü muavinlerine de yaş sınırlaması getirilsin bence. Mesela alt sınır 9 olmasın. Şükrü'nün oğlan matematik dersinden 5 aldığı için muavin yapılmasın mesela. Hayır yapmasın demiyorum, yapsın, hobi olarak yine yapsın. Yapacaksa da bana paso sormasın arkadaşım. Bacak kadar çocuğa bi' ton dil dökmeyeyim ben de. Eşşoleşşeğe bak, hemen de bi görev aşkı, hemen de bi böyle devlet memuruyum ben havaları. Ben seni liseye geçince görücem çocuk. Görücem! Dayısının düğününe aldıkları takımı da giymiş piyanist şantör gibi. Lanet olsun senin gibi çocuğa. Öyle çocuk mu olur. Öyle muavin de olmaz. Nesin olum sen ya. Bi git ya.
  • Ama mesela geçen gün de, benden önce binen çocuğa, paso sordu muavin. Çocuk da binbeşyüz tane mazeret saydı. Yok işte okuldan alma gününü geciktirmiş, sonra ego genel merkezine gidememiş bi türlü. Gittiğinde de çok sıra varmış, o yüzden başka güne kalmış. Ama zaten şimdi alacağına bir sonraki yıl için alması daha mantıklıymış. Zaten elindeki test kitaplarından anlaşılmıyo muymuş öğrenci olduğu. Nolucakmış bi' kereliğine geçiriverseymiş. (belediyeye, evet.) Böyle bi saat konuştu, muavini canından bezdirdi. Allah da dedi belanı versin de o pasoyu alama. Al şu bileti de defol git gözüm görmesin. Hayır ne demeye o kadar mazeret sayıyosun yani. Onların hepsi birer kullanımlık yalanlar. Kişi başına bir tane düşüyo. Sen niye hepsini bir nefeste harcıyosun, ben ne söyliycem şimdi? İyi halt ettin! Neyse sıra bana geldi, adam paso var mı diye soramadı bile, yoruldu çünkü. Baktı bi, ben de "paso yok" dedim ki öldürmesin beni orda. Ve o an, gözlerim yaşardı. Muavin bana indirimli bilet kesti. Ya dürüst adam seviyo ya da hakikaten sinir krizine ramak kalmıştı. Eheh, aslanım muavin.

Kitabı batsın, topu topu 10 koltuğu olan eski otobüsü batsın. Ne halim kaldı ne param kaldı. Hati!

Let me take you far away, you'd like a holiday...

Belki de yola çıkmadan önce söylenebilecek en güzel sözler bunlar olabilirdi; ama konserde Klaus'dan duymak daha güzel olur diye iki topkek bi' çay da işimizi gördü. En güzel sabah muhabbeti de şüphesiz bilgisayar parçaları ve gelecek planları üzerine olanmış. Yolu yarılatacak kadar zevkli zaman geçirtti en azından.

Kamil Koç biraz abartmış ama. Bir sıra çift bir sıra tekli koltuk düzeni, koltuklardaki boyut ve rahatlık (kısmen), ve de dokunmatik ekran; bence diğer şirketlerdekilere nazaran bir hayli fark yaratmış. (bu reklam için ekstradan çubuk kraker aldım.) Film arşivi oldukça iyi olsa da türkçe dublajdan dolayı izlettiremedi kendini. Öyle ki dünyanınendörtdörtlükinsanı (öeh, daha kısa bişey bulmalıyım.) vampirli genç kız filmi izlerken fenalık geçirdi. Travmanın böylesi. Müzik listesine bakarken Graveworm bulunca bir travma da ben geçirdim. Önümdeki hayvan evladı koltuğunu haber vermeden çat diye geri yatırınca, arkasına koyduğum çay dökülüyordu az kalsın. Düşünceli olmakta fayda var, iki dakka insan olun ya. Böyle böyle vardık işte İstanbul'a.

Yazı boyunca kendisinden sarışın olarak bahsedeceğim adam, her soruma "bi önemi mi var?" cevabını verdiği için hayatında ilk kez İstanbul'a gidip, bir halt öğrenemeden geldiğimden, oraya dair söyleyebilecek tek şeyim İstiklal'in terbiyesizcesine kalabalık olduğu. Öeh. Hayvan hakları için eylem yapanların arkasından geçerken haberlere çıkmışım (5 saniye kadar) ama, eve döndüğümde kutlama yaptık mesela. (Bizler bu tür şeyleri milli mesele yaparız.)

Konsere kadar Ortaköy'de fotoğraf çekenleri izledik, kedi gördük, bi nane de olmayan kumpirden yedik, üşüdük, kızları puanladık falan filan. Sarışın, en fazla 4 olan bi kıza 7 verdi. Günahımı vermem. Kediye rahat vermeyen fotoğrafçının da inşallah filmleri yanar. Pis.

Neyse gelelim konsere. Kapıdan girmemizle hayal kırıklığına uğramamız bir oldu. Afedersin ama koskoca efsane için de Lunapark arkasında 5 adımlık bi sahne, çok büyük ayıp olmuş. Adamlar tarihin son sahnesini alıyor, veda etmeye geliyor, sen hem onlara hem hayranlarına çok büyük saygısızlık yapıyorsun. Organizasyon, duydun mu! Sahne, ses sistemi, ve Aydilge günün kaybedenleri. Saints 'n Sinners diye bir grup vardı ki, günün kazananı oldular bana göre. Vokalin aşmışlığı, gitaristin pervaneyle dans eden saçları, şarkılar... Şahaneydi. Ha bir de sigara standlarında duran 1buçuk metre bacak boylu ablalar. Sigara içmeyenlere teşviktiler. Çay bardağında biranın 10 lira olması, tuvaletlerin önünde Ssk kuyruğu oluşması vs. Bunlar güzel şeyler tabii ki. Centilmen insanların hali bi başka..

Ve Scorpions! Rudolf ve Kottak öncelikli olarak bir çığlık atma isteği doğduysa da deli gibi alkışladık. Klaus'un İstanbul deyişine öldük. 60'a merdiven dayamış olduklarına inanamadık. Sahnenin küçüklüğüne küfür edip kendimizi şarkılara bıraktık. Sting in the tail, The best is yet to come gibi yeni albüm parçalarından başladılar önce. Loving you Sunday Morning, Bad boys running wild'la devam ettiler. Raised on Rock, Tease me please me şahaneydi. Big city nights ve Dynamite geldi ardından. Bu esnada anlaşıldı ki seyirci bilmiyor, ekrana yansıyıp tesadüfen kendini görenler, daha da yırtınıp saçını başını düzeltmeye çalışıyor, yanındakini dürtüyor falan. Eşlik etmiyor, üstüne arkamızdaki metalci tişörtlü ergen güruh, bütün şarkılar başlarken "peyinkilır gibi abi yea" yorumuyla adeta böğürüyor. Çünkü metalci adam böğürür. (Brutal çok seksi aman tanrım.) Neyse sonra The Zoo geldi, Blackout geldi... Biz başladık cık cıklamaya. Nebiçim setlist arkadaş bu?! Wind of Change olsun Still Loving You olsun, biraz telafi etti. En sonunda da Rock You Like a Hurricane'le bitirdiler tahmin edildiği üzere. Bis öncesi Kottak Attack şahaneydi ama kimse aksini iddia edemez. Arkada Kottak ağırlıklı bir video oynarken, çılgın çocuk baterinin anasını ağlattı. Birayı bitirip YOU KICK ASS diye bağırdı, biz de kendimizi kaybettik. Sonra Matthias'tan bir solo dinledik. Rudolf kırmızı gitarıyla geri dönüş yaptı falan. Kısaca böyleydi. Kısaca.

Ama setlistten hiç memnun kalmadık. Eksiği çoktu. Ki bu eksiklik bizim beklentilerimizi karşılamadığı için değildi, onlarca hayranın diline marş olmuş şarkılar çalınmadı. Üzüldük. Sonra düşündük ki kendilerine yapılan saygısızlık belli ki onları oldukça rahatsız etmişti. Haklılardı. Ama biz de haklıydık. Send me an Angel yok, Believe in Love yok, I'm Leaving You yok, Born to Touch Your Feelings, Rhythm of Love keza... Hani en azından, turnenin amacını, veda konseri olduğunu desteklemek için bir Humanity söylenebilirdi, en çok da onu bekledim. Sözlerle cuk oturabilirdi. Auf Wiedersehn it's time to say good bye... Ohoo ben söyledikten sonra ne anlamı kaldı ki?!

Küçükçiftlik Park'ı terk ederken biraz eksiktik yani. O iğrenç kalabalığı terk edip, yorunluğu ve uykusuzluğu atmak istedik üstümüzden ama pek kolay olmadı. Yol bilmiyoruz. Taksiler almıyor. Güdüsel olarak İnönü'den Dolmabahçe'den 5 kez geçip, Maçka'dan Beşiktaş'a yürüyoruz. En son bir büfeye gidip "Beşiktaş'a nasıl gideriz?" diye sorduğumda, büfeci ses tonumdan tırsarak "Kardeş, burası Beşiktaş!" dedi. BANA MAVİ REKLAMI YAPMA diye bağırdım. Sakızları falan da üstüne fırlattım. Artize bak.

Kamil Koç'u da resmen saklamışlar. Yürüyen ölülere döndük ama bulduk en nihayetinde. Üşümekle terlemek arasında karar veremeyip mal olan bünyemi 1 buçuğa kadar dışarıda asfaltta tuttum ki öleyim. Bi tinerci bana dalaşsın falan. Servis geldi, Alibeyköy yazıhanesine doğru yol aldık. (Yazane okunur) Sarışın serviste uyudu. Sonra uyandı. Uyudu. Uyand.. derken uyudu tekrar. Kafası düştü. Uyanıp kraker yedi. Sonra yediğini unutup tekrar uyudu. Uyanıp çiğnemeye devam etti ama yutmayı unuttu falan. Gülmekten öldüm ben de o esnada. Ama ben böyle şirin bi uyuyama görmedim hayatımda, eheh salak! Aynı şey otobüste de oldu da gülmeye ara verip koltuğunu yatırmayı akıl edebildim. Sonra uyuduk tamamen.

Mola olup da o pis kadın anons yaparken "kamilkoçutercihettiğiniziçinteşekkürler, hadidefolupmolayapıngelin" diye bağırmasaydı her şey daha güzel olabilirdi. Lavaboya gidip yüzümü yıkadım, aynaya baktığımda kendimi göremedim. Kirpikler birbirine gir, ben gözümü açama. Çay içerken uyandım. Sonra amcanın bardakları nasıl yıkadığı aklıma geldi, içemedim. Gidip uyumaya devam ettim. Gözümüzü açtığımızda Ankara'daydık. Gözünü seveyim Ankara'nın ya. Oh ya.

Her ne kadar memnun kalmasam da çok fazla, sevdiğim grubu son kez sahnede görmek, ama eksik ama değil, sevdiğim insanla yolculuk etmek, oldukça mutlu etti beni. Senin için kurtlu kestane yedim sarışın, çekilen fotoğrafları istiyorum haberin olsun.

It was like a holiday, thank you all!

amca

Otobüs durağındayım, eve dönüyorum. Hava soğumuş, ben yorulmuşum; kimseyle de göz teması kurmuyorum, yabani bi görünüm vermişim suratıma, bekliyorum bir otobüs gelsin de bineyim diye. Ama yine olan oldu. Yine. Otobüs dolmuş maceram bitmez benim, amcalar teyzeler de suratımdaki vahşi ifadeye bayılır. Derler ki binlerce genç var çatacak, ama biz bunu seçelim. Üstüne üstüne gidelim belki kavga çıkarır, biz de eğleniriz. Efendi efendi oturuyorum, bi amca geliyo ilerden. Ama falsolu geliyo, böyle manevra yapa yapa geliyo, ama geliyo, görüyorum. Bi de üstüme üstüme geliyo. Yakınlaştıkça fark ediyorum ki bu amca normal bi amcamız değil. Dış görünüşüne göre yargılarım. Yaparım bunu. Yani kimse kusura bakmasın ama elinde pembe bi dosya, üstünde turuncu hırka, altında da iki çifti de farklı renklerde (dizine kadar çekmiş paçalarını, belini nereye kadar çekmiş sen düşün artık) çorap olan bi amcayı ben ciddiye alamam. Ben alamam arkadaşım, lütfen. Esnerken de garip bi hareket yapıyo, böyle 4 kere falan yerinde zıplıyo. Her esneyişi önden tahmin edebiliyosun yani, adam zıplıyo çünkü. Her neyse, geliyo bu. Geldi durdu önümde. Amca ayıboluyo dedim. Nabıyon dedim, otursana! Geçti oturdu. Sana tam diyaloğu yazayım da;


Amca : Sen bayağdır bekliyon de mi?
Ben: Nasıl?
A : Kaç dakkadır bekliyon?
B : Bi on dakika falan olmuştur heralde?
A : Gelmedi mi otobüs?
B : Gelmedi amca.
A : Gelse binerdin zaten de mi?
B : ...
A : De mi?!
B : E-evet.

2 dakika sonra bi kız daha gelir durağa...

A: (Kıza döner) Biz bayağdır bekliyoz da gelmedi otobüs.
Kız : Öyle mi...
A: (Beni göstererek) Bu da 10 dakkadır bekliyo, ben de 5 dakkadır bekliyom. Yarım saattir gelmedi otobüs. (Matematik profesörü olduğunu anlamış oldum.)
K: ...
A: Bu otobüsü kaçırırsak 45 dakka daha bekleriz.
B: E yarım saatte bir değil mi otobüs?
A: Ne bileyim ben be?
B: Hö?

5 dakika sonra falan bana geri döndü...

A: Ben uğursuzumdur böyle, hep beklerim. (gülüyo)
B: Yok yau, tesad...
A: Değil değil. Bankaya giderim, sıra beklerim; otobüs dolmuş hep beklerim, eve giderim yemek beklerim; yatakta da hanımı beklerim. Hanım bulaşık falan bi girişiyo, onu bayaa bekliyom. (çok gülüyo ama.)
B: Öyle mi, ehe.
A: Hanımı bekliyom çok.
B: Tamam amca, anladım!

Böyle deli gibi bişeydi. Değildi de tam. Ne biliyim akıllı adam konuşması mı bu yani, hanımı bekliyomuş falan. Banane amca bigitya!

Özel bildirim : Duydum ki dünyanınengüzelburunluinsanı tanımı paylaşılamaz olmuş. Ama üzüldüm. Dünyanın en güzel burunlu iki insanı sizsiniz, kavga etmeyin; terliği yersiniz.

Ha gel gelelim Cumartesi günü olan Scorpions veda konserine de dünyanınendörtdörtlükinsanı ile gidiyorum. (oldu mu?) (bence şahane oldu) Later bitches!

.dll

  • Şu ülkede kimse uzmanlaştığı işle uğraşmıyor. Sebepleri malum, sonuçları da ortada zaten. Ha, uzmanlaşmak derken de böyle akademik bi' öğrenim sürecinden bahsetmiyorum elbetteki. Dolmuş_vitesine_toka_takma-101. Böyle bişey yok. Ama hepimiz de insanız. İnsanım insansın insan. Bu böyle. Hizmet sektöründe de genellikle insan çalıştırılır bildiğim kadarıyla. Ben demek ki istisnasına denk geldim, bugün bindiğim dolmuşu bir öküz sürüyordu. Yok yok gerçekten. Boynu olmayan, paçalarında kılı yünü biten, böyle ön cama salya püskürterek öksürüp tıksıran, ciddi anlamda bir öküz. ÖKÜZ! Ulan, herkes indi, ben de bir durak sonra inicem; dedim ki "bi'şey sorabilir miyim?" güzel bi ses tonuyla ve kibarca iletişim kurmaya çalıştım işte ne biliyim. Yol sorucam yani öyle zor bişey değil. Dolmuşçuya yol sorulur, ne sorucam başka. Neyse, bu böyle bi gerindi önce, sonra da dedi ki, "yoo, soramazsın." Önce bi' afalladım. Gülüyo mu diye inceledim. Yok. Verdiği cevabı işleme aldım, evirdim çevirdim. Yok. Ctrl+F yaptım, sistemde böyle bi cevap usülü de yok. Aldı mı beni bir sinir. O dikiz aynasına asılı iple zincirle bunun boynunu bi sıkmışım, öyl.. Uyanıp dedim ki, inicem, dur! Başlarım senin kibarlık anlayışına da sana da diyip indim. Terrrbiyesiz evladına bak ya.
  • Aynı güzergahta tekrar karşılaşırsak eğer, bilesin ki dolmuşçu, bilesin ki çok hayın planlarım var. Bir milli servet düşmanı gibi, bir seviyesiz gibi, dolmuşunu boydan çizerim, adamı hasta etme. O deri kaplama koltuklarını anahtarla deler, içindekileri de etrafa saçarım. Dolmuş koltuğunu ne bok yemeye deri kaplatıyosun ki, pişik mi olalım. Ayağa kalktığımızda arkamızda ıslak bir iz mi kalsın, nedir sizin derdiniz? Bence siz bize kılsınız. Öyle bi hava sezdim. '-'


  • Dün sabah (100'den sonrasını saymadım) o kadar çok gidip geldi ki elektrikler, bizler de mükemmel akıllı olduğumuz için hiçbir elektronik aletin fişini çekmedik prizden ki, böyle gide gele devreleri yansın, içi çürüsün, kullanılamaz hale gelsin, biz de rahatlayalım. İstediğim de oldu. Hdd'm, iki gözümün çiçeği, sen çalışma. Sen bırak kendini, böyle bi tavırlar. Işığı yanmadı. Önce bi kaç zorlamayla açılır gibi oldu, sonra sönerek kapandı falan, nazlandı bayaa. Daha evvel içindekileri ve aleti kaybetme tehlikesi yaşadığım için, içim titredi doğal olarak. Evlat gibi lan, inanılmaz emek var onda. Öyle böyle değil. Sanırım bu son seferiydi dedim, bi köşede hıçkırık krizine girdim. Akşama doğru kendine geldi beyefendi, eski performansıyla sahalara geri döndü. Ödümkoptuburda! Serseri! Gerçi hala kablosunu oynatınca güç kaybından kapanıyo. Üzülmüyor değilim.


  • House M.D. ve Fringe'in yeni sezonları.


  • Üstteki madde eksik değil. Sözün bittiği yerdeyiz, ondan.


  • Onboard ekran kartlarının tümden allah belasını versin mi? Gani gani versin. Böyle rezillik, böyle varlık içinde yokluk olmaz arkadaş. Eski bilgisayar külüstürdü, insan boyunda ekranı vardı (bkz. ilk bilgisayar) 64mb ekran kartı vardı(bkz. commodore'un emmioğlu) ama vardı be. Kullanıyordum, oyunumu oynuyordum ağız tadıyla. Tamam abartmayayım 3-4 oyun toplasan, ama.. En azından ayarlarıyla oynadığın zaman bi kaçına daha izin veriyordu. Ama lütfen, wcraft ı bile kare kare, ağırlıktan ölecekmişcesine çalıştıran; sonra da insanı direct3d error lerine boğan bi karta da merhamet göstermemi istemeyin. Başlarım kart paylaşımına da duyulmamış adına da.


  • Freecell falan da eğlenceli bence aslında.


  • Bir buçuk saattir de sitenin otoparkından susmayan alarm sesi geliyo, kimse de demiyo ki noluyo? Sahibinin sallamadığı çok açık ama kimsenin de rahatsız olmaması daha bi değişik. Otoparka doğru koli bandı fırlattım az önce. Çünkü rahatsız olunca böyle yapılır, modern insanlarız. Ve hala devam ediyo. Bağışıklık kazandım gibi bişey. O susunca büyük, kocaman bi sessizlik olucak, buna dayanabilir miyim bilmiyorum.


  • Mmporg buldum, yeni. Aslında gayet stratejik, point n click mantığı hakim. Ama fps altyapısı üzerine kurulu. Şöyle; sinema büfesi map'ini seçiyosun. Armor olarak gömlek. Gun olarak Barkod okuyucu lazerin var, gerektiğinde reload etmek için dışarı nişan alıyosun, jetonlu oyuncaklardaki mantık. Neyse, oyunun bölümleri var işte film öncesi, film arası, film sonrası gibi. Bu esnada üzerine zombi istilası başlıyo, aç, susuz ve acelesi olan bi kalabalık. Cannibal değil belki ama cüzdanıyla spell oluşturabiliyo falan. Neyse, alıyosun eline barkod okuma şeysini, sıka sıka ilerliyosun. Değil tabi. Yazar kasayı söküp atmıyosun kafasına. Bir hafta ban yedim, forumda şikayet etmişler. Neyse, yeni hesap alıp yeniden giricem yarın. (yarın gece son seanstan sonra brewfest başlıyomuş, sıçtık)

Pek parlak bi güne uyandığım söylenemez. Depresif bi bakış açısı değil bu bildiğin pusluydu yani. Adını verip deşifre etmek istemiyorum ama ev ahalisinden ebeveyn ve sarı uzun saçlı olan, sigarasını söndüremeyip attığı için çöp "biraz" yanmış. Böyle ne varsa yanmış. Ve bu sarışın bomba ev duman altı olana dek de durumu fark etmemiş. Ama diğer bi' sarışın bomba da yine güçlü hislerine dayanarak (adam hisli, yapacak bişey yok.) mesaj atmış. Gereksiz ayrıntıları atlarsak, ölmedim. (yok yau)


N'aber?


Böyle bi olaydan sonra Bahçeli'ye gittim ben. İnsanoğlu nankör arkadaş, hiç bişey olmamışcasına. Neyse, bi selpakçı çocuk bana çıkma teklifi etti. Günün bombası bu asıl. Aslında önce açım falan dedi. Ama aç gibi gözükmediği için ben oralı olmadım. Genelde selpak satan çocuklara karşı hiç oralı olmam. Oralı. Evet neyse. Çocuğum yürü git dedim, abla ne güzelsin dedi, layürügit dedim çıkalım mı dedi, yerimi değiştirdim, peşimden geldi ki o an aç olduğunu anladım. Tokada aç, dayak arsızı. Sonra arkadaşım geldi de neyse ki...


Uzun zaman sonra aldığım ilk çıkma teklifi sonrası, arkadaşlarım onu aşağıladığımı düşündüler. Sen dediler niye selpakçı diye aşağılıyosun dediler. Belki dediler büyük adam olucak o. Çok utandım kendimden ve gidip çocuğun bütün selpaklarını satın alarak bir de eline telefonumu yazdım. Akşama doğru beni arad...


Dur lan öyle olmadı!


Eline telefon yazıyo bi de, sanki bana California'da barda. Hayır bi de selpağa yazmak varken. Orda aklına gelmiyo işte insanın.


Ya neyse, biz kaçtık hemen ordan, nabıcaz başka. Çünkü bu oluşumlar "çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane!" nin "selpak aldım bir tane kovaladım bin tane!" versiyonu. Yani ters konuşursan falan ya arka cebinden keskin bişey çıkarır, ya da "İBRAYİM, HİLMİABİ!" diye çığırarak çeteyi toplayıverir. Birken 100 olurlar, 1 lira verecekken 100 lira borçlu çıkarsın. Ne gerek var yani. Hani 50 kuruş ols... Olum bi kere 10lu paketler 1 lira onların?! Bunu da söyledim de, diyaloğa da giremiyosun. Bali de çekip geliyo çünkü üstüne. Ulti açmış geliyo, sende de ne healing potion kalmış ne mana; nub musun kaçsana lan! (hello!) Otobüs duraklarında en sona tek başına kalan biri olarak, ben bu çileyi çektim dostlar. Aman. Olum git lan almiycam hasbinallah!


Velhasıl, güzel bi gündü. Edda Babu diye bi yere gittik, eğer giderseniz adımı verin, bi bira alana ikincisi aynı fiyata. (Merhaba bu bir gofret reklamından çalıntıdır. Allah belasını versin öyle reklamın.) Biraderler tabağı diye besin maddesi vardı mesela. Masaya iki kardeş striptizci çıkarıy.. Yok, dur. Doldurmuşlar kızartmayı, biraderler olmuş. Mumdu pastaydı, Sabri'den bile bahsettik yani o kadar da muhabbet ettik. Sağ bek Sabri. Pastadan da Sabri çıktı. Sonra Sab.. Sonrası da öyle umduğunuz gibi değildi, fesat mısınız nesiniz ha.


Hadi o zaman napalım dağılalım mı millet. Hadi tikat edin!

ordan burdan

  • Tanıdığınız her 3 kişiden birinin Facebook'ta, MySpace'de ya da her neredeyse bir tane "ordan burdan" "ondan bundan" "biraz ondan iki de bundan, üstüne de leblebi" adında fotoğraf albümleri olduğunu... BİLİYOR MUYDUNUZ?!
  • Merhaba, ben bu yaşına dek Sıhhiye'den (köprüsünden) öteye gitmemiş doğma büyüme Ankaralıyım. Naber? Hatta "merkez" tabir edilen kavşakları, dörtyolları, caddeleri, köprü ayaklarını bilmem neleri falan da bilmiyorum. Ama Ankaralıyım. Evimi biliyorum falan, yetiriyorum bi şekilde. Daha evvel hiç İstanbul'a gitmemiş olan da benim. Evet evet, gelin üstüme, Eskişehir'e de gitmedim. Bak Bursa'ya gittim ama. Ona laf ettirmem. Bayaa gittim. İstanbul'a da Ekim'de gidicez işte, dağılın lan, ne olay yaptınız. Alla alla.

  • O da neden, evrak toplama maratonu başladı da, eşe dosta soruyorum şu nerde bu nerde. Herkes Sıhhiye köprüsünü orijin almış. Dört milyon küsür kişi orijin almış ama ben alamıyorum. Veri eksik. Hata ekranı çıkarıyorum her adres soruşumda. Kendim gidip kaybolmamayı deneyeceğim. Google Maps'den daha açık harita çıkarmazsam adam değilim.
  • Ben bugün haberlerde çıktım, gördünüz mü beni? Öğle haberlerinde son dakika olarak verdiler. "Dost'ta almak istediği kitapları, çizgi romanları iki kolunun altına sığdıramayınca hepsini düşürüp sinir krizi geçiren kız" olarak. Milyarlık ürün toplamışım ordan burdan, alışveriş sepeti falan yapmadıkları için bi kasiyeri dövmüşüm, içerde 4 buçuk saat dolaşınca peşime taktıkları güvenlik görevlisine saldırmışım falan. Hep iftira bence bunlar. Ben sadece bi arkadaşı beklerken çizgi romanlara bakıyodum. Karanfildeki Dost'un amacı o değil miydi zaten?
  • O, hala Küçük Prens'i okumamış olanınız da şüphesiz benim. (Aslında çok az bi hakimiyetim var, bi yılan var fil yutuyo falan, değişik tabi.) (çok az demiştim.)
  • Ama bence Naked Lunch'ın filmi çekilmese de olurmuş. Bi filmi izledikten sonra insanın deri rengi değişir mi arkadaş. Kırmızının da ötesinde oldu. Tırnaklarıma baktım sonra da kanmış onlar. Böyle çıldırırcasına kaşınınca demek ki. Böcek görmek çok hoş bir şeymiş gibi doldurmuşlar kırkayağı bilmem neyi. Bok var. Ne o, sanat. Yürü ya. Yürü git. Bazı kitapları da bırakın filmsiz kalsın nedir yani. Bütün kitapları filme çekelim rezil edelim, daha da anlatalım o zaman. Aynı şey A Clockwork Orange için de geçerli. Her ne kadar berbat bi' çeviri okumuş olsam da filmini hiç beğenmedim. Bırakın işte, her kitabı da çekmeyin. Ben size atasözünden karton ev yapıyo muyum? Yoo. Eee? Hadi hadi...
  • Alakasız maddeler sonuncusu olarak, Buhan Matematik'le, Zihinden Problemler'le, Tüm Dersler'le çocukluğu tükenenler. Zihinden Problemlerin birinci kitabını almışken arkadaşları çoktan 8i almış olanlar. Tüm Dersler'ini ikinci döneme bitirip gelen arkadaşı olanlar. Buhan Matematiğin çözülmeyen sorularla dolu olduğunu fark edenler. Buhan Matematiğin mavisinden, Zihinden Problemlerin sarısından, Tüm Derslerin kırmızısından sonra gökkuşağına küfredenler. Sizleri selamlıyor, evrene mesaj gönderiyorum. Kuantuuum uuuu, evreene mesaaaaj. ilköğrenim hayatımı harcadınız allahsızlar!!

cake

  • "Her şey bir patlamayla başladı. Ancak patlayan neydi? Neden patladı ve bir patlama olması gerekli miydi? Binlerce ve binlerce soru. Azınlıklar ne etnik ne dinsel ne de renklere ilişkin olanlardır. Yeryüzü ve dışındaki tek azınlık, yanıtlardır. Her şeyi ve herkesi sorular yönetir. Evren nüfusunun çoğunluğu sorulardan oluşur. Soru ve yanıtların nadir evliliklerinden doğan melezler de bildiklerimizdir. Melezlerin ışığı neyi aydınlatıyorsa onu görürüz. Gerisi karanlıktır." demiş Hakan Günday, Azil'de. "Patlamanın geçmişi yok ettiğini bilmelisin. Patlama öncesindeki hiçbir davranış ve düşüncenin sonucu yoktur. Kuralların doğum tarihi, zamanın başlangıcıdır. Zamanın başlangıcıysa patlama anıdır."

Büyük patlamanın ne zaman olduğu aşağı yukarı tahmin ediliyorsa da, benim için küçük patlama tamı tamına 20 yıl önce oldu. Olmuş. İnsanoğlu abartır. Ebeveynse onun üzerine biraz daha abartır.

"cam bölmeden babana gülümsedin." Bi dur be yeni doğdum daha!

"herkes baba der, sen ilk önce anne dedin." Anne ne demek ki?

"okula gitmeden yazmayı söktün." Elimde sadece kağıt kalem vardı çünkü!

"ayyy dünyanın en güzel resmi!" Anne sakin ol, sadece çöp adam çizdim.

...

"ergenlik çağında herkesin burnu öyle olur, büyüyünce düzelir o, teyzenin burnu ne biçimdi de..." Eee? Kemik lan bu? Ergenlik? Oha yalanmış!

"ergenlik çağında herkesin kilosu öyle olur, büyüyünce verilir o, abinin göbeği ne biçimdi de..." Eee? Abim iki boyutlu oldu? Ben ergen miyim lan hala? Oha bu da mı yalan be!

"erg..." Anne, rica edicem...

...

  • Doğrular, yanlışlar birbirine girmiş. Böyle pohpohlandıktan sonra gerçek hayatla tanışınca hafif bi tabi şeysi oluyo, bi şamar etkisi yaratıyo illaki. Adapte olmak için iki üç arkadaşla işe başlıyosun. En değerlisi de, koskoca kız olmuş. Gelmiş itiraf ediyo, "ben" diyo, "küçükken 'bence ebrunun gereksiz çok barbiesi var!' diye düşünüyodum."diyo. Böyle bi itirafla büyüdüğünü anlıyosun zaten. Burnumdan getirdi o balerin barbie siyle bi kere oynatmadı da, hala ne diyo ya. Bak hala içimde ukte. Hala oynatmıyo bu arada. Evet, oynasam oynarım. Yok lan ne oyniycam, gider kendime kralını alırım KRALINI. Yürrüüüü!

Bugün, yirminin ilk günü. Bugün, yirmibire ilk adımım. Bugün, hala çocuğum. Ama bugün, çok da yetişkinim. Özlüyorum, seviyorum, umut ediyorum, sinirleniyorum, kuruntu yapıyorum; ama mutluyum. Öyle olması gerek.

"Düşünce şeytandan, davranış Tanrı'dandır. Hangi düşüncenin davranışa dönüşeceğine karar verense insandır."

Her nefes alışımızla zaten ister istemez bir karar veriyoruz. Ben bugün oldukça kararlıyım.

(Ya siz? diye bitirseydim çok vurucu olurdu ha. Neyse, onu da sonra artık.)

adamın faul diyo?!

Yeni kayıt sayfasını açıp açıp geri kapatıyorum bir haftadır. Hdd'nin usb kablosunu kulağıma taktık çünkü. Oturuyorum gündüz, kafamı bi kaldırıyorum, hö, gece olmuş? Uyan-izle-uyu. Sistem çok basit, zaten oruç da bir yandan uyuşturuyor, oldukça rezil bir durumdayım. Kimi kimi dışarı çıkalım diyen canlarıma böyle sayıya sevinen Murathanoğlu gibi anlamsız ses dizileriyle höykürüyorum da, heyecandan. Anlıyorlar artık, annem de beni süpürgeyle kapıdan dışarı süpürüyo. Ben niye böyle oldum acaba? Bi miskinlik bibişey. Neyse en azından havalar serinliyormuş.


  • Etrafta Rey Misterio t-shirt leriyle gezinen Smackdown jenerasyonuna aşina değilim. Aşinayım aslında. Kahretsin, burnumun dibindeler. "sen simekdağn biliyo musun?" Ablacım, git başımdan, hadi bak! LAN!

  • Günün tespiti : Kullanmadığı zamanlarda, Laptop'sa webcam'in üstünü post it le falan kapatan, ayrı aparatsa ters çeviren insan paranoyası. Bi bende yokmuş bugün bizzat şahit oldum.

  • İnsan hissettiği yaşta mıdır acaba? Bence bu mantık hatasına bi' sınırlama getirseler iyi olur; tadı kaçmadan önce. E ama tadını da kaçırdılar. Bunun bi standart sapması olsun bi aralığı olsun, belli bi sınırın ötesine geçiş yasaklansın. Ne ben "yetmişimde hissediyorum biraz diyalize bağlanayım" diyeyim, ne de siz "pembe tayt giyeyim de gezeyim" diyin teyzecim. TEYZE! napıyonsenya?! Ohoo, ne konuştuk ama biz. Bi kulaktan giriy... Duyabiliyo musunuz teyze? Bari üzerinize biraz daha uzun bişey giyseydiniz; ben iki saat sonra iftar yapıcam çünkü de.

  • Hadi pembe taytı geçtim. Pembedir, seviyordur; tayttır, rahat ediyordur, biraz kötü bi kombinasyon kabul ediyorum. Ama, saçı başı ağarmış bi amcamızın da Facebook'ta video paylaşırken falan yorum olarak 3 ile kalp yapması falan... Yapmayın çocuklar, döndürmeyin!

  • Facebook da iyice... Nefret ediyorum ya, iletişim ağı işlevi olmasa kapatmam an meselesi. Seveni de bol, eminim yani. Minicik ufacık kuzenlerin tutkuyla bağlandıklarını, bir hayli de saçmaladıklarını görünce emin oldum bundan. Ama ne biliyim, filmine gidecek kadar da seveni var mıdır acaba. "Ay şu Mark'ın projeye başladığı dönemler ne olmuş gidip izleyeyim" diyen olur tabii ki, meraklısı boldur. Ben gitmem ama, gereksizin de ötesinde. Social Network filmin adı da, merak edene. Hayır, popüler kültür bir zamanlar çekilebilirdi, şu son zamanlarda ciddi anlamda bir mantalite uyuşmazlığı yaşıyoruz, bi yanlışlık var, bi yöntem yanlışlığı, bi bilgi eksikliği. Nasıl düzeleceğine dair fikir bile getiremiyor insan çünkü toplumun büyük bir kısmı bundan memnun görünüyor.

  • Vizyonda da güzel filmler gösterime girmeye başladı nihayet. Rezil bir yaz sezonu ardından yavaş yavaş seviyeyi yükseltiyorlar. Ölümsüz için bilet alırken gişedeki arkadaş bana "ama Ekim'de daha güzel filmler girecek." dedi. Acaba "sen bu bileti alma da, daha sonra yine gel" mi demek istedi ne dedi anlamadım. Gideyim mi ne demeye getiriyosun arkadaşım?Ama Ölümsüz'ü de izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Jean Reno, müthiş bir hırsla izlenen tadında bir mafya koşuşturması. -based on a true story-

  • Dünya şampiyonasına hırs getiren, renk getiren, çıldıran Ersan'a burdan sırt sıvazı gönderiyorum. Ersancım, hadi topu ver de arkadaşların da oynasın, olmaz mı? Aman da..

kroki izlenceler

  • Gol yiyip, "kaleci-oyuncu var olum" diyip, topu alarak son gaz koşan, daha karşı takım defansa geçmeden kaleye abanıp, çakallıkta sınır tanımayan çocuğun hırsı. Bildin değil mi o çocuğu. Golü de atamaması bi de. Eheh, salak ya yerim.

  • İki çocuk da oturmuş kaldırıma, önlerinde de inceli uzunlu çubuklar. Dedim "ne bunlar?" "çöp" dedi, bana bakmadan konuşuyor ama, işine öyle konsantre ki. Ne çöpü dedim ya, çöp dedi çünkü. "Ne çöpü?" dedim, "Mikado'nun." dedi. Olum kalk git dedim ya, şaka mısın nesin. Annen nerde senin dedim. Manyak mı ne, yaşı da 10 falan. Mikado'nun çöpü diyor ya. Biz o yaşta çakallık olsun diye dondurmacıdan kornete dondurma koymadan önce çikolata sosu koymasını isterdik ki, Cornetto yer gibi olsun. Anca o yani, kapasite belli. Mikado'nun çöplerini de Melih Cevdet Anday sayesinde öğrendik, o da lisede.

  • Tabii ki aynı ülkenin tartışma programlarında "uzaylılar neye benzer" onu tartışan koca koca adamlar var. Ellerinin neye benzediğini birbirine anlatmak için bas bas bağıran adamlar. Ya amca tamam üç parmaklı allah kahretsin, üç tamam, bi otur ya. Otur ya!

İtiraflar köşesi : Banliyö bana hala tren gibi gelir. Tren çeşidiymişcesine.

  • Yaz okulu da sona erdi, berbat bir final sınavıyla. Sınav esnasında paranoyaklaştım ben. Çünkü çok sayın hocamız dedi ki, "eğer cevaba ulaşamazsanız, şıklar sizi tatmin etmezse, yeni bir şık yazıp onu işaretleyin. Belki de cevap orada yoktur. Belki de soruda eksik bir şeyler vardır ve ben sizden soruya ekleme yapmanızı istiyorumdur." YA HU! 10 tane soru var, cevap içinde mi dışında mı, eksik mi tamam mı derken paranoya büyüdü büyüdü, duvar kenarına çökmüş sallanırken buldum kendimi.

  • İftarda bir damacana su içiyorum, su reklamlarında beni görürseniz şaşırmayın. İçip içip yuvarlanıyorum dere tepe. Ayaklarımı göremediğimi söylemiş miydim?

  • Ağustos'ta 16 saat aç susuz bu insanlar! Obama kitlelere seslensin, "Adaletin bu mu dünya?!" ve eklesin, "ortadoğu insanları çok rerörerö."

Hubert-Félix Thiéfaine dinleyelim, daha da abartalım.

  • Canımın ikileri gittiler. 2 hafta yoklar. Canımın üçü burada neyse ki. Şimdilik ben de gideyim, hati!


benimkisi buzlu olsun.

  • Merhaba şu an ekran klavyesi kullanıyorum; ÇÜNKÜ SICAKTAN KLAVYENİN TUŞLARI ERİDİ!
  • Ankara'ya geldiğime pişman oldum yemin ederim, Kumla'da deniz ne kadar pis olsa da, ne kadar 10 kiloluk zehirli deniz anaları olsa da, ne kadar sıkıcı da olsa; akşamları esiyodu bi serinlik vardı neme rağmen. Geldiğim gün 40 dereceydi. Zaten oradan alıyordum haberleri, kurulan cümleler abartıya abanmış sıvı canlı formlarından :
  • "Gölgede 40 ama güneşte 59 falan bence."
  • "İstanbul'da nem yüzde doksanmış, hava da 100 dereceymiş" (bu mantık hatasını sıcağa vermek lazım tabi.)

"Geceleri afedersin ıslak kilotla yatıyoruz."

"Evdeki termometre patladı, bence 158 derece dışarısı."

  • Her güne 1 elektrik kesintisi! Bu kadar da klimaya abanmayın arkadaşım. Azar azar estirin, n'oluyor yani öyle sonuna kadar çevirip de karşısında uyumalar falan. NOLUYO?! İki cam açalım da karşılıklı, estirsin diye köpek yavrusu gibi bakıyoruz pencerelere, nafile. Bi de bana diyo ki klima iyi hoş da diyo böyle tuvalete falan giderken ikinci sınıf insan gibi hissediyorum. HAYVAN! İnsanmış, bi klimada tuvalete taktıraydınız. Aydınız. O klimalara vantilatörlere bi yığıldınız, Türkiye tarihinde enerji kullanımında rekor kırdınız. Siz evet. Benim kullandığım enerji de lamba. O kadar.

  • Ya tamam biraz sert çıkmış olabilirim kusura bakma. Yapma demiyorum, yine yap ama hobi olarak yap. Tadında bırak.

  • Klimaya karşı kıskançlık oluştuğunu hissettim. Ne ayıp. Züğürdün çenesi yorulmuyo ama maşşallah.

  • Klimalı ayakkabı icat eden mucit türkler her sene haberlere çıkardı, noldu onlara?
  • Bi de her sene yaz aylarında zayıflama tarifleri, üç günde ölün! diyetleri falan olur ya, hakikaten ölürüm onlara. Elinde kalem kağıt o haberleri bekleyen bi kitle olur, 100 kiloya yakın. Bütün kış yer yer yer yer ... yer, yazın da bütün yediklerini kaybetmeye çalışır. Bi gün ekmek yemez akşamına geçer aynanın karşısına, "Ekrem, süzüldüm gibi sanki ha? Vallahi hafifledim gibi." der. Evet ablacım evet. O haberi yapanlar da hiç utanmaz her sene aynı önerileri farklı mankenlerin görüntüleriyle gösterirler, Bir haber öncesinde Rusya'da yangın, sonra da götü göbeği eritin. Habercilik budur.

  • Velhasıl, sıcak. çok sıcak. daha da sıcak olucak. mış. Ramazan geliyor, hatta geldi diyelim artık. Ananem dedi ki Allah Ramazan'da kullarına yardım eder, havalar ferahlar, rahat rahat tutulur.Anane dedim, haber kaynağın nere? Noluyu? Nasıl da emin kendinden. Bakalım.

  • Herkes de Ramazan'a denk gelmesin diye tatilini öteye çekmiş, doluşmuşlar Kumla'ya. Ne biçim görmemiş gibi şezlong falan getirmişler deniz kenarına. İki genç kız gördüm şezlong taşıyan, çektim kenara, dedim ki ayağınızı denk alın. Burda dedim öyle Bodrummuş Türkbüküymüş zartmış zurtmuş, ordaki ortam yok dedim. Burda yaşlı ve obez teyzeler, zayıf ve buruşuk amcalar, bi de onların çaresiz torunları vardır ki hepsi de ergendir dedim. Plaja da en fazla hasır, havlu ya da sandalye iner dedim. Görmemiş gibi şezlong getirmiş, bi çaktım eline bunun, şezlong bi yana çantası bi yana. Adam gibi iki kulaç atıp gidin di mi, orda çikolatalı bilmem neli yağları bişeyleri çıkarıyo falan. Makyaj yapmış bi de. Siz buraya ait değilsiniz anam! Yok!

  • Asıl komik olan kız yanmak üzere yatarken belinin üst kısmına kalp şeklinde bi kalıp koydu. Mekanizmayı kendi gözlemlerimle anlamlandırdım ki hanım kızımız baskıdan korkudan dövme yaptıramamış, o kısım kalp şeklinde yanmadan kalıp kavruk ten üzerinde öyle bi kalp şekli bırakacak. Enteresan.

  • Akşam çökmek üzereyken, sitenin çoluk çocuğu eksik olmadığı için oynamaya çıkarlar. Çılgınlar gibi bağırırlar oradan oraya koştururlar. Bu sene de yeni ergenlerde indirim varmış, her köşede bi tane çok metalci yaratıklar. Üstüne siyah tişört giymiş grup resmi baskılı, altına da siyah pantül (yaz sıcağında bula bula kadife siyah pantolon giyen sığır), bi de konvers, saçlar da uzatma eğiliminde. Hani bu okul başlayana kadar 3 ay saç uzatmaya heveslenen erkek çocukları var ya, saç kulakta kalmış, o kadar uzayabilmiş, en de çirkin evresi saç uzatırken. Öyle bişey. Bunu yüzle çarpmışlar her köşeye serpiştirmişler. Çok karanlık bi dünyaları olduğu için cadde kenarında telefondan metal müzikler açılır, elle dize vurmak suretiyle tempo tutulur, geceleri çok marjinal olunduğu için denize girilir. Türlü türlü huy. Haydi jackass olalım kızlar hayran kalsın bize. Hayır anlamadığım, madem özeniyorsun, öğren de gel, elektrogitarı da sahil kenarına getirme yani. ELEKTRİKLİ O LAN! Cereyanlı! Çalıyo bi de dizlerine kadar indirmiş. Berkcan çok tatlısıın! ööeeh.

Netice'de yiyip içip kitap okumaktan başka bir şey yapamadım.

  • Burada da pek hareket yok. Sıcaklar dışında her şey aynı. Buluşmak için koordinasyonu sağlayamadığımız bir arkadaş çevrem olduğundan, ha! dedin mi buluşamıyoruz. "Erteleyici" diye bi insan türü var bildin mi? Quotes : "Neyse ya, sonra yaparız onu da." "Ya bugün değil de başka bi zaman olsa.." Ekşimen bi surat ifadesiyle aurasının rengi kapkara olur bir anda. Ulti de peşinden gelir zaten : " Zaten bugün işim var, siz takılın ağbi." Nerede buluşulacak, kaçta buluşulacak, kim kim, ne yapılacak. Ulan herkesin de farklı fikirleri, farklı tavırları, derken saat olur 7 8 9 10 11 ... Facebook olmasa arkadaşlarımın suratlarını unutacağımdır.

  • Namussuz hava, bi damla esmiyor ya. Öldüm burda. Buzları tane tane içime atıyorum, sırtımda dolaşıyolar, ıslak çarşaf, yatmadan bi saat evvel buzlukta bekletilmiş yastık kılıfı, ıslak havlu, dondurulmuş pet şişe, ne kadar serinletici şey varsa stokluyorum yatarken. Sonra da vücut şaşırıyo tabi, sıcak mı soğuk mu lan diye, hoşgeldin hastalık. Ço iyi. Aç klimayı aç, daha da aç, voltaj düşsün, eğlenelim abartalım. ABART İYİCE!

  • Krizlere girmeden buzları koyayım bi kaba ben, hati kendinize iyi bakın, akşam üstüne kadar dışarı çıkmayın, gece de karnınızda ıslak havluyla yatıp ishal olmayın, ne dedik, abartmıyoruz, klima varsa da modern bir insan gibi , ama en önemlisi İNSAN gibi, azar azar. Heh, hadi bakalım.

tişikkirlir sipirmin

Eğer sosyal paylaşım ağlarına Eternal Sunshine of the Spotless Mind fotoğrafları yükleyip, altına şiirler yazan bir (1) kız daha görürsem cinnet geçiririm. Gerçekten.


Havalar çok sıcak di mi, nağlet gelsin. Peki bir şey rica edebilir miyim, edebilirim. Eğer dışarı çıkacaksanız, ya da çıkmanız için bir mani yoksa, şöyle gölgelik bir yere, bir yoğurt kabına falan su koyup bırakabilirseniz, kendini ifade edemeyecek halde olan üç beş miniğin susuzluğunu dindirebilirsiniz, pek çok mutlu olurum onlar gibi.

Şu, saat 00:00'dan önceki ve ya sonraki vakitlerde konuşurken tarih karmaşası yaşamak, açıklığa kavuşturamamak acı veriyor bazen. Resmen kangren oluyorum, hele ki bir buluşma ayarlanacaksa. yarın, eööö yani bugün, dur lan bug.. yarın be. saat kaç, e geçmiş, demek ki yarın oldu, yani bugün oldu, o zaman dün buluşalım biz, hadi bakalım. Siren sesi bizim siteden geliyo? Annee? Gömlek mi o? a aaa.

Ekmek almaya diye çıkıp, otobüs bileti alıp geri dönmek, şu yaşıma kadar da yaptığım en uçuk şey olabilir. Lunaparktan, aquaparktan, her türlü parktan mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığımdan, bayaa uçuk bi'şey gibi geldi. Neyse, uzun lafın kısası, ben gidiyorum. Kumla'ya, küçüklüğümden beri rutinlerle doldurduğum yazlığa. Eğleniyorum da aslında, arkadaşlarımın yaş ortalaması 65, ama dünyayı gezseniz böyle şamata göremezsiniz, çünkü dünyanın dört bi yanından kalkıp geliyolar, bok mu var Kumla'da ne varsa. O yaşta çekincelerde takıntılarda ortadan kalkıyor tabii, arsızlık da diz boyu, dile vuruyor. Kumsalda her gün aynı saatte sözleşiyoruz bizim kızlarla. Komiklikler şakalar gırla. gır.

Otobüste nereye oturmak gerektiği, stratejik olarak "oyunteorisi" dersinin mi konusu acaba. Annemde default olarak var olan pasif bi skill olduğu kesin ama. Güneşin saatlere göre geliş açışını, iki camın kesiştiği kalın bloklara denk gelen koltukların numarasını, önünde koltuk olmadığı için ve televizyonu gördüğü için rahatötesi olan numaraları, muavine elkol yapınca görülebilecek mesafeyi, HERŞEYİBİLİR. Ama ben bu sefer onun engin bilgilerinden faydalanamadım, o yüzden şöförün hemencik arkasından, 2 numarayı aldım ki, uyursa falan yanağına şamarı yapıştırıveririm diye düşündüm. Hiç de yaratıcı değil bence de. Neyse eğitim görüyorum yavaş yavaş.

Bavul hazırlamakta da üzerime yok. Bavul hazırlarken zevk alan bi yapım olduğu için, saatlerce sürer bu. Her şeyi enli boylu sırayla koyarım, kullanım sırasına göre dizerim, minik minik çekmeceler, ufacık palmiye ağaçları falan derken lego evi gibi olur içerisi, bana ilaç içirip müşaade altına alırlar.

Bavul da hiç öyle kocaman, şık, modern değil ha, ben kendimi bildim bileli hiç öyle bavulumuz olmamıştır bizim. Samsonite parlak kapak bilmem ne. Gerek mi görmemişiz, neden bilmem. Gerçi evden tatil için bile çıkmayan insanlarız. Bi ben gider gelirim. Ondan olsa gerek ki, üstünde ya yapıkredi yazan bavullar ya da 80 li 90 lı yılların allı morlu bavulları. Eski meski ama sapasağlam. Sen bilir misin hiç körüklü bavul. Ne bilicen sen, kesin bavul setin vardır senin be, böyle şahsına münhasır, milenyum model, hadi ordan. Körüklü bavul ya, çok acayip. Tekerlekli mi? Vay vay vay, Hüsnü, görüyo musun, teknoloji nasıl ilerlemiş, peh peh. Zaten geçen gün bi arkadaşımla Benetton'ın önünden geçiyorduk, ulen dedik, bu yeşilli turunculu bavullar güzel he, bayaa sempatik, fiyatını soralım. Sorduk. Utanmadan sıkılmadan 480 lira dedi, hiç yüzü kızarmadan indirimli fiyat bu dedi. Üstünde tepinseniz kırılmaz, bilmemkaç litre dedi, gözümün içine baka baka! Ben nasıl kendimden geçmişim, bavulu falan kırmışım, şaşırmış tabii önce de, böyle o kapıdaki sensörleri yerinden söküp camları da indirince, güvenliği çağırmışlar. Sonra bileklerimi kolonyayla ovdular da gözümü dışarda açtım.

Yazın Antalya, Bodrum gibi yerlere gitmeyi bilemeyen, körüklü bavullarla gittiği sahil kasabasında da yalnız başına denize girip, akşamlarını çay bahçesinde geçiren, dondurma yemeyi de ödülden sayan, öğlen de yalıda sahaf gezerek tatilini tamamlayan ben, koca bir yılı daha arkadaşlarla "beraber tatil yapalım lan!" planlarıyla geçirdim, lakinkiöyledeğildir. ANNE AL ŞU KEDİYİ BAVULUN ÜSTÜNDEN YEAA!

Telefon diye bişey yapmışlar, böyle özleyince falan arayabiliyormuşsun, çok enteresan geldi bana, denemek lazım. Hati.

Aaa, n'aber ya? İyi benden de, görüşelim bi' ara.

  • Bak şuna açıklık getirelim şekerim, arkadaşlar arasında eğlenceli olabilirim ama bi ortamdaki 19 kişiyi tanısam da, o 1 kişi bile var ya, beni öyle bi' gerer ki, öyle böyle değil. Çekinmeyi falan geçtim, acayip bir şeyler olur yani, bilemiyorum. Bak izah bile edemiyorum, öyle bi gerginlik.

  • N'oldu biliyo musun, az önce elf bi arkadaşım beni aradı. Ben de sıcağa rağmen çayımı almışım, ders çalışıyorum, çünkü yarın vizem var. Rassal değişkenlerin Allah belasını veriyordu ki tam, telefon çaldı, alo?

  • Böyle heyecanlı heyecanlı, bana durumu izah etti. Radyoda yayına gireceklermiş 2 dakikaya, bağlanacakmışım, "çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu taam mı?" insanının repliğini tekrar edecekmişim, eğer yapabilirsem yemek kazanacakmışım vesair. Evet, elfleri radyolara istihdam ediyorlar.

  • YABİDUR! Ben buluşalım falan diyeceksin sandım, nabtın anam sen? Benim el ayak titre, böyle telefonu tutama, konuştuğumuz dili unut, yerine ancient bi' dil geliştirip onunla bir şeyler gevele. Rengim değişti, ter bastı, başım döndü, neler neler. Abartıyorsam na böyle (O) olayım.

  • Ben böyle normalde telefonda bile konuşamayan bir insanım. Hayır mesajlaşmaktan da hiç hazzetmem. Konuşmak için ararım, susarım sonra. Nefes veririm falan, sapık kişiliğimin bir yansıması olarak. Tamam belki iki üç cümle kurabilirim. Ama mesela şey olur, böyle diyelim ki karşıdaki bir şey söyledi, ben anlamadım. I beg your pardon? Bir daha söyledi, yine anlamadım, yine sordum, telefonu iç kulağıma soktum, yine de anlamadım ya. Bir daha soramam. Anlamış gibi yaparım. Tesadüfen başka konuya geçilir rahatlarım, ama bazen öyle olmuyo, o soru soruyo oluyo, ben de sadece hı hı demiş oluyorum, öyle saçma bişey oluyo yani. Evet.

  • Dediğim gibi, konuşma yetimi kaybettiğim nadir durumlardandır. Kimi canlar arayıp bu kötü huyuma nokta koymak niyetindeler. Ama olmamış canlar. Bugün onu farkettim ki bir boka yaramamış.

  • Neyse, radyocu elf "hadi bağlayalım mı seni?" dedi, ben ne diyeceğimi şaşırdım, acaba dedim ölüyomuş taklidi falan mı yapsam. Çünkü öyle topluluk önünde konuşma yapabilen, kitlelere seslenebilen ya da çok girişken, radyo programlarını arayıp kakara kikiri yapabilen insanlar var ya. Ne biçim lan onlar. Ben onlardan değilim hiç. Fabrika ayarlarım öyle. "oha yok, nası ya, yok yok, şş saçmalama, valla olmaz, şş..." Telefonla konuşurken odanın içinde dört dönüyorum, ter basıyor, elimdeki kalemle orayı burayı karalıyorum, çıldırıyorum adeta. " yavrum valla yapamam yani, fake isim falan sorun değil, cidden, ayy..."

  • Böyle bi' şey geri çevrilir mi onu düşünüyorum şimdi. Ayıp ettim bence. Sonuçta çocuk beni aramış, beni düşünmüş yani. Ayrıca programına katkıda bulunmak bu, kişisel bişey de değil. Komşulara karşı ço kayıp oldu. Cidden ama. TÜLAY! Döngerigel. Eğer burayı böylece okudunsa bunu da okuyacaksın mantıken ( dünyanın en salak geçiş cümlesi ) Çok özür dilerim, ben de isterim, ya da istemem. Evet istemem, çünkü olmuyo yani, bak başka bir şey iste yapayım. Ne istersen. Ben kamera arkası insanıyım, görünmeyen, duyulmayan, sadece ismi cismi bilinenim ben. Temennim o yönde yani.

  • Böyleyken böyle. Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür diliyor, senden de tekrar özür diliyor, izninizle huyuma tüküreyim diyorum. Haydi bakalım.
  • utangaç, çekingen, ter bezleri orantısız çalışan kırmızı yanaklı insanlar, oradasınız biliyorum!

  • madde işareti koyunca, iki satır arası daha geniş oluyormuş, şablonuna tükürücem ama yeter be.

1 al 3 öde.

Guns'n Roses yapınca niye bişey demiyosunuz da Deli Yürek yapınca kro oluyo arkadaşım?! Tema aynı halbuki. Belki isimden kaybediyo tabi ama Axl Rose'a karşılık Kenan İmirzalıoğlu'nu gösterebiliriz mesela.


  • Şu rock gruplarının yağmurda klip çekme arzuları biter mi acaba. Çünkü artık inanılırlık skalasında 0'ın altına düştüler de. O ne arkadaşım çılgınlar gibi yağmur yapmışınız eyvallah, prodüksiyon konuşmuş falan ;ama o elektrikli gitarlar çarpmasın yavrıım, mikrofonun kablolar falan hep su içinde. Öyle deme ama çocuğum, Hamdi amcanların damadı elektrik yüklenmiş geçen, Allah muhafaza..

  • Bu bir, yağmur suyunun biriktiği zile müthiş bi hışımla abanmak suretiyle seksi baterici imajını çizmek de dillere destan zaten. Bu da iki. Üç de cereyanlı gitarı kablosuz amfisiz çalabiliyorum havaları. Çünkü kablo yok ortada. E haliyle, çölün ortasında da, di mi, elektrik, haliyle... Gençkan kardeşimizin klasik gitarla distortion lı sololar attığı günler de uzak değil. (Gençkan-KendimiKontrolEdemiyorum.mp4)

  • Şu hayatta da en büyük restoran çakallıklarının başında hesabı istedikten sonra bi çay bi kahve istemek gelir. Böyle garsonda hafif bi endişe görürsün ama, çünkü bahşiş bıraktıysanız, o bahşiş doğruca çayın kahvenin açığını kapayacak, tipbox yüzü göremeyecektir. Müesseseler genelde o çayın kahvenin parasını almasalar da alanlar olduğunu duydum. Çokayıpgerçekten. Bi bardak çay seni de zengin etmez beni de! Bir de bunun gibi, hesap isterken havada böyle yazı yazma hareketi yapılır ya, ortamların çakalıyım, her gittiğim yerde hesabı böyle isterim insanlığıdır o. Zaten her grupta bi tane ondan vardır, yenilir içilir, "hadi mithat hesabı iste" denir ona, ve o da ne yapar, elini beyle kaldırıııp yazar da yazar, ta ki biri görene kadar. Mithat, sen az değilsin. Çıkarken de "bi kolonya bişey yok muydu genç?" diye garsonun sırtını sıvazlayan yine Mithat'tır, çayın geri kalan şekerlerini cebine atan da odur. Bak onun evine git, mutfak çekmecelerinde falan hep zart kafe zurt restoran reklamlarıyla dolu kürdani peçete, şeker bulursun. O odur çünkü. Her eve değilse de her üç daireden birine serpilmiştir onlar. Sevilesidirler.

  • Canlı müzik yapılan kafelerde, ben çok geriliyorum. Elimi ayağımı koyacak yer bulamıyorum bazı bazı. Çünkü onlar orda çabalıyo, güzel bi tını çıkarıyolar ortamda, sen de orda bi kaptırmışın kendini, yemek mi yesem içki mi içsem arkadaşın anlattıklarına mı gülsem gibi bi çıkmazlara girmişin, emeğe saygı yok. Tamam belki sırf müzik dinlemek için gitmiyosun ama en azından arada bi çalan adama bak, bi tebessümle ona kendini iyi hissettir değil mi. Alkışlamam, eşlik etmem, istek parça istemem şeklinde kuralların olabilir, ki bende var. Ama o insanlar da saygıyı hak ediyorlar bence. Mesela parçaları bitirdiklerinde yok elimde bardak var yok telefonla uğraşayım da kendimi kaybetmiş havası vereyim, olmaz. Ya da mekandan ayrılacaksan, parçanın bitmesini bekle, değil mi. Öbür türlüsü müziği protesto eder gibi olur, olmaz. Böyle ufak hoşluklar olmalı bencö. Bessameeğ, bessameeğ muuuuççooo...

Anane, bari ekmekler kalsaydı ya? (Garsonlardan köpeklere götürmek için yemeklerden artan kemikleri isteyen aile bireyleri şüphesiz en temiz kalpli olanlarınızdır.)

Şarkı bitsin de öyle kalkalım bari.

hot tamale hot hot.

  • Senelerdir kullanılıp randıman alınamayan, ama her sene de inadına yeniden alınan yegane şey :Güneş kremi. Saçmalama, koruduğu falan yok. Kiminle konuşsam (ki bu konuda röportaj yaparım her sene) "sürüyoruz ama yanıyoruz da." "bunun faktörü mühim değil, yakıyor arkadaş." "sürsem de bronzum sürmesem de." şeklinde yanıtlar alırım hep. Standart sapmalar olur arada, bilimsel. Neyse. Ayıptır söylemesi biz bugün arkadaşlarla havuza gittik. Bu yüzden, yazının buradan sonrası biraz ıslak olacak.
  • O kadar ince eleyip sık dokuduk ki seçerken, güzel olsun uygun olsun temiz olsun gak olsun guk olsun diye(ki afedersin buldun da şeyini arıyosun derler buna) bi uğraştık, sonra bula bula en ufak havuzlu, en duşsuz, en de sapa olanını bulmuşuz. Ağızlardan düşmeyen "apaçiler" altın günü yapıyor sandık bir ara. Öyle böyle değildi çünkü, fabrika çıkış, sakallar şekilli, saçlar belli bi şekilde sabit, her yerlerinde ejder dövmeleri, parmak arası terlik bi de bıkmak usanmak bilmeyen bakışları. Neyse o da insandır dedik. Böyle karar kıldık yani, günah. Sonra baktık güneşli, dedik ki neden güneş kremi sürmüyoruz birbirimize. Bir şevkle ver ettik güneş kreminiomza sırta, hayın şemsiyelerin altında bir müddet bekledik ki emsin. Sonra havuza. Detaylar mühim değil, aslolan güneş kremi zırvalığı. Allahın cezaları ya!
  • Eve bir geldim ki annem elindekileri yere düşürüyordu şaşkınlıktan. "Sen evden çıkarken beyazdın? kimsinlansen" tepkileri vermeye başladı ki aynada kendimi görünce hafif bi tırsmadım değil. Tövbebismillah. Çünkü arka'şlar in cin konuştular bütün akşam. Aksakallı terlikli dedeler, paralel evrenler falan, aynada farklı suretler görm...lan? Demeye kalmadı ben olduğum yere kalakaldım. Slip mayo destekleyenler derneği gibi ben de kendi derneğim olan " bronzlaşmaya hayır! yaşasın beyaz ten! "şimdilik bi üyeyim, ilerde de bakalım.. Neyse işte bi baktım aynaya, tövbeestağfurullah bişey olmuş, böyle sağ kolum ferrari kırmızısı, böyle nikelajlı falan. Sol kol daha mülayim yanmış, arabada oldu tabi o. Surata beş kat fazla ilgi gösterdiğim halde yaramaz çocuklar gibi burun üstü ve yanaklar kıpkırmızı. Yani beyaz gittim kırmızı döndüm ben, beyazların içine kırmızı çorap karışmış gibi oldum, alt üst oldu bünye. Eee, dernek? Dernek tabi, dernek mi kalır lan, renge bak ya. Püh.

Bi de utanmaz gibi, terbiyesiz gibi çarptı. Güneş çarptı. Lan yakıyosun bari çarpma, hadi çarpacaksan bari doğru düzgün yak. Baba akü yok?!

  • Kısacası, faktörünüz batsın. Güneş sonrası losyonu uzatıyo bi de hala, çekşunuburnumdan! İndirimine başlarım, çalıcaksın yoğurdu suratına, rehabilitasyon neymiş görüceksin, hey gidi. 50 faktörmüş. Faktör git lan!

Kupa Özel ikibinon.




Bir dünya kupası da bitti. Nba Playoff 'larından sonra ilaç gibi gelmişti ki dün alınan galibiyetle bir kaç gün daha etkisini gösterecek gibi, en azından bu bünyede. Ya Uruguay ya İspanya ikilemiyle takip ettiğim 64 maçın galibi en sonunda pek de zorlayıcı bir karşılaşmayla İspanya oldu. Hop oturup hop kalkarak izlediğim maçta kritiği edilebilecek, belki de bir kaç kişinin "ölü ya da diri aranıyor" ilanlarına maruz kalabileceği onlarca pozisyon ve karar vardı.


Failed : Howard Webb.


  • Her zaman hakem hatalarına yorulan yenilgiler konuşulur. Hiç bir futbolcu faul yaptığını kabul etmez, kart görsede görmese de itirazında haklı olduğunu düşünür. Bunlar olur. Fakat final maçında ciddi anlamda hakem Webb'in yanlış kararları oldukça etkili olduğu aşikar."İspanyollar hakemi satın almış." Maç sonrası dillerden düşmeyen ilk cümle. Peki ne yaptı bu hakem?

  • Verdiği kartların yerindeliği konusu tartışılır elbetteki ama aklındaki tek şey olabildiğince "hassas" davranmak olsa gerek. Hollanda' dan daha ofansif bir oyun bekleniyordu elbette, takım zorlandıkça faullere baş vurdu. Maç faulden geçilmez bir hal aldı bir ara hatta. Webb, son maçın gerginliği ve ister yanlılığı deyin ister aşırı hassasiyeti, bir kaç hatalı karar verdi. (Üç değilse de on, bunun münakaşasını yapma benimlen.)
Bağlantı


" Hakemlik böyle bir şey. Çok bariz bir ihraç kararını veremeyen hakem maç sonrası hiç konuşulmuyor ama tüm maçı çok iyi yöneten hakem son dakikadaki hatalı bir taç kararı sonrası eleştiri odağı hatta futbol katili olabiliyor."


Hakem tribünü olanları böyle değerlendirmiş ki
katılmamak elde değil. Kararlarda aksamanın ilk göstergesi sanırım Xabi Alonso'nun böğrüne çaaaat diye geçiren DeJong'a kart gösterilmemesiydi. Xabi'de de ne göğüs kemiği varmış arkadaş, kalktı oynadı adam. Helal olsun.

  • Webb'in karttan çok ikaza, hatta oldukça fazla ikaza başvurması da başta söylediğim gibi, gergin sinirlere dokunmamak, ortalığı daha da karıştırmamak için olsa gerek. Futbolcuları yanına çağırıp
  • "olum bak, bu böyle olmaz, adam gibi oynuyosanız oynayın, atarım oyundan ha!" tarzı el kol hareketleri yapması, serbest vuruş öncesi Puyol'la Robben'e sürekli "tepişmeyin olum, sarıyı göstericem ha şimdi!" uyarıları, sabrını da ortaya koydu. Kartlık pozisyonlar kartsız kaldı, umulmadık durumlarda kırmızı kartını çıkardı; kimisi doğru kimisi yanlış olsa da takımların çabalarıyla beraber sonuca yön verdi. Belki biraz gevşek bıraktı oyunu, belki de o yüzden oyuncular bu kadar faullu belki de bu kadar disiplinsiz oynadılar. Faul kararı bekleyen Iniesta, istediğini alamayınca rakibine topsuz alanda misilleme faul yaptığında mazur görüldü ki bu onbinlerce insanı ayağa kaldırdı.(Babasınınoğlusanki) Gol sevinciyle maç esnasında formasını çıkarması da kartla cezalandırıldı zaten.



  • Hollanda'nın 10 kişi kalmasının ardından, düşen moral ve oyun dinamiği, hakem Webb'in insafına geldi demek yanlış olmaz. Son dakikalarda bir kırmızılık pozisyon daha olduysa da bunu kulak arkası ederek hoşgörüsünün doruklarını çıktı, nitekim iyi de bir karardı ki aksini yapması Hollanda'nın oyununa tamamen etki edebilirdi, gerek manen gerek fiziken.



  • Maç başlarken spikerler Torres'in durumu hakkında epey konuştular. Torres ve Pedro'nun birlikte dikiş tutturamadıklarını dile getirdiler, sakatlığından pek bahsetmediler ama Nisan 2010'da geçirdiği diz ameliyatından sonra eski performansına yükselemediği söyleniyor. Maçın son dakikalarına kadar "nando'yu sok artık seni lanet olası del Bosque !" haykırmalarım boşuna değilmiş, uzatma dakikalarında sahaya dahil oldu. Aslan parçası. Ama tabi yine bişey oldu, öldü. Yarı sahada ağrıdan kıvrandı, maç devam etti. Medikler de pek sallamadı, biz nasıl sinirlendik, aman yarabbim. Biz dediğim, dünyanınengüzelburunluinsanı olan şahıs ile. "torres öldü lan?!" dedi, daha da konsantre olamadık. Eheh, bişeyi yokmuş tabi, iki gözümün çiçeği, kutlamalarda sık sık gördük.
  • Bütün oyun boyunca Sneijder mi Villa mı yorumlarından sonra Sneijder'i ağlarken gördük ya, biliyorum
senin de yüreğine dokundu. Yazık. Annem de çok üzüldü. Eş dost aramızda bişeyler toplayıp sanay
ide gümüş bi krampon bişey yaptırıp gönderelim lan, valla. Neyse onun dışında günün kazananla
rı Müller (Altın Ayakkabı ve en iyi genç oyunu ödülü), Forlan (Altın top), Inıesta
(Maçın adamı), Casillas (Altın eldiven- ve ayrıca bilmem kaç dakika gol yemeyerek dünya rekoru, bir de maçın en ağlayanı, bir de maçın en gazeteci sevgilisini öpeni, falan filan) ve de İspanya (fair play ödülü) oldu.

  • Dedem "Futbol, sonuç oyunudur" der, ayrıntılara boğulup daha da kritik yapmak ne kadar eğlenceliyse de, sonuca bakıyoruz ve 4 sene sonra Brezilya'da görüşmek dileğiyle diyoruz. Sayın Üründül, bir şeyler söylemek ister misiniz son olarak? "eeöö, evet, yaani."