Mola Tutkusu

"...iniz?"

"Hı?"
"...er misiniz?"
"...Hı?"
"Çay kahve, bir şey içer misiniz diyorum beyefendi?!"
"Ha... İyi ver hadi çay ver..."

Ellerini yumruk yapıp gözlerini yarım dakika kadar ovuşturduktan sonra çayı muavinin elinden aldı. Amma da uyumuştu. Ama otobüsün dijital saatine baktığında, sadece on iki dakika geçtiğini farketti. Dökülmesin diye yarım doldurulmuş çayı iki yudumda bitirdi. "Bir sonraki gelişinde kesin kahve isteyeceğim" diye düşündü. Ama yine isteyemeyecekti. Çünkü kahve isterse muavin bir araba dolusu soru soracaktı." Şekerli mi olsun sade mi olsun üçü mü bir arada olsun beşi mi? Hem sütlü mü olsun diyor evet deyince de süt tozu var ama diyor. Süt tozu varsa niye sütlü mü olsun diye soruyorsun ki. Leblebi ister misin diye sorup eline leblebi tozu boşaltıyor muyum ben senin?" Düşündü düşündü ama zaten muavin de tekrar geçmedi. 

Otobüs küçük şehirlere konan ek sefer otobüslerinden farksızdı. Yanyana iki koltuk maksimum bir buçuk kişiyi alırdı. O da bu yüzden her seferinde iki kişilik bilet alırdı. Halbuki o parayla uçak bileti de alabilirdi ama hava alanı ulaşımını da üstüne koyup hesaplama yapıyordu ve uçakla giderse 8 lira fazla vereceği sonucuna varıyordu. Mola yerinde yediği haşlamaya verdiği, tuvalete verdiği, Çorum'dan geçerken mutlaka aldığı leblebiye verdiği paralar kaç sekiz lira ediyordu belki de. Ama kesinlikle yanaşmıyordu uçak bileti almaya. 

Sebebi sekiz lira falan da değildi aslında. Sebebi önüne geçemediği bir tutkusuydu. 

Sebebi mola verildiğinde sigarasını daha otobüsten inerken yakıp mola yerindeki insanları incelemekti. Yalnız yolculuk yapan insanlar onun tutkusuydu. Onların hareketlerini inceler, telefon konuşmalarını dinler, sigara içişlerini izlerdi. Otobüsten inenleri ne yapacaklarını anlayıp sınıflandırırdı. İnsanların en doğal hallerini incelemek ona müthiş bir haz veriyordu. En doğal halleriydi çünkü hiç tanımadıkları bir şehirde hiç tanımadıkları insanlara karışıyorlardı. Hiç kimse umurlarında değildi. Otobüste danalar gibi uyuyup salyalar akıtarak horlayan kadınlar bundan çekinmedikleri gibi makyajlarını, karışan saçlarını da sorun etmiyorlardı. Çapaklı gözlerle hızlı hızlı sigara içen adamlar ise bu kadınların ne ilgisini çekmek için triplere giriyordu ne de ilgi çekiyordu. 

Yanaşan otobüslerin yıkanışını izleyenler, alelacele tuvalet arayanlar, vakti bol gelip hediyelik eşya dükkanında dolaşanlar, elinde telefon volta atanlar, birbirini kesenler, bir sigarayı söndürüp diğerini yakanlar.

Ya da daha spesifik... Mola bitişini kaçırmamak için şöför ve muavinlerin yemek yediği masaya yakın oturanlar. Tuvaletten çıkarken 1 lira vermemek için bin takla atan "sadece elimi yıkadım"cılar. Almayacaksa da hediyelik yöresel eşyaların fiyatını soranlar, yemek koyan ustayla lüzumsuz samimiyet kurmaya çalışanlar. Otobüste nasılsa verilecek diye susuzluktan ölse dahi su almayanlar. Muavini yemeğinden kaldırıp "bavuldan bişey alması lazım" gelenler. Molada otobüsten inmeyenler...

Bu kadar rengi bu denli doğallığı başka bir yerde bulamazdı. O yüzden parası oldukça yolculuk ederdi. Bir de molalarda güzel kızlar görünce heyecanlanırdı. Onların o havalı hallerine bayılırdı. Tuvalete makyajlarını tazelemek için gitmeleri, üstlerine aldıkları hırkalarıyla elbiselerinin düşünülmüş uyumu... Sanki o kızlar otobüs kullanmıyorlarmış da o an bir mucize gerçekleşiyormuş gibi hissederdi. Sigarasını onlara yakın içerdi. Yemeğini onlara yakın yerdi. Konuşmak da isterdi ama ürkeceklerini bilirdi. Eğer molada güzel kız görürse keyfi yerine gelirdi yolculuğu nimetten sayardı. 

***

Çayı bittiğinde ek seferden bozma otobüs Hendek'te yarım saatlik mola vermek için ağırlaştı. İçi içine sığmıyordu. Kalkıp aceleyle iniş kapısının önünde beklemeye koyuldu. Keyfen aldığı mentollü Marlboro'sunu dudaklarına iliştirip montunun yakasını kaldırdı. İnip kenara çekildi ve otobüsten inenleri izlemeye koyuldu. Otobüsün en güzel iki kızı ellerinde telefonlarıyla indiler. İçi ısındı. At kuyruklu kızın peşine takıldı. Kız küçük adımlarla dolanıyor, telefonda da muhtemelen erkek arkadaşı olacak dallamayla konuşuyordu. Kız her içini çekişinde, her "ama" diyişinde onun da içi gidiyordu. Böyle melek gibi bir kızı hangi hödük üzer diye içleniyordu. Kızın sesi inceldi. Kız ağlıyordu. Kız sustu. Telefondaki öküz muhtemelen bağırmaya devam ediyordu. Kız yavaşladı ve döndü. Döner dönmez gözgöze geldiler. 

"Sigara içer misin?"
"İçmem."
"İçmek ister misin?"
"Olur."

Hemen gidip iki çay aldı ve kızın yanına döndü. Kız mesaj yazıyordu. Çayı kıza uzattı. 

"Bence yazma."
"Ne?"
"Mesajı diyorum. Yazma. Okumaz. "
"Nereden biliyorsun?"
"Ben de okumadım zamanında."
"..."
"Okusa da cevap yazmaz."
"..."
"Sonra sen ağlaya ağlaya otobüse binersin tekrar. O yol bitmez. Koltuk sana dar gelir. Yol boyunca burnunu çeker durursun. İç çekersin oflarsın. Beni uyutmazsın. Ben uyuyamayınca canım sigara ister. Mola da yeni verildiği için ben sigara falan içemem. Sonra sinirlenirim. Sinirimi de muavinden çıkarırım. Muavin de o sinirle servis yaparken sana kötü davranır. Sen yolculuğa lanet edersin. Her dakika periyodik olarak telefonuna bakarsın. Telefonun ışığı beni sinir eder. Beni uyutmazsın. Sigara yok mola yok. Sıçarım öyle yolculuğa o yol bitmez kızım. O hıyar ağası sana cevap mevap yazmaz. Ağzına tükürürüm o mesajı yazarsan. Başka mola yok bundan sonra!"
"Bir şeyler yiyelim mi?"
"Haşlaması güzel oluyor buranın. "

Çatal kaşık sesleri. Anlaşılmaz anons sesleri. Çay kaşığı sesleri. Çocuk sesleri. Esneme sesleri. Jetonlu oyuncak sesleri. Toplanan tepsi sesleri. Buraya kadar her şey çok bilindikti. Beklenmedik olan, havanın ağarması ve sabah ezanının okunmasıydı. Molanın üzerinden iki buçuk saat geçmişti. Otobüs gitmişti. Mola yerinin hiçbir şehre bağlı olmayışı, sanki bu ülkenin bile bir parçası olamayacak kadar kopuk kalmışlığı ürkütücüydü. Buradan nasıl başka bir yere gidilirdi orası muammaydı. Buranın sadece haşlaması güzel olurdu ve çayı da bir halta benzemezdi. 

Belki de diğer kızın peşine takılsaydı terslenirdi, ama şimdi otobüste sabah kumanyasını yiyor olurdu. Neyse ki onun için bir sakıncası da yoktu. Mola yerinde yalnız kalmasının imkanı yoktu çünkü. Buraya gelirlerdi. Gelmeye devam ederlerdi. Tutkularını doruklarında yaşayabilirdi. 

Bir açık kapı buldu. En büyük tutkusuna tutsak oldu. İyi mi oldu bilmiyorum. 

Kız da az evvel çocuğa mesaj attı. Çocuk cevap yazmadı. 

Dönüşüm*


Bazen öyle bir rüzgar eser ki, gözlerini kapattığın anda kendini başka bir şehirde buluverirsin. Aheste adımlarla kalabalıkta kaybolmuşsundur. Tanımadık sokaklar tanımadık yüzlere çıkar. Tanımadık sesler kulaklarında çınlar. Neyse ki elinde tanıdık bir sıcaklık vardır. Bazen öyle bir rüzgar eser ki için titrer. Ve hatta bazen öyle bir rüzgar eser ki ellerin buz keser, gözlerini açarsan o bütün düşündüklerini alıp götürür. Peşinden sürüklediği yapraklar gibi izmaritler gibi, geriye kalan ne varsa bütün yaşadıklarını alır uçurur.

Bazen öyle bir rüzgar eser ki arkasından bakakalırsın. Sadece yutkunabilirsin, o da boğazında düğüm düğüm olur.

Bazen hava öyle çabuk kararır ki, zaman öyle çabuk akar ki yaşadıkların yetmez, yaşayacakların yetişmez. Koluna saatini de takmamışsındır ve belki de ondan kaybolmuştur zaman mefhumun. Belki nefes aldıkça geçiyordur ömür, belki adım attıkça bitiyordur yollar ve belki de rüzgar ne kadar hızlı eserse akreple yelkovan da o kadar hızlı savruluyordur peşpeşe. Sabah içtiğin çayın tadı hala damağındayken akşamı nasıl ettiğinin hiçbir açıklaması yoktur, tıpkı sabah son kez sıkı sıkı sarılıp da akşamına nasıl o soğuk terminalde yalnız başına yürüdüğünün de.

Bazen ışıklar şehirleri daha güzel gösterir. Bazı müzikler bazı şehirlere daha çok yakışır. Ve aynen bazı insanlar da bazı şehirleri daha güzel gösterir ve bazı müzikler de aynen bazı insanlara çok yakışır.

Bazen hayalini kurduğunuz ne varsa aniden gerçekleşir. Çok istediğiniz çokça olmuştur bile. Umduğunuzu bulmuşsunuzdur, aradığınızı da. Özlediğiniz kadar kavuşmuşsunuzdur. Ağladığınız kadar gülmüşsünüzdür. Üşüdüğünüz kadar ısınır içiniz. Yalnızlığınız kadar birliktesinizdir. Sustuğunuz kadar konuşursunuz. Olmayanı oldurursunuz, bilmediğinizi bilirsiniz, iç geçirdiğiniz kadar derin oh çekersiniz. Olur. Ve biter. Çaresizlikleri vakitli çarelere bağlarsınız. Ve biter. Rüyalar gerçek olur. Ve gerçekler tekrardan rüyalara döner. Ve kavuşmuşluğunuz tekrardan özleme döner. Ve ısındığınız kadar üşümeye başlarsınız tekrar. Ve her şey tersine döner tekrar. Ama her şey bu denli tersine akarken bir tek saatleriniz ileri doğru akmaya devam eder. Çünkü rekabet edilemez tek şey zamandır ve zaman hiçbir zaman lehinize işlemez.





*muhteşem olmadı. 

Bis yapayım

NABERYA?!  


Hey gidisinin bebiş okurları. Biriniz de merak edip sormadınız ya noldu buna öldü mü kaldı mı kaç zaman oldu yazmadı falan. Hepinize Böyle mi Olacaktı dizisinin jenerik müziğini hediye ediyorum. Blogculuk bitmiş. Etoo bitmiş. 

Bebe yaka çok abartıldı. Moda diye gömleğinin yakasını makasla yuvarlıyor ya, ya ablacım modayı yanlış anlamışın ama sen. O öyle değil yaa. 

Bu Fırat'ı da çok abarttınız. Karikatür olanı diyorum. O ağızdan konuşmalar. Siz yapınca hiç tatlı olmuyor diyeyim de. 

Havaları da çok abarttınız. Hava ulan bu. Mevsim işte. N'apalım sabit mi tutalım. Yaz gelir   söylenir kış gelir söylenir, tutarsız mısın arkadaş?! Kış geldi hala diyor ki yahu ne kadar da soğuk bir anda nasıl soğudu oha böyle hava mı olur falan. Kasım ayında olduğumuzu biri anlatsın şuna. 

Geçen senelerden farklı olarak bu dönemlerde artık vizeydi kütükhaneydi sabahlamaydı falan bunlardan bahsetmemem biraz yadırganası. Ganası. Herhalde bu alışkanlıkla bilmeden bir müddet atalet sürecine girdim ben blogta. Kütüphanede sabahlayıp deli gibi vizelere çalışıyormuşum gibi. Alışkanlık işte. Ama aslında ne yaptım? Hiç. Cidden. Hiç bir şey yapmamak ne kadar doldurdu hayatımı ben sana anlatamam. This part of my life: Unemployement. Şimdi biraz da bağdaş kurup oturayım. 

İnternette her dakika bebek fotoğrafı paylaşan yaşıtlarım. Ya yapmayın.  Yaşıtsın sen ya her gün öyle fotoşop gözlü bebek fotoğrafları paylaşıp da MAŞALLAH falan yazıyorsun da ben seni otobüste torunlarının vesikalık fotoğraflarını zorla gösteren teyzelerden sanıyorum. Ne itici. Bir de böyle yeni doğmuş yeğeni falan olmuşsa sıçtım zaten bir ay sırf beşikte falan fotoğraflar, dayı oldum hala oldum diye albümler. Ya manyak mısın nesin git be. Nazar değer nazar hadi sil hepsini nolur bak. (Bunu yazarken de şunu fark ettim ki ben de aynısını kedimle yapıyor olabilirim. Ama işte aynı değil gibi ya. Ne bileyim aynı mı? Aynıysa aynı, bakma lan o zaman, benim kedim dünya güzeli.) 

Turkcell bana yine 100 mb internet paketi hediye etti. Ah canını yerim. 100 mb da yani öyle çok ki bana, bitmiyor. Çünkü ben the last wapbender olduğum için, artık en son kendimi ringtone sitelerinde buldum. İki saat boş boş dolanıp zil sesi falan indirdim. Halbuki bu akım 2000lerde bitmişti. Nitekim WAP, polifonik melodiler, yarım akıllı telefonlar da bitmişti. Ama ben bitiremedim. Bende bağlanma korkusu yok. Ebru 22 yaşında, küçük kuzenleri ona geri kafalı diyor. Hayır ben de bilirdim bu durumun ekmeğini "retroyum, old skoolum, hatta abartayım vintage falanım" diye yemeyi. Ama işte Sony Ericsson w810i nin de retro bi tarafı da yok. Mis gibi telefon, ayfon verseler değişmem. (Dur dur su kaynattı yine bu kolonya getirin)

Senenin ilk UGG'ını da dün gördüm, Yeti dönemi başlamış, cümleten hayırlı olsun. 

Ve babet mevsimi bittiği için ölesiye, öldüresiye mutluyum. Allah'ım sana şükürler olsun bir müddet o kürek gibi palet gibi ayakları görmeyeceğiz. O parmak araları taşmış, o topuğu vurduğu için yara bandı takılmış ayakları görmeyeceğiz. O hiçbir kibarlığı bulunmayan ve ayağı olduğundan beş numara büyük gösteren ismi batasıca şeyleri vitrinlerde de görmeyeceğiz. Yaşasın babetsiz bir kış, yaşasın Tellioğulları! 

Fakat Tellioğulları dedim de, Kanal 7 olmasa da Türk filmine, Kemal Sunal'a hasret kalacakmışız onu fark ettim. Her gün en az iki tane Kemal Sunal filmi, ama mutlaka. Sabahları da töreli kırsallı eski Türk filmleri. Yanlı manlı kızarlar da adamlar resmen telif hakkını almış Yeşilçam'ın. Koskoca kanallar antin kuntin dizileri, Kobra Takibi'nin tekrarını vereceğine iki Türk filmi versin önce. Senelerdir mail atıp duruyorum Süper Baba, Sıdıka, Bizimkiler falan tekrar gösterilsin sabah akşam fark etmez. Bir kanal da geri dönmedi. Hainler vicdansızlar. Rüyanıza Gulyabani girsin de su getireniniz olmasın! 

Hazır sırası da gelmişken (aslında sırası falan da gelmedi) şu sitem konusunda tekrar (568. kez) düşüncelerimi belirtmek istiyorum. YA YAPMA! Yapma bak. Sitemin batsın. Yeter be artık. Aaa. Çocuk musun çocuk muyum, azıcık rasyonel düşün sitemli. Hayır bir insanın bütün arkadaşları mı sitemkar olur ya. Hadi tamam her insanın belli bir sitem limiti var içinde. Belli ya da belirsiz onu bir şekilde dışa vurur anlarım. Ben de yapmışımdır yeri geldiğinde. Ama bunu alışkanlık haline getirenlerinizin artık gerçekten kalbini kıracağım bak. Abartmayın. Artık telefonla aradığınızda açmaktan çekiniyorum. Çünkü biliyorum açar açmaz böyle tripli salak bir ses tonu. Suçlar gibi ifadeler. Angut angut laf sokmalar. Aramadın, sormadın, küsmedim ama kırıldım, darıldım, hep ben buluşalım diyorum sen demiyorsun sen beni sevmiyor musun, istemiyorsan söyle, aradım mesaj attım geri dönmedin, feysbukta mesajımı gördün okundu bildirimi geldi ama cevap yazmadın... LAN! Ne bu ya? Bi dur bi nefes al manyak mısın nesin git başımdan. Liseli sevgili tribi falan da değil bu, düpedüz arsızlık, yüzsüzlük, utanmazlık. Bak nasıl sinirlendim yine. Geçen de biri aramış diyor ki sen diyor bana doğum günümde hediye almadın? Allah sana akıl fikir versin benim artık söyleyebileceğim bir şey kalmadı. Lafa bak. Samimiyet dediğimiz şey bu değil canım ne yazık ki. Bak canım dedim, sen oradan hesapla nasıl sinir olduğumu. Ulan doğum günümü hatırlayıp kutlayan beş kişi var senelerdir, sen neyin hediyesinden bahsediyorsun bana. Söylenebilecek bir şey sanki bu. Hediye almamışım. Çüş ya. Bu kesin "çok dobra bir insanım" diye geçinenlerden. Dobralık ise bu değil zaten o da ayrı bir mesele. 

Yani artık bana sitemin dozunu kaçırmayın. Kim olursa olsun, kalbinizi kırarım, canınızı yakarım. Açmadım. Cevap da yazmadım. Canım istemedi buluşmadım. Yeter lan allah allah. Öh be. 

Bak tatlı tatlı başladığım yazı ne hale geldi. 

Neyse. 

Güzide Kasım ayı başladığından bu yana da "yılbaşında n'apıyoruz" gençliği sahalara geri döndü. Hoşgeldiniz genşler gelin bi çayımı için kendinize gelin. Yılbaşında hindili pilav yiyip  Acun izleme planı olan 1 milyon kişi bulabilirim.gen.tr

Yaşlanınca Buena Vista Social Club elemanları gibi arkadaş grubum olsun ya. Yüzleri sürekli gülsün birbirlerine laf sokup didişsinler, akşamları çalıp söyleyelim, deniz kenarında rakı içelim kahkaha atalım. Başvurular başlamış olup kontenjan sınırlıdır. Chan chan. 

Vizyona giren yeni filmler, prömiyeri yapılan oyunlar, film ve tiyatro festivalleri, blues festivali, yağmurdan kaçılıp saatlerce dolanılan kitapçılar, koyu sahlepler, paylaşılan şemsiyeler, triphop ın en yakıştığı gece eve dönüşler, montlar ve botlar, üşüyüp iki el arasına alınan kahve fincanları ve eller. Ankara'nın en sevdiğim dönemi başladı. Bu döneme tek başıma girmek canımı sıktı, ben gideyim.