neds.

Neds. Yani, non educated delinquents. Yani, eğitimsiz suçlular. Serseriler. Yani Glasgow'un holigan piçleri. Yanisi, izleyin.



Buraya Peter Mullan's Neds başlığı altında film incelemesi yazmayacağımdan... Zaten fragman da değil yukarıdaki. Müziği çok güzel. Film daha güzel. Fragman da şu:



Pembe parlak bir kutu, yuvarlak. Üzerinde tutti frutti yazıyor, senelerce nasıl bir meyve olduğunu düşünüp durduğum. Tutti Frutti sonuçta, biz o yaşlarda greyfurta egzotik meyve gözüyle bakmışız.


Kutunun içinde sarmal şekilde duran, pembe, metrelerce uzunlukta şerit sakız. Ne kadar uzun olduğuna bakmak için açarsın uzatırsın da mundar olur, annen alır elinden atar çöpe. Öyle bir uzun.

Öyle güzel kokardı ki; bir arı mayalı silgi, bir de bu.

Alırdım şeritten birazcık, ama kutu abimde dururdu. Otorite malum. Ben ağzımda döndürüp dururdum, sonrada tadına dayanamaz yutardım. Birazcık daha şerit için çekmediğim eziyet kalmazdı, değerdi de gerçi.

Böyle böyle eve varmadan biterdi o metrelerce sakız. Yuta yuta bir hal olur, akşam yemeğine kadar da karnıma ağrılar girerdi. Sakız yutarsan hede olur hödö olur diyenim yoktu. Olsaymış ya, hala yutarım.

O müthiş şeyi de öyle her yerde bulamazdın. Biz bulamıyorduk ya da. O zamanlar tatil demek Kumla demekti bana. "Yarın tatile gidiyoruz" denilirse arkadaşlar arasında, sanki herkes Kumla'ya gidiyormuş gibi hayal ederdim. Sonra bir gün bir arkadaşım geldi ve "babam bizi otele götürecekmiş, erdeğe!" dedi. Önce anlamadım. Erdeğe ne la?! Otel dediğini gece yarısı tatil köylerini gösteren televizyon kanallarında görmüşüm zaten o güne dek. O günden sonra herkes farklı yerlere gitmeye başladı. Marmaris, Fethiye, Kemer, zartzurt. Ama bir Özdilek değil.

Çümkü Özdilek bize bir Disneyland idi. Özdilek dendi mi akla hediyelik havlu falan gelir genelde ya, benim burnuma tuttifrutti kokusu gelir hep. Bir tek orada vardı lan çünkü, erdeğe bok yemiş! (sonradan da öğrendim o erdeğe değil erdekmiş.)

Annaaanem "lokum aldık, n'olucak sakız?" derdi hep. Aynı şey mi annaneee yaa.

Özdilek'in restoran kısmı çok enteresandı. Hep kara çarşaflı kadınlar, yanlarında übersakallı kocaları. Kadınlar peçelerini kaldırarak yiyorlardı çorbalarını. Beyaz uzun elbiseli adamlar olurdu etrafta, bir kaç kadınla yürüyen. Değişik konuşurlardı. Biz de ne yabaniymişiz, ayı gibi gözümüzü diker bakardık sakız çiğneye çiğneye. Gelip bir tane ağzımıza çarpsalar yeriymiş.

Dedem bana çikolatalı kestane şekeri alırdı bir tane, o zaman anlardım ki gidiyoruz. Arabaya biner, her bir yol ayrımını ezbere bildiğim yollardan hızla geçerdik. Yol kenarı reklam tabelalarıyla dolu olan yol. Sonra denize uzak, havuzlu sitelerin yanından geçerdik, camı açardım, çenem havada, mağrur bir bakış. Denize beş adım bizim site bakışı. Ne biçim kibirmiş lan o öyle. (Kendimden utandım ha.)

Terasa çıkar sakız kutusunu koklardım eve gelince. Akşam olunca da yalı boyunca yürür, çay bahçesine otururduk. Yandaki lunaparkı izlerdim ben de. Nasıl biniyorlar lan o gondola. "Dedeee, gazozum bittiğ."

Sonra sonra bir daha bulamadık o sakızlardan. Taklidini yapmayı denediler, kokusu benzese de ağzını zehir gibi yapardı insanın. Sonra sonra arı mayalı silgi de kayboldu. Öyle kokulusunu yapamadılar bir daha. Bu akşam büfeye gittik abimle, pempe tüpte sakız görüp aldık. Tutti Frutti sevdası işte. Çocuk gibi geldik eve. O tat, o koku bizi Özdileğe, Kumla'ya, Görele'ye, yunuslar aile çay bahçesine, emir sultana, çınara, denizanalarına, şampiyon kokoreçe, heykele götürdü.