Açlık


Belli bir yaşı sözde aşmış insanların hala manen ergenliklerini aşamadıklarını görmek üzücü. Tavır ve davranışlarına maruz kalmaksa sabrımın sınırlarını zorlamaya başladı. 

Yazıyı istediğiniz yere sündürün. Kime gittiği umrumda değil, “aman şunu gücendirir miyim”, “aman bu üstüne alınmasın” diye düşünecek halim yok. Çünkü usandım.

İnsanlar hakkında serbestçe atıp tutmak ne kadar kolay. Tanımadığı insanlar hakkında acımasızca ve düşünmeden dil sivriltenler, acaba yaptıklarının dışarıdan çok mu havalı göründüğünü düşünüyorlar bilmiyorum. Kızlar hakkında ahkam kesmek, “yatağa attıklarının” parmak hesabını yapmak, karşılık alamadıklarına çamur atmak, sadece “uçkur” muhabbeti yaparak olgunlaştığını sanmak, küfür etmenin çok menem bir şey olduğunu sanmak…  Bunların sizi büyüttüğünü mü düşünüyorsunuz? Bunlarla mı adamsınız? Yazık. 

Kütüphane’ye 4 sene boyunca sadece ders çalışmak için gittim. Aralarda da kahve içip muhabbet edilirdi en fazla. Yıllar geçiyor ve insanların birbirlerine aç kurtlar gibi baktıklarını görüyorsun kapının önünde. Kütüphanede boş tek yer yokken, bir sandalye bulduğunda oturacağı yerde, karşısındaki kızın yeterince güzel ve etekli olmadığını düşünüp çıkıp giden insanlar var artık. Akşamları süslenip püslenip, ekürilerini bulmaya gelen eli kitapsız kafası boş insanlar var artık. Cesaretten sayıp birbirlerini ayartan ve utanmaz tavırlarıyla millete meze olan insanlar. Okumakla işi gücü olmayan onlarca beyinsiz. Cinselliğe açlıklarından ne yapacaklarını şaşıran yüzlercesi. 

Her değeri yozlaştırdığınız yetmemiş gibi, şimdi bir de kütüphaneye el attınız, bu kadar mı düştünüz. Üniversite öğrencisinin kütüphaneye kendi tabirleriyle “karı kız kaldırmak” için gelmesi, durumun geldiği noktayı tam anlamıyla özetlemiyor bile.

Şunu çok merak ediyorum, “haftanın skor tablosu” diye bir müsabaka mı var acaba, onun heyecanı mı bu? Benim lisedeki arkadaşlarım bile böyle çocukça yarışlara girmezlerdi ki o zamanlar yaşlar 16-17. İğrenç bir jargonla “kimin kime verdiği”nin “kimin kime çaktığı”nın yüksek sesle anlatılması çok mu havalı yapıyor sizleri? Bunun saygısızlıktan daha öte tanımları var ama ben o kadar açılamam. Karşı cinsle münasebet ne zaman kaybetti özelliğini, mahremiyetini? Ne zaman düştü ayaklara, dillerden düşmez oldu? Rekabet ortamı yaratmaya ne zaman başladı, anlamını kaybetti? 

Bir kızın arkasından, sırf kız kırmızı bir kot pantolon giydiği için, “aranıyor bu” demek çok mu erkeksi? Kütüphanede karşısında oturan kızın eteğinin altını görmek için sağa sola kıvranmak ya da? Yürüyüp yoluna giden her kızın arkasından mutlaka ama mutlaka dönüp bakmak, sonra da kalçaları hakkında mutlaka ama mutlaka yorum yapmak, olabildiğince kirli bir dille? Siz o ağızla mı konuşuyorsunuz annelerinizle? O omurgayla mı eğiliyorsunuz büyüklerinizin önünde? Çok merak ediyorum, benim arkamdan da böyle muhabbetler çeviriyor musunuz, eve gittiğimde?

Aile terbiyeniz, kişisel yaşam felsefeniz, değerleriniz beni ilgilendirmez. Ama bazı şeyler gizli kalmalı. Bazı şeyler özel olmalı. Bazı düşüncelerinizi ve hissettiklerinizi kendinize saklamalısınız. Çünkü bir kıza hangi desibelde çığlık attırdığınız kimsenin umrunda değil. Egonuzun içine hapsolmuşsunuz. Hayvani güdülerinizin de.

Üslup ve tavırlarınızın tiksindirici olduğunun farkına varın artık. Hayatta bazı şeylerin sizi daha değerli kıldığını unutmayın. Eğer hala değerlerinizi kaybetmemişseniz.

Güç.

Nasıl bir güç lazım bilmiyorum ama bütün gücümü onun daha iyi hissetmesi için kullanmak istiyorum.

Nasıl bir güç lazım hiç bilmiyorum ama hayatım boyunca bir yerlerde biriktirebilmişsem, hepsini şu günler için harcamak istiyorum.

Keşke elimden bir şeyler gelebilseydi. Tek bir şey bile gelse kafi aslında.

Kafasındaki bütün tilkileri kovalamak istiyorum. Kabuslarını, kötü hislerini, kötü uyanışlarını kovalamak. Gitsinler istiyorum ve bir daha hiç gelmesinler. Rahat bıraksınlar.

Üzülmesin istiyorum. Hiçbir şey için. "Şey"ler üzmesin istiyorum. Kimseler üzmesin.

Gidip kazı kazan oynasam da karşılığında böyle bir güç çıksa. Mutfakta bir karışım hazırlayabilsem ve her şey çok daha güzel olsa. Genel Teori'den bir formül bulsam ve Eureka! diye haykırsam. Sihirli değneğe hiç girmiyorum bile. Ya da düşünce gücüne. Çünkü onu da denedim. Beynim karıncalanıncaya dek.

Bu sabah uyanınca her şeyin yoluna girdiğini öğrense. Her şey istediği gibi olsa. Gülümseyerek uyansa ve odasının camından yansıyan güneş yüzüne vursa. O gün için hiçbir zaruriyet tutmasa yakasından. Zihnini serbest bıraksa, tüy kadar hafif olsa. Fazla bir şey istemiyorum, sadece bugün. Eğer olabiliyorsa bir de yarın. Ve belki sonrası. Sonsuza kadar. Çok şey istiyorum. Ama çok istiyorum. Denge.

İç çekmese.

Nasıl bir güç lazım bilmiyorum ama keşke bir günlüğüne sahip olabilseydim. Sadece daha iyi hissetmesi için.

Bir bilsem ne gerek:


Find me on Broadway


Bekleyişler zamanı sündürür, dakikaları öteler. Beklemek sancılıdır. 

Bekliyorum. Saate dahi bakmıyorum artık. Hatta saatlerden kaçıyorum. Sol kolumu unutmaya çalışıyorum. Duvara bakmamaya çalışıyorum. Televizyonda ana haber bültenine, radyoda saat başı haberlerine denk gelmemeye uğraşıyorum. Telefonu odanın öte ucundaki rafın üzerine koydum, çalarsa düşer, bakmaktan kurtulurum. En korktuğumsa kapının çalması. Çünkü bu kapı günde bir kere, sadece yarına bir şey lazım mı değil mi, onun için çalar. Ve eğer kapı çalarsa saatin kaç olduğu gerçeği suratıma tokat gibi iner. 

Perdeler çekili. Koltuğa çakıldım kaldım. İçim içimi yiyor ve yapabileceğim hiçbir şey yok. Yapabildiğim tek şey beklemek. Kalkıp gidemiyorum. Unutup oturamıyorum. Hamle yapamıyorum. Bekliyorum.

Bu bekleyişin bilinçsizliği belki kapı çalana kadar devam edecek. Ondan sonrası bilinçli bir süreç. Ondan sonra, her bir saniyeyi duvara işleyecek kadar sapıtabilirim. Her altmışta bir üzerine bir çizgi, her altmışta bir üzerine bir çizgi, her altmışta bir üzerine bir çizgi daha. Duvarlar kararıncaya dek. Duvarlar karardıktan sonra her altmışta bir çizgiyi silerim. Her altmışta bir çizgi gider. Gider gider gider. Duvar boşalır. Ve tekrar. Her altmışta bir üzerine bir çizgi. 

Bilincin etkisinden şüpheliyim.

Her ne haltsa.

Beklenen şey gelmeyedebilir. Belki fuzulidir bekleyiş. Ama gelmeyeceğini bilmemek, yalandan da olsa, umuttur. Ve umut sol kolu unutturur. Kapıya “lütfen zile basmayınız” yazan da umuttur. Bekleyişin süründürdüğü bedenin tozunu toprağını alır. Yorgunsundur ama ferahsındır. Umudun varsa eğer, otobüsün güneş almayan cam kenarındasındır, saatlerdir yolda ve yorgun olsan bile. 

Ve bazen birileri münasebetsizce kapıyı çalar. Münasebetsizce televizyonu açar, radyoyu açar. Münasebetsizce telefonunuza bakar. Münasebetsizce perdeleri açar. Kendilerinde buldukları cüretin kaynağını merak edersin. Beklediğinizin gelmeyeceğini söylerler üstüne. Münasebetsizce. Ya da ima ederler. Küstahça.

Her ne haltsa.

Bekliyorum. Tek bir kelimeyi bile. Beklemezsem gelmez gibi. Bekledikçe zorluğu katlanıyor. Sorular türüyor. Zaman sünüyor dedim ya, belirsizliğinse haddi hesabı yok. Acımasız.

Beklemekten nefret ediyorum. Bekletme. Yin.


diz

Kelime doğrulama kutucuğuna kelimeleri girerken "böyle kelime olmaz, doğrusu böyledir kesin" diye kafama göre değiştirip yazdım az önce. Kısa bir süre hayatı sorguladım. Sonra geçti. Hayır, okunmayan şeyleri dayatmak bir filtre olabilir mi? Okunmuyor ki, "resmi değiştir" dedikçe daha boktan şeyler çıkıyor. Gözümle görüp elimle yazabiliyorum mesajı verebilmek için önce okunur bir şeyler olması lazım. B desen değil G desen değil...

Profestival'le Kreator'un geldiği sahneye Ferhat Göçer'i yakıştıramıyorum arkadaş. Olmuyor. Senin aklın mantığın kesiyor mu Ferhat Göçer'i? Tövbe yarabbim, Sıhhiye Kampüsü'nde olsa neyse. (Doktor şakası, çekidaut.) [Açayım, bizim üniversite şenliklerine Ferhat Göçer geliyor. Kapatayım.]

Gece NatGeo açık kalır da Stalingrad Savaşı belgeseliyle uyunursa, rüyada çok acayip şeyler oluyor. Yuri geliyor, mind-control falan.

Sosyal Medya Fenomeni olarak anılınca çok acayip entellektüel olunan "Al, kırdın kırdın" kod adlı videoya hala gülen arkadaşım var. Onu da öyle kabul ediyoruz.

Eskiden gazetelerin verdiği kuponları biriktirip bir şeyler alırdık eve. Çünkü eskiden daha güzel şeyler verirlerdi. Bir nesil sırf Arcopal'lerden yemek yedi mesela. Ansiklopedi setleri, sözlükler, kitaplar, dil setleri falan. Şimdi ne veriyorlar pek bilgim yok ama binbeşyüz kupona tablet veriyor olabilirler, şaşırmam. Yoo şaşırırım. Neyse işte, o zamanlar o kuponları keserdim, hemen arkasına bakardım, acaba arkasında ne vardı diye. Salak, halbuki kesmeden önce bak ki önemli bir şey varsa kesme. Bu da nereden geldi aklıma, geçen gün gazetede bombastik bir köşe yazısı okudum, hemen kestim. Hemen döndürdüm ardına baktım. Yemin ediyorum, hiç bozmadan arkasındaki köşe yazısını da kesmişim. Hiç bozulmamış yani, önlü arkalı gibi. Ben bir sevin, bir war cry patlattım odada aklın durur. Halbuki bir bok da değil.

Erasmus'la Polonya'ya giden bir arkadaşımın, bana sanki belediye otobüsüyle aktarma yaparak gider gibi "ben de birazdan Almanya'ya gitcem" demesi, biraz şey.

Babet giyen 45 numara ayaklı kız. Ağzına babetle vurayım senin. Allah kahretsin senin babet aşkını be.
Aynı şey skinny jean meraklısı adamlar için de geçerli. “Adam diyorum da gücüne gidiyor.”

Samimiyetsiz insanların samimiyetsizliklerinden ben bile utanıyorum da onlar utanmıyor. (Başkasının adına onun yüzünden utanmak). Hadi kaputu açtınız, bari aküyü çalmayın. İnsanlıktan umudunuzu kestiğiniz bir anda gelen samimiyetse gününüzü gün edebilir. Samimiyete çok kıymet veririm, anlamış olmalısınız.

Bonobo için yapılan "öğlen birası sanatçısı" yakıştırması,
Parachutes için yapılan "This is like if Sigur Ros had Down Syndrome" yorumu,
ve benim için yapılan "çok ilgi gösterip karşı tarafın heyecanını baltalıyorsun." çıkarımı.
Top 3 listemiz şimdilik bu şekilde. Eklemek istedikleriniz için bize yazın.

Artık hiçbir esnaf, hiçbir ev sahibi kolonya ikram etmiyor. Herkese bir haller oldu.