dana fuchs day! yay!

Ünlü düşünür bi arkadaşımın bi lafı var: "hayat biraz garip lan." Böylesine de özlü ifadeyi başka yerde bulamazsın.

Bi tane daha arkadaşım var, onun da başka bi özelliği var. Cüzdanında soyağacı taşıyormuş bu senelerdir. Böyle hep biriktirmiş, bütün sülalesi fırlayıverdi kart çıkarırken. Annesiyle babasıyla da yetinmemiş bu, sordum bu kim diye, tanımıyorum dedi ya. Bilmiyorum dedi gayet, nasıl da soğukkanlı. Sonra çiftleri de var madem, hadi pişti oynayalım dedim, çok eğlendik, kuzenler bendeydi ben yendim.

"Bunlar son soğuklar, artık daha esmez de böyle." , "bunlar son erikler, bundan sonra yumuşar artık." , "bunlar so..." ya bi dur. Bi dur anne, allah rızası için bi dur da! Bütün hayat enerjimi çektin, ne heves kaldı ne memnuniyet ya. Niçin bana bu ızdırap, bu keder. Zevk alır gibi, ikidebir.

-Pardon, şunu(kartı) alır mısınız?
+...
-Iııı, şey şunu, acaba, hı?
+...
-Abi şu kartı alabilir misin rica etsem?
+...
-KARTI DİYORUM ALSANIZ YA MESELA?!
+...
-(son çare) hocam şu ka..
+Alayım hocam, bi tane mi burdan?
-Şaka mı yapıyosunuz?

Sınavdan çıkmışım, servisle eve gelicem; servise bindim, adama kartı uzatıyorum (ücretler karttan hocam, para alamıyoruz.) Bu dialog geçti. Pek dialog da sayılmaz gerçi, daha ziyade monolog. Evet görüldüğü üzere adam keyword "hocam" lafını duymadıkça üzerine alınmadı. Sanki ben o kartı vites kolu üzerinden başkasına uzatıyorum, hayali arkadaşım var orda benim. Deli mi ne, nasıl adapte olmuş ünvanına. Hocam kadar kafanıza taş düşsün. Evet fikrimi değiştirdim, "abi" diyen kızdan daha tiksinç bişeymiş bu "hocam"cılık. Eyyafyallajöküll patlasın kafanızda. (kopipeyst yaptım, neticesinde böyle salak bi kelimeyi tek hamlede yazmamı bekleyemezsiniz. Eyvallahyökül. Geçen günlerde bi arkadaşımın tüvitırında görmüştüm de gülmüştüm, adam şey yazmış : Türk insanının telaffuzla imtihanı : eyyafyallajöküll. ehe)

Yalnız bugün hava akşam üstü ne kadar da güzeldi öyle. Rüzgar, gökyüzünün rengi, hafif serinlik falan her şey dört dörtlüktü. Dışarı attım kendimi, müzik dinleye dinleye yürüdüm, çok eğlendim, çok güzeldi. Eve giderken de büfeye uğradım, siparişleri alıcam. Aniden büfenin Algida şemsiyesi uçtu gitti. Öylesi bi rüzgar. Ama o an benim aklıma her sene kumsalda şemsiyelerle debelenen insanlar geldi. Her sene Kumla'ya giderdik biz, orda böyle sahilde herkes şemsiyeleri için endişelenirdi. Ben bi eşyaya bu kadar duygusal bağla bağlanan insan çok az gördüm. Ne teyzeler vardı, sırf şemsiyeyi tutmak şerefine nail olmak adına denize girmeyen. Ne şemsiyeler gördüm denize uçup giden. Halbuki onun bi altlığı var, onu suyla dolduruyosun, ağırlık yapıyo uçmuyo di mi? Yok işte, teyze şezlongu zor taşımış onu nasıl getiricek te kumsala. Bazı amcalar da akıllı, böyle şemsiyeleri kuma dikiyo bişeyler yapıyo falan. İp getirmiş yanında onu şezlongun ayağına bağlıyo, onu düğümlüyo ucuna nazar boncuğu takıyo saçmalıyo tabi bi süre sonra. Evet var böyle. Oha senelerdir Ankara'dayım, bıktım bi tatil ya, n'olur ya, tamam tatil olmasın, ayaklarımı bi denize sokucam sadece, hı?

adamsendeci. şunu da okuyun bence.

Böylece bir eriğin daha sonuna geldik. Sizlere bir erik kadar güzel olan şu parçayla veda ediyoruz.

tıklıyoruz önce. önce tabağındakileri bitir!

ay em fermın.

örovizyonu beraber izleyemeyince gönlümü almaya çalıştı. bidıl.

komörşıl.

Hani şu dondurma reklamlarında olağanüstü pürüzsüz dondurma topları oluyor ya, hah işte bence onlar dondurma falan değil. Onlar kartondan bence. Öyle muhteşem, kalıp gibi dondurma mı olur be? Evde deniyoruz, öyle olsun diye yusyuvarlak dondurma kaşığı aldık, bi boka benzemedi bunlar? N'olucak aldık da bunu, yamuk yumuk oldu hep. Git ya gavur adetleri bunlar!

Bişeyin reklamını yapıyosanız azıcık gerçekçi olun arkadaş, alıyoruz geliyoruz, reklamdaki gibi olmadıktan sonra ne anlamı var ki? Sen bana reklamda "mal budur, al bak, vallahi de böyle bişey satıyoruz biz." diyosun, ben niye eve gelip de "orda göründüğü gibi değilmiş, hmm." diyorum? Azıcık insan olun lan! Şampuan reklamında bi kadınlar var, aklım çıkıyor her izlediğimde. Ulen banyodan çıkmışsın, üzerinde bornoz var, saçlar da kuaförlü böyle kupkuru, artı spreyli biriyantinli. briyantin.biryan..eeeh. Biz alıyoruz, yıkıyoruz, saçlar ıslak oluyo, o nası oluyo? Bi de böyle peşinden bin tane erkek koşuyo. Tamam bizim burda pek esnaf yok ama honoluluda da yaşamıyoruz sonuçta. Kadın, saçıyla kaos teorisinin orta yerine tükürüyor resmen.

Mesela az önce de bi kadın makarna yerken orgazm oldu. Düz, sade makarna. Paketi 65 kr. Seneler sonra aradığını sitenin bakkalında buldu. Vallahi bravo, iki çocuğunun yanında masada yaptığına bak Melahat Abla! Öğrenci evlerinin geleneksel yemeği olduğundan, mağdur öğrenci C.F. ye sorduk, senelerdir yiyoruz, bi etkisi olmadı açıklamasında bulundu. Eee, ne koydunuz bu kadının makarnasına ya?

Ya da ne bileyim sinemadaki o bitmek bilmeyen reklamlar mesela. Olmadık şeyler bir de, canım orada istese, gidemesem alamasam, film boyunca huysuzlansam, daha mı iyi yani. Bi bira reklamı yapmış adamlar, içmeyeceğin varsa da içesin geliyor mesela. Mısırı reklamlar bitmeden bitirebilen bi insan olarak susuzluğumdan ölücem, adam orda "oooeeaaaah!!" Yuh be. Çok üzülüyorum.

Şimdilik bu kadar, reklamlara kin kusadabilirim. Ama yapmadım. Çalışsam yaparım ama çalışmıyorum. En sevdiğim dersten kalınca, tabii haliyle. Hayın Şadiye!

kumdan kaleler.

Şezlongların rahatlığından, şemsiyenin koruyuculuğundan uzakta, denizin her an ulaşabileceğim uzaklıkta olduğu yerde oturmuş kumu düzeltmeye uğraşıyorum. Yürüyenlerin ayaklarından sıçrayan kum öbekleri, düzeltmeye çalıştığım yüzeyi sürekli bozuyor. Allah kahretsin, görmüyor musunuz yapmaya çalıştığımı, ayak izlerinizle doldurdunuz her tarafını! Elimle düzeltiyorum, etrafını kalın çizgilerle çiziyorum. Çok düzgün bi temele ihtiyacım var, yoksa üzerine dikeceklerim pisa kulesinden farksız olur. Uğraşıyorum. Kürekle, tırmıkla, elimle. Çok emek verdim ama oldu galiba. Denizden su getirmek için kalkıyorum ve döndüğümde bi' çocuk görüyorum temelimin yanında. Benim gibi, yanına giderken hissediyorum bunu. Oturuyorum sonra. Birbirimizi inceliyoruz. Saçları kıvır kıvır, kocaman yanakları var; benim gibi de bir göbeği, içine çektiği her halinden belli olan. Biraz yaklaşıyor bana doğru, yaklaşırken ayağıyla bozuyor düzelttiğim yüzeyi. Ürküyor bakışlarımdan, alelacele düzeltmeye çalışıyor iki eliyle, bana bakıyor sonra, biraz rahatlıyor. Sonra biraz daha yaklaşmak için hamle yapıyor ki yine bozuyor yüzeyi. Ben bakıyorum, o ürküyor, ben ürküyorum. İkimiz beraber düzeltmek için uğraşıyoruz. Oldu gibi. İkimiz de anlıyoruz ki aramızdaki mesafeyi küçültmek istedikçe yüzey bozuluyor. Düzeltsek de eskisi gibi olmuyor.

Güneşin ezici sıcağı altında ne yapacağımızı bilemeden oturuyoruz öylece. Toprağı eşeliyorum, küreğim kırılıyor sonra. Canım sıkılıyor. Bana kendi küreğini veriyor, daha güzel, daha derini kazabiliyorum onunla. Can sıkıntım geçiyor, bir süre huzurlu hissediyorum. Denizden getirdiğim bir kova suyu yüzeye boşaltıyorum, ve düzeltmeye uğraşıyorum. O da izliyor beni, yardım etmek istiyor, su getiriyor, tırmığını veriyor, sonra şapkasını veriyor, her şeyin çok güzel olmasını istiyor o da. Son kez yanıma doğru kayıyor ve yanyana kalıyoruz. Son kez yüzeyi bozuyoruz. Bu sefer düzeltilmeyecek şekilde bozuyoruz, kalın çizgiler taşıyor, yamuk yumuk bir şekil alıyor. Düzeltmeye yeltensek de eğimli bir yüzey haline geliyor.

"Hadi kale yapalım?" diyor, yapamayız diyorum, yapamayız çünkü yıkılır, olmaz, temel düzgün değil. "Yıkılmaz, bişey olmaz; yıkılırsa yenisini yaparız" diyor, ısrar ediyor, dayanamıyorum. Kale yapmaya başlıyoruz. Bir kale, iki kale, üç kale... Çok mutluyum, ama bir o kadar da endişeliyim. Kaleler yıkılabilir, oyun bozulabilir, bir daha eskisi gibi özgürce kum oynayamayabilirim. Endişelerim hep arkamda, kalelerimizi tekmelemek, üzerinde tepinmek için bekleyen piç kuruları gibi. Dört kale, beş kale, altı kale... Ama mutluyum, hiç olmadığım kadar. Çünkü daha evvel hiç bu kadar heyecanlanmamıştım kumdan kale yaparken. Hiç bu kadar güzel bi' küreğim olmamıştı, ya da hiç bu kadar rahat bi şapkam.

Kaleden bi' şehir yaptık, kaleler eğreti duruyordu, sebebini ikimiz de biliyorduk, sevimsiz düşünceler vardı aklımızda, alnımızda da bunaltıcı bir güneş. Kaleler güzeldi, ama değildi. Bunalmaya başladık, yanyana oturuyorduk ama bıkmaya başlamıştık endişelerden, karamsar öngörülerden. Hiç kalkmamak istiyorduk birbirimizin yanından, daha çok kale, kat kat kale yapmak istiyorduk. Yaparsak yıkılacağını düşünüyorduk ama yine de istiyorduk işte...

"Hadi denize girelim?" dedi bir süre sonra. Sıcaktan bunalmıştık ve bu çok iyi bi' fikirdi. Kalkmak üzereyken aklıma düşen sorular aynıydı. "ama ya biz denizdeyken kalelerimizi yıkarlarsa?" Durduk, korumacı tavrıyla, cesur duruşuyla aynı şeyleri söyledi, "önemli değil, beraber yeniden yaparız, hem de daha güzelini.." İkna ediyordu beni, ben kalkıyordum yavaşça, elimi kavrıyordu, üzerimdeki kum tanelerini temizliyordu. Denize doğru yürürken aklımda hiç bir şey yoktu. Umursamazlığın hiç bu kadar güzel hissettirdiğini bilmezdim. Su çok soğuktu, o da bir o kadar ihtiyatlıydı. Denize girerken o soğuk suyu üzerime sıçratan, şaka yaptığını sananlardan değildi o. Alışana kadar elimi bırakmadı. Tamamen dalarsak alışırız dedik ve aynı anda suya daldık. Yüzdük, suyun üzerinde hareketsiz bıraktık kendimizi. Eğleniyorduk ama ben bir anda doğrulup düşündüm. Tedirgin oldu. Korkuyorduk ikimizde.

"Hadi, açılalım, daha ileri yüzelim." dedi, açıklara gitmekten çok korkardım. Ama ona güveniyordum, onunla gidebilirdim, boğulmazdım, gitmeliydim.

Gitmeli miydim? Kumsaldaydı aklım, kumsala dönmeliydim, kalelerime ne olacaktı, kalelerime ne olmuştu. "Gelemem" dedim, "kalelerime dönmeliyim." Üzgündüm. Sadece onunla gitmeyi çok istediğimi, eğer kaleler olmasaydı onunla gidebileceğimi bilmesini istiyordum. Ama bununla yetinmeyeceğini de biliyordum. Kim yetinmek ister ki. Ağlayarak bıraktım elini, geriye doğru kulaç atmaya başladım, bakıyordu arkamdan, hissediyordum. Ama dönmüştüm arkamı ona, allah benim belamı versin, dönmüştüm.

Kurulanmayı boşverip koşmaya başladım. Gördüğüm şey düşündüğüm şeydi. Arkama baktım, o açılmış, çoktan gitmişti bile. Açılmıştı uzaklara. Önüme döndüm, kalelerim yıkılmıştı. Kalelerimiz paramparçaydı. Endişelerimdeki şey gelip tekmelememişti ama ben sebebini biliyordum. Yüzeyi bozmuştuk beraber. Ben denize girdiğim anda kaleler yıkılmıştı. Arkamı döndüm, denize koştum ama o yoktu. Gitmişti. Yardıma ihtiyacım vardı, kalelerim yıkılmıştı, o gitmişti.

Annemse bağırıyordu arkamdan, "haydi, gidiyoruz artık, geç oldu." Her gün sahile inip bakıyorum uzaklara, ve hala düzgün kaleler yapamıyorum.


(Nba finallerinden hazzetmeyen okurlarımızdan özür dileriz, blogum ve ben şuna kanaat getirdik ki bir yandan oyunu izleyip bir yandan yazmak; oyunu piç ettiğinden, başlarız maç değerlendirmesine be! Evet, o yüzden daha sonra genel bi izlenim yazısı yazarım. Şimdi yokluğumda dünyaya küsen insanlara bu resmi armağan ediyorum. Çok komikli değil mi ama.)

Bak şey oldu geçen gün, bi insan Saba Tümer'le Zerrin Özer'in gülüşlerini denk tuttu. Saba Tümer'in artık abartıp rol yaptığını düşündüğümden ben biraz üzüldüm. Zerrin Özer'in karın sancısından öleyazdığı o anları çok samimi bulurum ben, bayılırım. Çok uzun sürünce hakikaten bayılırım. Ama iyidir. Hey o insan, üzdün beni dostum, lanet olsun sana.

Şu bi de yeni dökülmüş asfalta, basan, adını madını yazan yavan insan var ya, niye yapıyo o onu? Hall of fame mi o asfalt, düz kaldırım işte, baki olsan n'olucak olmasan ne. 43 numara kösele, altında da "Hamdi" , what a fame.

Senin ark reaktörüne sıçarım! Gece gece haykırmak istediğim cümle bu. Cıvık müdürüm afedersin.

Kendi yaş grubunuz dışında insanlarla jenga oynamanızı tavsiye etmiyorum. O koca koca insanların şımarıp mızıtmasını görmek ya da ölüm kalım meselesi haline getirmelerine şahit olmak çok düşündürücü. Tamam dedemi affedebilirim ama annemin beni evlatlıktan reddetmesi? "Hiç yakıştıramadım sana, hiç yani onun mantığı var mı ordan çekmenin, belli ki denge noktası orası, ncık. Hayret bişey." 5 dakikada mimar oldunuz başıma!

Free hug çok saçmaydı ama bu çok eğlenceli geldi bana, bu yapılabilir var ya. Çok eğlenceli olabilir de.

Erik zamanı geçiyor, son soğukları yaşıyoruz, öldürücü sıcak ve alerjik komalar yakındır, final haftam zaten. Yazı yazamayıp sonuca bağlayamayacak kadar gerildim şu an. Ark reakt... Tamam hadi görüşelim ama bi ara ya. (kaç sene oldu ya görüşelim bak bi ara, ben seni arıyim kesin buluşalım. hı hı. hadiöptümçok)

Bursaspor'un şampiyonluk kutlamaları, Fenerbahçe çirkeflik ve sevinçleri ile meşgul olan Ntv, Orlando- Boston konferans finali ilk oyununu 3 saat rötarla banttan vermek durumunda kaldı. Yayın akışında parantez içinde bant yazmışlar yayın saatinin yanına tabii ki ama ben yine 5 dakikada bir Ntv'ye dönmekten ve sövmekten kendimi alamadım.

İkinci bir sinir harbini ise maçı banttan izlemeye başlamadan maç skorunu istemeden öğrenmiş olmakla geçirdim. dik. Geçirdik. Geçirmişiz yani. Sevinemedim de adam gibi. (İlk yarı : 41-32 Bos. üstünlüğü, ikinci yarı : 92-88 Bos galibiyeti)

Öncelikle şunu demek istiyorum ki Amway Arena'dan nefret ediyorum. İç sıkıcı bir kere, bir ton yazı, çizi var tabanda, renkler koyu, saha ufak gibi gözüküyor, kenarlara taşmış gazeteciler falan, öf iğrenç. Nerede bir Madison Square, bir Staples Center. Biri New York'ta biri Los Angeles'ta, nitekim konu bu değil, allah belamı versin.

Dönelim maça. Konferans şampiyonu kim olur bilemem, temennilerle öngörüleri ayırmak lazım tabii ki. Önceki maçlara bakıldığı zaman Orlando'nun 4te4 yapmasının sebebi ne kadar Magic oyunu, ne kadar rakibin Hawks olmasıydı, onu bilemem; ama Boston finalistliği, Celtics-Cavs çekişmesi ya da Lebron çekişmesinde de belli olduğu gibi takımın gayretine yüksek oranda bağlıydı. Aslında Vince Carter, Rashard Lewis, Dwight Howard ve Jameer Nelson gibi sıkı bi' 4lü var, her birinin geçen senelerde ne harikalar yarattıklarını gördük ama bunların voltran oluşturup da Stan van Gundy eşliğinde çıldırmalarına şahit olmadık. Olursak da şaşırmam, nitekim beklediğim budur, gaza geliriz, adam gibi konferans finali olur. Boston açısından da durum farklı sayılmaz, geçen sezonun değişmez dörtlüsü Allen-Garnett-Pierce-Rondo artık sistemleştirdikleri imece usülü oyuna aynen devamdalar. Buna ek olarak Kendrick Perkins'in olağanüstü gayreti ve "vaykoçum" dedirten ataklarıyla Glen Davis'in faul problemiyle ve tauren cüssesiyle oyuna etkileri. Bakalım eşleşmeler ve dengeler nasıl sağlanacak.

Oyunun ilk çeyreğinde yüzbinlerce kez düdük çalan hakeme allah sabır verdi bence. Bi akmadı oyun, hücumda top kayıpları, topun blokla dışarı gitmesi(selam howard), hücum fauller, basket fauller, elimi tuttu, koluma değdi, ayak çizgide mi değil mi, adamın faul diyo olm! culuk... Sıkıcıydı. Kaan Kural'ın yorumlarıyla biraz renklenebildi.

"3 paslı bir hücum Orlando için olan durumdur, 3 pastan yukarısı ve sayı Orlando için idealdir, 3 ve altında pas ise Boston'un isteyeceği türden bir savunmadır." - Kaan Kural.

"Jameer Nelson'un kasığında bişey var" - Kaan Kural ve benim fesatlığım.

"Pierce istop oynadı ama...? İnsanda azıcık utanma olur." -Kaan Kural.

"Aktörlük 80% Faul 20% !" - Kaan Kural

Doc Rivers ve Stan van Gundy gibi iki profesyonel ismin, aynı derecede tedbirli ve pimpirikli olmaları da oyunu aksatmaya yetti. Yok lan çok da aksatmadı. Ama kafasına bi galon Gatorade dökülen bi siyahi ile yanakları kendinden al al olan bi bakkal amca arasında anca böyle bi benzerlik kurabildim. Orlando'ya hayın gibi saldırmamamın iki nedeninden biri van Gundy'dir. Sevmeyen ölebilir. (mim mi neymiş, ondan mı yapmış oldum ben şimdi, ne pis işler bunlar ya, atıf yaptım aslında.) Diğer bi sebep de malumunuz, Hido'dur, üstün ırk ulan, koçum be! öhhö.

Geçen sene Rashard Lewis'in mükemmel oyununa şahit olduğumdandır ki biraz tırsmaktayım. Bu adam sinsi arkadaş. Ya bırak şimdi. Bunların topu sinsi lan. Böyle kasten faul yaptırmak bunların amacı. van Gundy'deki esnaf sinsiliği mi nelabu?! Etik mi şimdi?

Hobilerim kitap okumak,müzik dinlemek, Rajon Rondo hakkında her yazıda ben demiştim demek... O değil de bu adam zaten takımın iç dinamiklerine en büyük katkıyı yapan adam olarak parlamıştı, Skills Challenge da bile görülebilecek bir şeydi bu ki onu sadece Cavs 4. maçında yaptıklarıyla değerlendirmek doğru olmaz. Ama tabii ki orada yarattığı harikalar da kulak arkası edilebilir şeyler değildi. Triple Double'ı, maçın rebound rekorunu kırması, asistlerindeki şıklığı, kaba tabirle lebronu bakkala gönderdiği an... İzleseydin, hepsini şimdi tek tek betimlemek zor geldi.

Kaan Kural'ın, Magic taraftarlarınca yapılan "Celtics Sucks!" tezahuratını Türkçe'ye çevirememesi, o nezaketi de beni benden aldı gece gece.

Her takımın avareliyle dalga geçme köşesi: Gortat - haksız mıyım ama tipe bak ya.

Oyun boyunca Boston üstünlüğü hep sürdü, kendini rahatlığa bırakan bi Boston değil, rekabetçi bi Boston görmek de gönüllere su serpti. Yine de erkenden konuşmamakta fayda var, nitekim klişe hatalarına alıştık. (Larry Bird, save our souls!) Son çeyrekte Orlando'nun 3 lüklerle konuşması, taraftarı da hareketlendirince biraz tedirgin olduk. Magic'i izlerken Ray Allen ve 3lüklerinin lafının bile olmadığını söylemek ne kadar doğru olur bilmiyorum, 3'lüklerle özdeşleşmiş bir takım sonuçta. Benim gözümde Magic Johnson oluşmuştur her zaman gerçi, garip. Oyunda 20 üzeri sayıyla Vince Carter ne kadar güzel bi oyun çıkarsa da Celtics savunma ağına takılan diğer takım arkadaşları, hızını biraz kesmiş bulundular. Bir yandan bunları yazarken, her ekrana bakışımda oyunda genel skorda 10 sayılık bir farkın hakim olduğuna şahit oldum. Bu da 3lüklere aşina bir takım için kapanması zor olmayan bir fark. Nitekim Doc Rivers'ın son 3 dakika molaları ile savunma ve hücumda reforma giden Boston, farkın kapanmasına izin vermedi. Son saniyelerdeki kritik anlar, farkın 3 sayıya erimesine yol açtı, ama ben hiç heyecanlı değilim, neden, çünkü sonucu biliyorum. Halbuki bilmesem, ne deli heyecan yapardım sabahın bi körü. Allahın belaları ya. 92-88 bitti maç, serbest atışlarla oyunu ettik, iyi dağılın hadi.

Yarınki derse gitmeyeceğim öngörülmüştü, ama böylesi arsızlığa vuracağım benim bile aklıma gelmezdi. Bu dersten geçersem ne kadar enteresan olucak. Hati bakalım!

itirafım var

Sadece şunu söylemek isterim.

Şu yaşıma dek, ta ki şu dakikaya dek Personal Jesus parçasının "reach out and touch faith" kısmının "reach and touch me" olduğunu uydurmak suretiyle bunu kronik bir hatayla yaşamıma dahil etmem; gerçeği bir süre reddetmeme bile sebep oldu.

bunu yazan "i-ey sports, tını geym" i benimsemiş, "it's in the game" i hala da reddetmekte olan bir yetişkindir.

call me inci

Hani messengerda durumun uygunken, bilgisayarı kullanmadığın 5 dk sonrasında "boşta" durumuna dönüşüyo ya. Tam da hani bu uygundan boştaya geçiş döneminde bi arkadaşının sana bişeyler yazması, ve sırf kendisine kurulmuş bi komplo olarak üzerine alınması. Hani sanki sırf onunla konuşmamak için bilerek ve isteyerek boşta durumuna getirmiş konumuna düşmek. O arkadaş itiraf edemese de ben suçlu hissediyorum öyle durumlarda.

Tüvitlenecek cümlelerim var, tüvitırım yok; koca sayfa ziyan oluyo böyle de. Ama tüvitır şey olmuş ya sevgili okur. Böyle incisözlükten atak gelmiş. Eştın Kaçır'ın 5 zilyon izleyicisi bi anda sıfırlanmış falan, kalplere inmeler inmiş. @turkishhacker gibi muazzam yaratıcı bir nickle bütün hesaplar alt üst olmuş. Mark Zuckerberg de endişeleniyormuş. Yat yat bişey yok, bug'dır bug.

Bugün karar aldık da, aslında geçmişi olan bi karar. Bu dünyanın en güzel burunlu insanıyla aldık, geleneksel sinema günü ayarlayıp bunu uzun vadede uygulamaya koyucaz. Mesela biri diycek ki "şu şu gün bişeyler yapalım" biz de diycez ki "yok gelemem, şu şu gün geleneksel hödö günümüz" daha havalı bi isim arıyoruz şimdi. Festivus gibi. Holy Kramer! Biz bir ara kalabalıkta,arkadaş ortamında falan Seinfeld quote larını, esprilerini karşılıklı söyleyip, o ortamda gülen tek insanlar olmayı da planlıyoduk ama sezon bitiremeyenler utansın. Stellaaaaaaaa!

Böyle sapkın hayaller işte. Benim hayallerimde de hiç böyle panjurlu manjurlu müstakil ev olmadı ya. Reklamlarda bile rüya aileyi müstakil evde huzur dolu bi çerçeve içinde gösteriyolar. Arkadaş, müstakil evin huzuru mu olurmuş ya, birbirimizi kandırmayalım. Bi' sürü derdi var, çimeni, çiçeği, sulaması budaması bitmez; bahçenin her zaman güzel gözükmesi gerek çünkü. Badanası boyası, elektriği suyu, yayını,yapımı, emeği hep ilgi ister; bireysel her şey, apartman yönetimini mumla aratırlar adama. Her şeyi bıraktım, gece korkulur lan. Gece çok korkulur hem de. Hele bi de yalnızsan ne biçim uğursuzu, ipsizi sapsızı çeker o ev. Allah belasını versin öyle evin. Civarda da bi site vardır. Ama o evin başına bi iş gelsin, hiç oralı da olmaz o site sakinleri. Çünkü onlar birlik olmuştur. Onlar birbirlerinden arkalanırlar. O müstakil evinde mangal yapan heriften intikam almak istercesine ona karşı birlik olurlar. Etleri yerken iyiydi, şimdi ne bok yiycen lan?! demekte haklıdırlar. Aslanım site sakinleri. Şşş, korkmuyo musunuz olum, gelin bizde kalın valla bak.

Yemek yiyeceksem illa bişeyler izlemem gerekiyomuş gibi hissediyorum, sana da oluyo mu?
Mesela bi sandviç yapıyorum ya, önce diziyi ayarlıyorum. İzlenecek bişey bulamazsam yutubu açıp öyle yiyorum. Takıntı oldu bi süre sonra. Sürekli acıkıyorum artık, damn. Bak, iki uyduruk kuru pasta geldi önüme, fellik fellik dizi arıyorum. Fellik ne be. Neyse. Hadi.

Annem de bi sabun almış aklım hayalim durdu. Bi on sene geriye gittim bi anda. Arı mayalı pembe silgi kokuyo sabun. Küçükken ne çok yerdik. Evet yerdik. Valla biz yiyoduk. Öyle güzel kokulu silgi mi yapılır ya?! Sonra piyasadan kalkmıştı. Ardından da ortası delik, boyna takılan silgiler üretildi. Herkesin silgisi boynuna. İşte bencilliğin çıkış noktası tam da o günlere denk gelir.
bunun pembesi işte. ah...

umrun tümevarımı

Şunu anladım ki bazen sonuçları ne olursa olsun istediğim şeyi yapmak için elimden geleni yapıyorum. Bu durumlarda öyle umursamaz oluyorum ki kendimi tanıyamıyorum bile. En basidinden, koca bir kese kağıdı dolusu eriği bir oturuşta yiyebilirim mesela. Bu kendi açlığımı bir yana bıraktım 11 ayın eriğe susamışlığından kaynaklansa da yine de bir şeyler normal değil. Sonunda karnımın ağrıyacağını her sene tecrübe etmeme rağmen, hiç de umurumda olmaz, alırım önüme kaseyi, bitinceye kadar da kalkmam. Söz konusu erik olunca paylaşım, pasif skill olmaktan çıkıp bir ultimate power a dönüşür. Ulan karnın ağrıyor, dilin yanıyor madem, ne bok yemeye hırs yapıyorsun di mi, üç beş tane ye, bırak. Yok işte.

Bende lezzet düşkünlüğü var, bu yüzden "yaşamak için ye"cilik, "karın doyurmaksa mesele, iki elmayla da geçiririm öğünü" cülük bana göre değil arkadaşım. Yediğimden zevk alacağım ben, olmaz öyle şey. Rejim yaparken mutsuz olmamın sebebi de budur, rejimi yapamamamın da. Hayır, rejimi bi devam ettirebilsem, bi sonuçlansa, belki düşünce şeklim değişecek; ama ödün veremiyorum işte. Eğer acıkmışsam, umursamıyorum.

Halbuki her şeyi en ince ayrıntısına kadar da didiklerim. Tarih derslerindeki sebep-sonuç ve önemi doktrinini hayatımın her alanına uygularım. Nedir, işte bir carpe diem öğretisi, efenim Ölü Ozanlar Derneği (dead poets society) (havalı olsun diye ingilizcesini de yazdım, ben ingilizce biliyorum.) ile popülarite kazanmış bi hayat felsefesi. Anı yaşa. Bok yaşarsın anı. Hiç öyle şey olur mu yahu, bir mantıklı tarafı yok benim için en azından. Bir insan sorumluluklarıyla vardır bana göre. Hayır, otoriter bi ailede büyümedim; ama sorumluluk bilincinin önemini büfenin üst rafında tuttuk her zaman. "anı yaşıyorum abi yeaa, karpediyem sonuçtaa" Bırak şimdi, iki cümleyle ne kadar havalı oldun anlatamam. "ayy berke anı yaşıyomuş kızlaar!" Aynı Berke anı yaşadıktan sonra evde zaman duruyo bi süre, babanın kemeri çıkartıp, Berke'nin sırtına savurması esnası slow motion, sonrası da paralel evren falan, Berke gözünü acilde açıyür. Yani diyorum ki bi şeyleri sonuçlarını ölçüp tartmadan hayata geçirmek için ya çocuk ya deli ya da nihilist olmak lazım. Acaba ben mi çok ihtiyatlıyım, bilemiyorum; ama huzuru her şeyden üstün tutuyorsan biraz olucan arkadaş. Biraz ihtiyatlı olucan.

Huzur mühim şey. "Kafam rahat olsun da, her içimden geleni yapmasam da olur" cuyum ben. Tercih meselesi. Bir nevi kısıtlama, ama iyi ama kötü. Eğlence gece değildir sadece, eğlenmesini bilen insan gündüz de eğlenebilir, içkiyle değil bi kupa kahveyle de geçebilir zaman. Ulus'taki iğrenç lunaparkta eğlenmekse eğlence, ben eğlenmeyi sevmiyorum. Anne sözü dinlemeyi en başından reddedip, müthiş asi olmaksa amaç, sütten olmayı yeğlerim ben. Söylenen sözlerin, "e mi?" lerle dolu nasihatların, boş sözler değil de, dikkate alınması gereken şeyler olduğunu anlayana kadar da asi olmak, havalı gelmeye devam edecektir herhalde. İçime sinmiyorsa, müdahil olmak istemiyorum demektir, hakarete varan sözlerle süslenen o ısrarcı nidalar da hiç etkili olmuyordur, bu kadar da basittir.

Belki sana göre hastalıklı gelebilir düşüncelerim, haklısındır da. Ama büyümek demek kaç bardak bilmem ne içip de yıkılmadığını övünerek söylemek değildir. Büyümek, sabaha doğru eve gelip de el havada boş itirazlar savurmak da değildir. Karşıcinsten kaç kişiyle öpüştüğün, ilişkiye girdiğin önemli değildir, büyümek orda burda bu konuda skor tablosu çıkarmak da değildir çünkü. Büyüklerine hürmeti bıraktım kuru bir saygı göstermekten bile kaçınmak, bununla övünmeyi gerektirmez, ahmaklığı büyümekle karıştırmamak gerekir bazen. Bazen de sırf muhalefet olmak için bir sistemi, bir düşünceyi, bir kişiyi, bir şeyleri reddetmek, büyümüş hissettirir insana; ama yeni ufuklar olmadıkça, yeni deneyimler yaşamadıkça, ufak da olsa cesaret almayınca, bir insan bir adım atmadıkça, büyümemiştir bana göre.

series tied

Çarşamba günü- yani sabaha karşısı, mikroiktisat profesörlüğüne uğraşıyordum ki, ertesi gün sınav olmadığını hava aydınlanırken öğrendim. Bundandır ki günlerdir sağ gözüm seğiriyor. Yorgunluktandır, uykusuzluktan olur hededir hödödür diyenler, sözüm size, çıldırdım ben, ondan.

O gün de rastlantıların en güzeli, Celtics- Cavs ikinci maçı varmış. Kitabı defteri fırlattım, açtım televizyonu. Kaan Kural'ın Mo Williams'a portakal benzetmesine yarılarak başladım izlemeye. İlk maçı izleyememiştim, Cavs almış. Oyun bu sefer de Cleveland'deydi, De-fence bağırıcıları yerlerini almıştı.

Değişmek bilmeyen bir döngü halini alan oyun stratejisi yine Celtics'i sayılara götürdü. Glen ya da Perkins -> Pierce -> Rondo(asist) -> Allen ya da Garnett. Aslanım Rondo yine asist kralıydı, özellikle Garnett'e günü kurtarmasında yardımcı oldu. 20'lere yakın asistle oyun ritmini bi anlamda tutan kişi oldu. Glen Davis öküzü lvl atlamış bi boz ayı olmuş, hantal herif, hala anlamış değilim ne parıltı gördüklerini bunda. Oyunun büyük bölümünde Shaq'ı bench te görmek de içler acısı. Arkadaş ben o adamın Heat, ya da belki Lakers oyununu izlerken bile eğlenirdim ama sezon başında Lebron'la iyi bi ikili mi olurlar yoksa Lebron egosuyla onu bezdirir mi tartışmalarına şimdi anlam vermeye başladım. Cavs yaramadı sanki.

Maçtaki Cavs bezginliği hiç dinmedi, sanki açığı kapatmamak için özel bir çaba sarf ediyorlarmış gibiydi. Hadi Varajeo salağını falan geçtim, Williams ya da James komik top kayıplarına imza attılar ki dikkatleri maçın başında dağılmıştı bile. Bir ara Kaan Kural Space Jam benzetmesi yaptı. ( Hani şu elemanların güçleri çekiliyordu da karşı takımdakilere, Nba yıldızları salaklaşıyordu) O an alkış tuttum tespitine. (Zaten Bizzaro(superman) şakasıyla da beni benden aldı tüm gece)

Mo Williams hakettiği küfürleri tek tek aldı oyun boyunca. Varajeo nun geçen sene finallerde yaptığı gibi kendini yere atması, mızıklayıp faul istemesi vs. Arif Erdem'in kulaklarını da çınlatmıştır eminim. Bir ara kamera Hickson'dayken de küçükken havale geçirmiş olduğuna kanaat getirdim. (tövbestağfurullah bişey olmuş)

Bireysel tanımlamalardan uzaklaşırsak, Rondo asistleriyle, Ray Allen üçlükleriyle Quicken Loansta Boston üstünlük kazandı ve seri 1- 1 bağlandı. (Skor 104-86)

Maçın son 10 dakikası izlenmeye değerdi, inanılmaz bir heyecan vardı iki takımda da. Aradaki 15 sayı, Boston'un her zamanki gibi üstünlüğe ulaşınca savunmayı indirmesi ile yavaş yavaş eridi. Doc Rivers olayın farkına varınca 2 dakikada bir (abartısız) mola aldı. Geçen sene bu şekilde bir sürü oyun veren Celtics bu sene de aynı hatalara düşerse, tahtından olacağını biliyor gibiydi.

Her molada Stats Central ekranı giren Nbatv yüzünden aradaki diyalogları kaçırmak.

Pierce 5. Faulune de imza atarak üstünlüğü Cavs'a avuçlarının içinde sundu efenim. Ben tabi o sırada sinir harbi geçiriyorum yine. 5dk da 10 sayı fark kalmış, üç tane üçlüğe bakar her şey diye sayıklıyorum, yüzüm ekşiyor falan, rutin. Boston'un geçen seneki hatalara düşmesi, literatüre aynı boku yediler olarak geçmesi falan. En basitinden bir Lebron'a karşı sürekli aynı hataları yinelediler. Onun için bloktasın, ama adam bildiğin sayıya yönelmiş, bir anda arkasında kalıp peşinden koşturuyorsun. Eee blok n'olucak? Kale boş laağğn?!

Neyse ki Bos son iki dakikada nefes aldı, fark açıldı. Seri de bağlanmış oldu. Önümüzdeki iki maç Boston'da oynanacak, umarım ki en az birini alalım. Shaq bench te çürümese olayların seyri değişse, biraz hararet görsek fena olmaz.

Kaan Kural da inatla adeta bir ben gibi boston diyor bastın demiyor. İşte ben bu adamı bu yüzden seviyorum. Bu adam bizden biri. yürü be.

Ben Kaan kural, ben Orkun Çolakoğl.. ?! I want Murat Kosova right nea, yo!

Bensiz IronMan2 ye giden hayın arkadaşlarım, sizlere de laflar hazırladım.

türübüt

Ben hayatındaki en büyük hırsları, en en egoist güdüleri; sadece bir an için dışavuran "elinde bant olan insan" da görürüm arkadaş. O bantı ölesiye sahiplenir, öldürsen mesela bantı almak için, parmaklarını zor gevşetirsin, deli midir nedir. Bak bi' dikkat et, o bantı vermez istediğin zaman. "Bantı bi' versene" dersin, böyle dişiyle kopartır, verir. Halbuki sen komple bantı istersin, istediğin kadar koparmak, dilediğin zaman kullanmak istersin; ama o, hakimiyet kendisinde olsun ister. Seni de köpek gibi yalvartır iki milim bant için. Lan versene şu bantı iki dakka, bak hala dişine götürüyo!

Peki banta tam ihtiyacın olduğunda, o beyaz kağıda ulaştığın an, o bantın bitip de kağıdın özgürleşip hızla rulosundan kurtulması. O anki hisler...

Geçen günkü konserde anlamış olduk ki bizde "tour bus" mantığı yok, koca grupları sen müşteri servisinden hallice araçla getir, sonra da niye efendim şu grup gelmiyor da bu grup gelmiyor. Bir de sahnenin yanına muntazam çekilmiş bir kamyon vardı ki, selvi boylum al yazmalımdaki arkadaş gibi, önünde de kocaman Maaşallah yazıyor. Bi fotoğraf çekeceksin, sahnede Kreator, hemen yanında Maaşallah!

Peki ya annemin televizyonda radyoda falan rakçıya, metalciye denk gelince bana "seninkiler çıktı" demesi?

Peki tamam her şeyi geçtim de bu mail kutusuna bir sürü mail gelmesine ölürcesine sevinen ben, şöyle bi manzarayla karşılaştım az önce, o n'olucak?


Allahın belaları ya. Bayaa bayaa gönderenin adı "avuçla beni" Sabri Bey n'apıyosunuz?

Üniversite şenlikleri başladı, eveet, her yıl olduğu gibi bu sene finallere denk gelmese de öncesine geldi, neticede etik değil. Ama ben grupları falan geçtim de böyle şenlik alanında ne satılıyosa sevgilisine aldıran kızlardan çok bunaldım. Bugün Tioman konseri varmış, aman yarabbim kız satılan her şeyden almış ama, kafasına hem şeytan boynuzu hem melek haresi almış böyle tüylü, omzuna melek kanadı almış, bi elinde erik bi elinde çekirdek, çantası da tahmin edebileceğiniz gibi erkek arkadaşının elinde. Böylesi coşku, böylesi cıvıltı. Bi de bu şort- külotlu çorap ikilisi var ya, nağlet olsun ona da. O çorabı giymeyi bilmiyosan daha giymesene ablacım, hayret bişey. O şey kadar şortu giyiyosun, onun altından külotlu çorabın ağ kısmı gözüküyo. Göz- nizam - gez arpacık falan hani? kalmadı mı? tüh.

Celtics maçının ayrıntılarına girmeden az önce olan bi olayı aktarmak isterim. Otobüsümden inmiş, evime yürüyorum. Kulaklık takılı, hava güzel falan. Bidıls var kulağımda. Çok da keyfim yok ama yaşayadabiliyorum yani. İşte o an kimseler yok diye hayatımda hiç yapmadığım bişey yaptım, böyle şarkıya eşlik ettim, mırıldanmak da değil. Etrafı kolaçan etmiştim, kimse yok diye ben ş.. Ama varmış işte. Arkamdan geliyomuş sinsi gibi. Kulaklığın tekini çıkardım ben bi, şarkıyı da söylemeye devam ediyorum " can't buy me looove, loooove..." diye. Böyle pıtı pıtı geldi çocuk "no no no, nooooo" diye devam ettik beraber. Oha?! Böyle beraber söyledik bi müddet sonra bitince ben salaklaştım bi, sadece "iyakşamnar" diyebildim, gözlerim falan sabit. O da gülümsedi böyle teşekkür etti, gitti sonra. Merdivenlerde arkasından bakakaldım, eller cepte mırıldanarak devam etti. Çok şaşırdım, çok eğlendim, bi garip. Yan blokta mı oturuyo acaba, yarın sitenin önünde ticket to ride çalıp söylerimki o zaman.

son olarak da bahar alerjisinin '+^&%%+/)?=?)(/&%+^!é!!'+^'%&%(/=)?=)?)(=(/&%/+%^+^^' kaşıntıdan komaya girdim.