Akis Sohbeti

  • "Düşmek kime iyi gelir biliyor musun?" dedi dudaklarının arasından dumanlı sıkıntılar çıkarırken. Saatler geçtikçe merhametini kaybeden bir ayaz yükleniyordu tenimize, burnumuzu çekiyorduk düzensiz aralıklarla, karanlıkta belirip sönen alevli bir nokta geceye renk katan belki de tek şeydi. Ayaklarımı sallandırıyordum oturduğum yerden, hafiften titretiyordu da esen rüzgar. Ben üşüyordum besbelli; ama o üşümüyor gibiydi. Daha dik duruyordu, sağlamcaydı, üşüse de üşüdüğünü belli etmeyeceğini ikimizde biliyorduk. Arada bir ayağını yere vurmak dışında çok da hareket etmiyordu, ha bir de nefesleniyordu sık sık. Ben iç geçiriyordum, bana acıyarak bakıyordu. Acıması, diğer göz kırpışında son bulan türdendi. Bir düşüncelik. Bir nefeslik. Gözlerini uzun uzun dikiyordu boşluğa, bakışlarını takip etmeye çalışsam da karanlık yollarda, merdivenlerden sonrasında kayboluyordum. Tam kendi haline bırakıp üşümeye devam edecekken bir nefes daha alıyordu ve dumanlarla beraber çıkıyordu sözcükler ağzından:

  • "Kime iyi gelir biliyor musun?"

  • Kafasını salladı 'ben biliyorum' dercesine. Küllerle yaptığı kuleye bir fiske daha kül bindirdi. O kül birikintisinden çok uzaktaydım ben o sıra. Ayrancı'ya gitmiştim, apartmanın arka bahçesindeki devasa yokuştaydım. Yokuşun başında derin bir nefes alıp, aşağıya doğru hızımı alamadan koşuyordum. Çakıl taşlarına takılıyordum, düşüyordum. Dirseklerim, dizlerim yanıyor, çenem uyuşuyordu. Ağlamıyordum; düşeceğimi biliyordum, hızım arttıkça daha da emin oluyordum düşeceğimden de duramıyordum işte ve sonunda düşüyordum; ama bağıramıyordum bile. Ağlamaya hakkım yoktu, biliyordum.

  • "Düşmek" dedi "frenleri boşalanlara iyi gelir." Ve kül. Ve ben yine küllerden çok uzaklara gittim. İki tekerlekli bisiklete alışmaya uğraşırken, o selenin üzerinde "kanıtlanma" mücadelesi veriyordum. "Denge" sözcüğünün içini dolduruyordum. Pratik ettikçe hızım artıyordu, ustalaştıkça bisiklete verdiğim değer de artıyordu, evden çıkarken su matarasını taptaze suyla dolduruyor, her akşam eve zincirlerden yağ bulaşmış pantolonumla giriyordum. Bir gün, frenlerden tiz bir ses yükseldi; paniğe kapıldım, ayaklarımı yere sürterek duramayacak kadar hızlanmıştım oysa ki. O an ne yapacağımı bilemedim, gidon ve elim arasındaki mekanik bağlantıyı beynime aktaramayacak korkmuştum. Zihnimde iki görüntü belirdi; ya yola çıkacak ve bir arabayla çarpışacaktık ya da gidonu yana kırıp yere düşecektim.

  • "Düşüş anında hiçbir şeye anlam veremeyecek kadar tedirgin hissetsen de, düştüğünde açılan yaralar zamanla iyileştiğinde, düşmenin belki de en iyi seçenek olduğunu anlarsın; seçenekler arasında çarpmak, parçalara ayrılmak da varsa eğer."

  • Külden kale bir fiske küle daha dayanamadı, bense daha uzağa gidemedim.

  • Bir adım ötede düşüşümü görür gibi oldum. Etrafımdaki insanlar gülmekle dehşete düşmek arasında gidip gelirlerken, ben ayağa kalkmaya uğraşıyordum. Nasıl olduğuna bir kılıf uydurmaya çalışıyorlarken, ben tek bacağımı boşluktan kurtarıp, yere vurduğum dizime yüklenmemeye uğraşıyordum. Onlar yırtılan pantolonuma dikkat çekerlerken ben dikkat çekmemek için hızlı hızlı topallıyordum. Farklılaştık.

  • İki adım ötede bir başka düşüşümü gördüm. Yaralarım geldi aklıma, bir çocuğun en çok yara aldığı yerin dizleri ve dirsekleri olduğu nasıl yadsınmıyorsa, öyle yadırgamıyordum onları. Mantığımı ters çalıştırmaya uğraşıyordum, düştüğüm için yaralandığımı değil yaralarımdan bir şeyler öğrenemediğim için her seferinde düşeceğimi bilerek dikkati elden bırakıyor ve düşüyor oluşumu anlıyordum. Kendime kızmanın bir fayda sağlamadığını anladığımdan beri de bu tür durumlara kayıtsız kalmaya alıştırmıştım kendimi. Frensizliğime ağız dolusu küfüler ediyordum belki; ama bu önüme iki seçenek çıkarıyordu en azından; düşüp yaralanmak ya da çarpıp dağılmak. Bu kadar merhametsiz bir olgunun bu kadar insaflıca seçenekler sunuşu bile beni ürkütüyor, düşündürüyordu. Yahut belki de sunmuyordu, sadece ben, insaftan yana kalabilmek adına kendimce seçenek üretip, tercih edilesi olanın altına sığınarak üzülmemeye çalışıyordum. Evet, bu daha anlamlı geliyor şimdi.

  • Sonu olmayan hikayeler, sonsuza kadar sürerler. Bunlardan birine yakalanmak demek, sonu göremeden, hikaye bitmeden ölmek demek. Gidonu kırıp kendimi yavaşlatmak için düşüşüm, yeniden kalkışımla beraber yeni bir hızlanışa sebebiyet verecekse de, versin. Bilindik acılar çekmek, bilinmeyen tehlikelere yeğ.

  • "Hikayeler ancak, onları anlatmasını bilenlerin başına gelirler." Bu sözcüklerle beraber dudaklarının arasından son dumanlar da çıktı, vals ederek. İzmariti duvara usulca bastırdı ve yere bıraktı. Ayaklarını yere sertçe vurdu, bakışlarını boşluktan topladı ve söyledikleri bir süre havada asılı kaldı. Gittikçe silikleşiyordu, ben gözlerimi her açıp kapatışımda biraz daha yaklaşıyordu bana. Şeffaflaşıyordu. Yaklaştıkça yok oluyordu.

  • "Hiç kimse bir başkasının sınırından içeri giremez, nedeni de basittir, hiç kimse kendine ulaşamaz da ondan." dedi son kez kesik kesik soluklanarak. Bunları duyarken onun yok oluşunu izliyordum. Az önce sigarasını sıkı sıkı tutan, montunun yakasına sığınarak hafif bir sesle konuşan o, git gide yakınlaşıyor ve de git gide görünmez oluyordu. Bir an, ağzımda kesif bir kül kokusu duyumsadım. O kayboldu. Gözlerimi açtım. O, ben. Dudaklarımdan "düşmek, kime iyi gelir biliyor musun?" sorusu kanatlandı sessiz geceye. Ve bir alevli noktayla ışıklandırdım karanlığı. Ve derin bir nefes aldım o karanlıktan. Ve başladım tekrar:

"Kime iyi gelir biliyor musun?"

otokorelasyonsuzluk

  • Bir kaktüstür, aldık, koyduk bilgisayarın yanına. Maksat radyasyonu alsın, siniri stresi çeksin götürsün. Lakin eşşoğlusu her gün devriliyor, her devrilişinde masa toprak içinde kalıyor ve ben her kaldırıp düzelteyim dediğimde, aynı yerden elime batırıyor dikenlerini. Vicdansız! Dikenlerin üstüne gitmeyi vazife edindiğimden de eleğe döndüm.

  • Son darbeyi de vize haftasının bitiminde karın boşluğuma aldım. Bir güne üç sınav koyan danışmanlar, nasıl bir kafadaydınız acaba? Arkadaşlardan ikisi soyunarak çıktı fakülteden çünkü. Ne sınavların rezilliğine kafa yorabildik ne başka bir şeye. Son vizeden çıktık, fakültede oturduk biraz; tanımadığım birinin yüzüne yüzüne güldüm, ona kendini sorgulatmak hissettim, onu utandırmak istedim, içi içini kemirsin istedim "ne gülüyor?" "bana mı gülüyor?" "ne var?". Üzerimdeki gerginliğin haddi hesabı yoktu. Hafiften bir uyuşukluk, agresif ama aklımı yitirmişçesine neşeliydim. İğrenç bir ruh hali, onu gözlerimle çıkardım fakülteden, merdivenlerden def ettim. Bunu neden yaptım bilmiyorum; ben olsam benim ağzımı burnumu kırardım. Sonra kalktık, yağmur atıştırıyordu serin serin. Yemek yemek için yarım saat düşündükten sonra üç dört yarım saat de, sadece tek bir adam üzerinden kahkahalara boğulduk. Sonra ayran içmekten ve durmadan gülmekten olsa gerek ki ben uyudum, saniyelik rüyalar gördüm. Üç sınav sonrası ruh hali belirsiz kafalarla, o yemek masasında uyumak istemezdiniz. Velhasıl, "benim için herşey aleladenin haricindedir."

  • Yalnız sayntifik kalkuleytır da öyle çok menem bir olay değil. Değil arkadaşım, ölüp ölüp diriliyorsunuz falan da, değil. Bugün ekonometri sınavında 97/43 gibi angut bir sonuca ulaşmam gerekti, yazdım, eşittire bir bastım ki sınavın ortasında "pfssphh" şeklinde gülmelerime engel olamadım. Ne çıksa beğenirsiniz? 97/43! Vay arkadaş. Bana kafa tutuyor ya, bana ciddi anlamda "sen bana emir veremezsin!" diyor eşşoğlueşşek. Eşittire basarken küfür ediyorum, "olum" diyorum "bana virgüllü sonuç ver tuşlarını koparırım ha!" Yok. Böyle de kendini beğenmiş işte. Gözünü seveyim 4 işlemli hesap makinasının be.

  • Sinirlerime hakim olamayıp, elimdeki şemsiyeyle, ağır ağır giden bir arabaya arkadan vurmam; ne de hoşuma gitti. Adamın da gıkını çıkaramaması ve sadece bir saniye büyüklüğünde kornaya "dokunması". Karşılık verir gibi. Hızla giderken üzerime su sıçratan ırkının tüm hıncını senden çıkardım toyota, kusura bakma. Ya da bak, çok da umrumdaydı.

  • Yalnız geçen sabah sınava giderken bir halk otobüsüne bindim, böyle bir halk otobüsü yok. Şu yaşıma kadar beni şaşırtan en ekstrem olay büyük olasılıkla seçim dönemi öncesi, halk otobüslerinde "su ikramı" na başlamalarıydı. Kurutucu yazın ortasında böyle hizmet. Muavin, oturduğu yerin altındaki soğutucu sepetten su çıkarıp, uzatıyordu sürekli. "Şuradan bir kiş... bir su şuradan." Fakat geçen sabahki görüntü de gözümün önünden gitmiyor. Şöförün arkasındaki cam panele iliştirilmiş bir... bir... bir lcd ekran! Yuh değil de nedir burada verilmesi gereken tepki. Yuh! Halk otobüsüsün sen be, azıcık kendine hakim ol be! Parayı alıp bileti vermediğiniz zamanların kârıyla yaptırmışsınız, nasıl belli be. Öh. Ama bu sene ego bandrolüm var artık, canıma tak etti, aldım, daha da paso muhabbetlerine girmiyoruz burada, dağıl!


  • "Kırk yılda bir kere tutup dolmuşa binince, neden kendimizi şöförden yana hisseder, otomobil markaları, klakson yasağı konusunda ona dalkavukluk ederiz?" Öyledir hakikaten de. Nerede bir emekçi görse, "sizin iş de zor be" diye yakınmaya başlayan on kişiden sekizi, "kurtarıyor mu bari?" yi de eklemeden geçemiyor.

  • Yalnız şu son zamanlarda yağmurlu akşamlarımı New York'ta bir caz kulübünde Ella Fitzgerald, Tony Bennett dinleyerek güzelleştiresim var. İnanılmaz bir istek, yağmur yağdıkça Ingrid Bergman'ına yandığım Casablanca kareleri geliyor gözümün önüne, siyah beyaz, içli..

  • Arkadaşlar Röportaj'ınıza başlatmayın lan! Neyle uğraşacağınızı şaşırdınız iyice.

Neyse...

Öyle işte, canım sıkılıyor. George Perec beni bekler şimdilik, hati!

alıntılı

"Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse okumaya devam ettiğinin kanıtı."

"Her yerde umut görüyorum, karanlıkta bile ve öldüğümde belki de Tanrı olurum."

"kör bir adamın cam bardakta
çay içmesi, porselendir."

"Ama sizin adınız nedir
Benim dengemi bozmayınız."

"Kontenjan senatörü bir bayan vardı ya,
Fuzuli'nin cinsel eğitim görmediğini söylemiş;
Söyler miydi şairle çekilmiş olmasa tenhaya,
Demek üç yüzyıl önce Leyla'dan daha işveliymiş."

"Düşünceler mükemmel; ancak davranışlar kusurludur."

Düşüncelere boğuldum, davranamıyorum iyi mi.