Eve girip anahtarı yere fırlatalı daha bir saniye bile
geçmemişken kapı çaldı. Halbuki arkasından birinin geldiğini de duymamıştı. Delikten
bakmayıp “kim o?” diye sordu. Kulaklarına, görsel hafızasından daha çok
güvenirdi. Kapının ardından “benim” cevabı geldi. Aslında bu cevabı bekliyordu;
ama bu cevaptan da tiksiniyordu. Sen kimsin ki? “Benim.” Adın yok mu senin? “Ben”miş.
Neyse ki ses tanıdık çıkmıştı.
Kafasındaki monoloğu sona erdirip kapıyı açtı.
Kapıyı yüzünde bir hayal kırıklığıyla açtı. Çünkü sadece tek
bir kişiyi görse sevinecekti; onun dışında gelen herkes hayal kırıklığı
yaşatacaktı şüphesiz.
Kapı açılırken çoktan eşiğe adımını atmış olan bu teklifsiz
adamın adı Servet’ti. Servet de diğer bütün Servet’lerle aynı kaderi
paylaşıyordu; doğuma kadar adı konusunda fikir ayrılığı yaşanmış ve doğumdan
hemen sonra dedesinin ismi konmuş bütün Servet’ler gibiydi. Daha çağcıl olan
diğer ismini kullanmak yerine Servet’i kullanmayı tercih ediyordu velhasıl.
Şükrediyordu, Sermet de olabilirdi adı, bütün resmi evraklara Servet diye geçip
de başına iş açardı, her yeni tanıştığı insana iki defa telaffuz etmek zorunda
kalırdı. Ve sonuçta Sermet, daha bir dede ismiydi. Servet adından memnundu.
Ama Süreyya, Servet’ten pek memnun değildi. Aslına
bakarsanız, Servet’ten hiç kimse memnun değildi. Yakın akrabaları, uzak
akrabaları, arkadaşları, ilkokul öğretmeni, mahallenin muhtarı, manavı, kasabı…
Çevresine her daim sıkıntı veren biri olmuştu. Ve buna rağmen, kapı açılır
açılmaz ayağını eşiğe atabilecek kadar lüzumsuz bir özgüveni vardı. Servet
halinden de memnundu.
Süreyya kapıyı açtı ve Servet’le uzun süre bakıştılar. Servet,
tahmin edilebileceği üzere, Süreyya’nın yüzündeki ifadeden çekinecek, gocunacak
bir adam değildi. Yüzünde çakıyla açılmış gibi duran bir ağzı, ve o ağza
tutunmuş belli belirsiz bir gülümseme. Yahut belli belirsiz değil, düpedüz
haysiyetsiz bir sırıtış vardı. O an anlaşıldı ki Servet belasını arıyordu.
“Gidiyormuş seninki?”
“Sanane Servet?”
“Perdeler inmiş çoktan, kırtasiyecinin oğlundan koli bandı
almış gündüzün.”
“…”
“Gitme demedin mi?”
“Demedim abi.”
“Niye demedin?”
“…”
“Nereye gidiyormuş, konuştunuz mu?”
“…”
“Aloo?”
“ Ne var lan?!”
“Açım lan ben, var mı yiyecek bir şeyler?”
Servet ayakkabılarını halının üzerinde çıkarıp mutfağa
yöneldi. Tabii ki de sormayacaktı dolabı açarken. Dolaptan tencereyi
çıkarırken. Ve tabağa koyarken. Ellerini yıkamadan ekmeği koparırken. Dolaptaki
son kutu kolayı açarken. Elbette ki sormayacaktı.
Süreyya çay suyu koydu, yanan ocakta sigarasını yaktı,
balkona çıktı. Perdeleri inmiş daireyi izledi bir süre. Canı sıkılmıştı. Çok
sıkılmıştı hem de. Şimdi bir de Servet çıkmıştı başına. Servet’in yere döktüğü
ekmek kırıntıları, yiyip içip musluğun altına yığdığı bulaşıklar çıkmıştı bir
de. Servet Süreyya’nın tabakasına uzanıp da son dal sigarasına da niyeti
bozunca, Süreyya’nın kafası hepten attı. Küfür etmemek için kendini tuttu,
demliği yıkayıp çayı demledi.
İstemediğini ne kadar belli de etse, kovsa da, ve hatta
evden çıkacak bile olsa Servet gitmezdi. Servet yüzsüz bir adamdı. Arsızdı.
Yüzü hiç kızarmazdı, her lafa da verecek bir cevabı mutlaka vardı. Herkesle
hemen samimi olabilen bir yapısı vardı. Gevşeğin, dalaksızın önde gideniydi
Servet.
Heba ettiği son sigarayı da muslukta söndürüp kirli
bulaşıkların içine atınca Süreyya daha fazla dayanamadı:
“Çık git lan artık hayatımdan!”
“Çay olduysa koy da içelim, anlatacaklarım var.” Sanki az
evvel söylenenlerin hedefi değilmiş gibi balkona çıkıp ayağını altına alarak
oturdu. Otururken de yerdeki saksıya ayağı çarptı, saksıdan yere biraz toprak
döküldü.
“LAN?!”
“Ne var oğlum, zaten evini bok götürüyor. Gel gel, otur
şöyle.”
Süreyya’nın sinirden gözleri dolacak gibi oldu. Kendine bir
kupa çay koyup balkona çıktı. Tam içinden La Havle çekiyordu ki Servet’in kulak
tırmalayan sesiyle irkildi:
“Bi’ sigara versene.”
“Yok sigara.”
“Vardır oğlum senin zulada” deyip televizyonun altındaki
çekmeceye ivmelendi ki Süreyya bastı yaygarayı,
“Yok dedik ya lan!”
“Eeeh, neyse. Seninkiyle karşılaştım gelirken. Suratsız
suratsız yürüyordu evine doğru, kestim önünü. Nasılsın iyi misin derken taşınma
işine getirdim konuyu. Acelem var fala…”
Süreyya dinlemiyordu bile. Gözü karşı dairedeydi. Perdeleri
inmiş dairenin içinde birbirine sarılmış iki silüet gördü. Sonra bu silüetler
bir süre öpüştüler. Sonra bu silüetler bir süre ortalıkta gözükmediler. Bu
silüetlerin Allah belasını versindi. Hay Allah’larından bulsunlardı. Silüetleri
batsındı.
“… öyle diyince ben de dayanamadım, ‘zaten Süreyya seni
çoktan unuttu’ dedim.”
“Ne dedin ne dedin?!”
“Zaten Süreyya seni çoktan unuttu dedim abi, iyi demişim di
mi?”
Ve o sırada Süreyya, aile terbiyesinin sınırını ışık hızıyla
geçerek yüksek sesle bir küfür savurdu. O küfür mahallede öyle bir yankılandı
ki, üst mahalleyi dolaşıp geldi Süreyya’nın kulağına tekrar çalındı. Ettiği
küfürden öyle utanmıştı ki, yüzünü kollarına gömüp bir süre öyle durdu
sandalyede. Buna karşın, Servet’in suratı oldukça renksizdi. Çekmeceyi karıştırıp
bir sigara bulmuş, onu yakmış, Süreyya’nın kupasından çayını içiyordu. Allah
Servet’in belasını bir türlü vermiyordu.
Süreyya kafasını
kaldırdığında hava kararmıştı, ayaklarını sürüyerek odasına giderken salonun
kapısında çıkarılıp yere atılmış bir çift çorap ilişti gözüne. Televizyon son
ses açılmış, tekli koltuklardan birinin üzerine bir kot pantolon çıkarılıp
atılmıştı. Servet üçlü koltukta uzanmış, yarı uyanık televizyona bakıyordu.
Süreyya bugünkü La Havle kotasını aşıp odasına yollandı.
Sabaha karşı televizyondan yayılan son ses reklam
müziklerine uyandı, tuvalete yöneldi. Tuvalette gördüğü manzara, zaten taşmış
olan sabrına bir damla daha ekledi. Süreyya palas pandıras holü geçti, salona
yöneldi. Eline geçirdiği ilk kırlenti alıp Servet’in üstüne çullandı. Servet
çırpındı, elleriyle Süreyya’yı itmeye çalıştı; sonra gittikçe yavaşladı
hareketleri. Karşı koyamadı. Hareketsizce yığılıverdi üçlü koltukta.
Sakince televizyonun sesini kıstı. Kırlenti yerine koydu. Süreyya’nın
gözü seğiriyordu:
“Sana kaç kere söyledim, klozetin kapağını kaldır diye.
Yavşak…”
İki gün sonra evine bir pisuvar yaptırdı. Ve Süreyya’nın
gözü ölene kadar seğirdi.