Kökler

Aidiyet duygusunun gerekliliği, nitelik ve niceliği yahut da noksanlığı hakkında bir şeyler yazmak istemem. Lüzumu yok. Gerçi son zamanlar üzerine düşündüğüm yegane şeyin bu olup olmadığından da emin olamıyorum. 


Bu öyle bir şey ki, yani bir nesne olarak, gittikçe incelen bir zar gibi. Eskiden olduğu formu kaybeden, daha ince, esnek bir hale dönüşen bir nesne gibi. 

Ya da önceleri yeri sarsılmaz, sorgu sual kabul etmez, su götürmez bir normken şimdileri yoruma son derece açık, yerinden oynatılabilen ve hatta yerden yere vurulabilen daha kalender bir lastik gibi. 

Herkesin etrafında el ele tutuşup fotoğraf çektirdiği, kökleri belki de yerkürenin öbür tarafından çıkacak denli uzun ve güçlü olan ulu çınar ağacı gibiyken bir zamanlar, şimdilerde kökü toprağa tek çekimlik can ile tutunmuş minik bir filiz gibi. 

Herkesin kendinden ve kendisinden fevkalade emin olduğu, büyük bir mağruriyet ile semsert elmaları kütür kütür yemelerini sağlayan ön dişler gibiyken, bir anda minesi zayıflamış, kökü güçsüz, hapşurunca bile fırlayıp giden vidalı bir diş gibi. Tıpkı benimki gibi. 

***

Anketlerde, formlarda istenilen hep 1 ve 10 arasında puanlama yapılmasıdır. "1 en az/hiç"i "10 en çok/tüm"ü temsil eder. Ve çokları ya biri ya onu işaretler. Bazısının dördü kimisinin yediyi işaretlediği olur. Ama nedenini bilmez. Bilemez. Neden sekiz değil de yediyi işaretlediğini sorsan, mantıklı bir cevap veremez. On tam puan verip abartmak, bir vasat puan verip haksızlık etmek istememiş; beş verecek kadar orta yolun yolcusu olmamıştır. O yüzden yedidir. Yedi optimaldir. Dört de öyledir. Ne çok iyidir ne çok kötüdür. Risk almamıştır, kafa yormamıştır. Kararsız da kalmamıştır üstelik. Yedi, olabilecek en iyi seçimdir. Dördü işaretlediği için kendiyle gurur duymalıdır. Gibi. 

***

Almaya çalıştığım kararları gerekçelendiremeyecek kadar sersemlemiş hissediyorum. Çünkü şimdiye kadar temellendirdiğim esaslar bir çınar ağacı ile filiz arasında, sağlam bir diş ile implant arasında, duvar ile zar arasında olduğu gibi bir dönüşüm geçiriyor. Bir süreç var, parçası gibi hissedemiyorum.

Çünkü hapşurunca yuvarlanıp giden dişte kaldı aklım. Düzen bozuldu, bozuluyor. O dişin tekrardan güçlü bir köke sahip olabilmesinin imkanı yok. O dişin tekrardan yapılması, kökün olduğu yerin temizlenmesi, bond ile dişetine yapıştırılması gerekiyor. Ayda bir kontrol gerekiyor. Elma yerken o kadar cüretkar olunmaması gerekiyor. Diş, kendini senelerce ait olduğu üst çeneye ait hissetmiyor. Yerini yadırgıyor ve öne doğru çıkıyor. Estetik kaygıları ve muntazam görünümü bozan bir elebaşı gibi daha önde duruyor. 

İtlik değil mi...

Siz elma yerken hiç düşünür müsünüz? Bir ısırık aldıktan sonra korkarak elmaya saplı bir diş var mı diye baktığınız olur mu? Sanmam. 

Hapşurunca yerinden fırlayan bir dişi de tahayyül edebileceğinizi düşünmüyorum. 

Ama ben çok iyi biliyorum. Ve o akibeti belli olmayan dişe dönüşmek üzereyim. Bir güçle fırladım, yerdeyim. Sonraki adımı bilmez haldeyim. Bir düzene girebilecek miyim, o düzenin eğri bir parçası olabilecek miyim yoksa fırladığım yere geri dönüp apseden başka bir şeye sebep olabilecek miyim, bilmiyorum. 

***

Ben zaten elma sevmem. Hiç. Yani 1.


Lazım Olur

Merhaba. Uzun zamandır uçak moduna aldığım ve bir süredir de öykü blogu gibi hizmet verdiğim blogumda an itibariyle döngüyü bozuyorum.

Geleneksel bir Türk ailesinin fabrika ayarlarını oluşturan bu söz öbeği, aslında global olarak da geçerli sayılabilir fakat, okudukça sağınızdan solunuzdan örnekler bulabileceğiniz bu yazıda kusura da bakmayın ama bir alman bir ingiliz vatandaşı çıkıp da "aaa aynı biz lan" diyemeyebilir. 

"Lazım olur" kabulü ile hayata geçirilen istifleme özelliği insanımızın zaten DNAsına kadar işlemiş bir unsur. Otele gidildiğinde o aynanın önündeki şampuanları, duş jellerini ve hatta ayakkabı çekeceğini kalemi kağıdı NE VARSA toplayıp bavula tıkıştıranlar neden bahsettiğimi anlamıştır sanıyorum. CANLARIM BENİM. Bir zamanlar otellerden havlu aşırmak bile ekstrem gelirken artık yastık alanı da duyunca bunun daha ne kadar ilerleyebileceğini düşünmeye başladım. Ulan yatağı komple al bari yuh ya. Bir tek baza kalmış mesela düşünsene tekstil ürünü bırakmamış odada. Ama oluyor tabi bunlar yapacak bir şey yok. 

Bir kere insan arkasından girecek otel çalışanından utanır ya. Odaya çok mühim biriymiş gibi giriyorsun, valizini taşıyorlar, aman efendim sepet efendim bi havalara giriyosun falan. Çıkarken de mezarcı gibi check out yapıyorsun. Savunma müthiş ama: "bunlar hakkımız bizim, o kadar para veriyoruz." Arkadaş tamam şampuanı mampuanı al hadi hakkın, kullan diye verildi de yastığı bırakırsan senden sonrakiler de kullansın. 

O check out deskinde "beyefendi/hanımefendi, odada eksiklerimiz varmış da çantanızı kontrol edebilir miyiz?" dediklerini bir düşünün ya, Allah aşkına. Ayakkabı çekeceği, duş jelleri, taraklar, kalem malem, havlular, yastık, anasını satayım klimanın kumandasını niye aldın pillerini alsan anlarım ya... Ben öyle bir duruma düşsem utancımdan buharlaşıp havaya karışırdım sanırım. Suları falan içip musluktan doldurup yerine koyan uyanıklar da sevdaya dahil. YA TUVALET KAĞIDINI DA MI ALDIN?! Olum çık git daha da otelde kalma ya, sana yasak.

Mesela yemeğe gidildi. Bizde şu vardır: GERİ GİTMESİN. Tabağın kenarında bir kaşık yemek kalmış, "aman geri gitmesin" diye ekmekle alıverir. Ortaya gelenlerden bi kaç bişey artmıştır, bunlar yenir diyerek masaya tatlı gelene kadar kaldırılmaz ööööyle turşuyla bakışırsınız falan. Ekmek sepetinde boynu bükük kalan ekmekler mutlaka peçeteye sarılıp çantaya atılır. SABAH KAHVALTIDA YERİZ GERİ GİTMESİN. o kadar para verdik geri gitmesin. Gibi. Elbette bu saydığım soyun evlatları, Pizza Hut'ta sınırsız pizza kampanyası zamanlarında, evden getirdikleri kaplara pizzaları doldurup çantalarına tepiştirmiştir. Yine aynı kampanya dönemlerinde süpermarketten alınan litrelik kolaları masa altından bardaklara dolduranlar da aynı soyun laciverdidir. YAPTIK ULAN İŞTE İTİRAF EDİN.

Zaten bir restorana gidilince çayı şekersiz bile içse çantasına paketli küp şeker toz şeker istifi yapmayan bizden değildir. Kürdan hakeza. "Avuçla, doldur ya bunlara para vermeyelim, kullanırız" hesabı. Bolca ıslak mendil isteyelim de çantalara atalım, yolda belde lazım oluyo. 

"Bunlar böyle böyle zengin oluyo" dediğinizi duyar gibiyim. Malesef küp şeker istifi bizi henüz zengin etmedi.

IKEA'da bedava verilen minik kalemlerden, mezuradan falan almayan var mı? Farkındaysanız alan var mı diye sormadım. Herkes alıyor. Ama orada ölçüm yapayım sonucunu yazayım diye değil elbette. Ben bile bilincim kapalı vaziyetteyken almışım galiba, kalemliğimde minik minik beş altı kalem duruyor. Bir tane de değil görüyor musun sen açgözlüyü ya. Nabıcan ucuca ekleyip cetvel mi yapıcan kalemlerden acaba? Bir kere de kullanmadım bak size yemin ediyorum. Kurşun kalem mi kaldı lan bir kere, kalemtraş yok evde, bıçakla mı bileyeyim ucunu?

Ya asıl... Migros'tan bilmem nereden alışveriş yaptığımız zaman istediğimiz kadar naylon poşeti alıkoyma hakkını buluyoruz biz kendimizde. Hane halkı olarak yani. Çünkü onlar müstakbel çöp poşetleridir. Bunu herkes bilir. Ben hayatımda bir defa olsun çöp poşetine para vermedim. O mavi çöp poşetine para verirsem, parayı çöpe attığım için beni aileden afaroz ederler. Neyse. Süpermarket poşeti bizde hayati önem taşır kısacası. Zaten poşetleme yaparken her şeyi olabildiğince ayrı ayrı poşetleyerek, daha fazla poşet almış olmak stratejisiyle yola çıktığımızdan çok sıkıntı yaşamıyoruz. Ama yine de orada artmış, fazladan duran poşet kalmışsa onları da katlayıp almakta beis görmüyoruz. Terbiyesizlik yapmayın onlar benim hakkım.........

Metro marketlerinde poşeti parayla vermeleri, bizim hane halkı olarak ilk alışverişimize tekabul eder. Maymun gözünü açtı tabi.

Ha şimdi, bu yazdıklarımı okuyup da "ay ne kadar bayağı" diyecek olanlara sesleniyorum. Ulan Google'da serial key aratma rekorları kırmış, Sims oynarken "klapaucius" yazmaktan ciğeri solmuş, evinin banyosunda ürün numunelerinden geçilmeyen, üzerinde firma logosu olan kalemleri ajandaları kullanan insanlarız kimse birbirini kandırmasın.

Kimse bana "bizim evde promosyon bardak yok" diyemez. İmkansız ya, olamaz böyle bir şey. Doğal işleyişi bozamazsınız. En modern mutfakta bile Coca Cola'nın, Petrol Ofisi'nin verdiği promosyon bardaklardan var.

Bedavacı değiliz. Ama bedel ödemediğimiz şeyleri seviyoruz.

Merhaba.

Bugün sizlere hayatını bir tarafı başka bir tarafına denk sürdürmenin püf noktalarından bahsedeceğim. Eğer sizler de böylesine gamsız bir hayat düşlüyorsanız kaleminizi kağıdınızı hazırlayın.

1. elinizi hiçbir şeye sürmeyin

Siktir edin ya. Siz mi kurtaracaksınız dünyayı. Valla bak. Herhangi bir katma değer yaratmanın kime ne faydası olmuş şu zamana kadar? Bir değişim yaratmak için zaten yeterince geç kaldık. Bu ülkede olduğumuz için zaten bir sıfır geride başladık. Neden biz çalışıyoruz da başkası kazanıyor. Zaten meclistekiler oturdukları yerden para kazanıyor. Falan. Bunun gibi yani. Örnekler çoğaltılabilir ama bence ana fikri anladınız. Siz yapmazsanız başka bir enayi yapar zaten. O yüzden siktir edin.

2. söylenin

Ne olursa olsun, isterse feriştahı gelsin, dünya önünde diz çöksün; siz çökmeyin. Bu kadar saçma bir şey hayatınızda duymamışsınızdır bence. Ne kadar gereksiz şeyler bunlar böyle. Bunu bulmak için çok düşünmüşler mi acaba ya. Bir kere bu böyle olmaz, şu da şöyle yapılmaz zaten değil mi? Saçmalık ya tamamen. Dünya üzerindeki herkesin zeka seviyesi göreli olarak düşük. Zaten her şeyi en iyi siz bildiğiniz için bu insanlar hiçbir zaman sizin seviyenize erişemeyecekler. Bazen yaklaşır gibi oluyorlar ama şımarırlar falan, sakın takdir etmeyin. Sokun itin götüne. Kudursun şerefsizler, herkes haddini bilecek, değil mi ama?

3. umursamayın

Tekrar ediyorum, siktir edin. Kimse için o muazzam beyin gücünüzün binde birini dahi harcamayın. Değmez ya. Acısından, kahrından ölüyor da olsa, morali bozuk, kalbi kırık, motivasyonu düşük, anası ağlak dahi olsa, hiç şeyinizde olmasın. Sonuçta en önemlisi sizsiniz. En değerli varlık siz olduğunuz için geri kalan herşey ve herkes bok yesin. Kesin çok lüzumsuz şeylere kafaları takılıyor, en gereksiz şeylere üzülüyorlardır. Yoklukla, eksiklikle, kırık dökükle kronik sorunları olduğu için sizin tırnağınızın kırılmasından daha önemli değil. Hem onlar sizin içinizde kopan fırtınaları biliyorlar mı? Yemeği nerede yemek gerek, ne kadar zor bir karar bu kimsenin haberi yok tabi.

4. dinlemeyin, dinletin

Sadece kendinizden bahsetmelisiniz. Çünkü başkalarını dinleyerek sadece vakit kaybedersiniz. Kendi problemlerinizi, dertlerinizi, hatta hayatınızda olan biten en küçük detayları bile ağda gibi uzata uzata anlatın. Köpek gibi dinleyecekler. Ama olur a, kendileriyle ilgili bir cümleye başladıkları vakit konuyu değiştirmelisiniz. Hiç uğraşmayın ya, valla. Veri kirliliği boştan yere. Anlatacağınızı anlatıp oradan derhal uzaklaşın. Banane diyebilmelisiniz, bunu sizden başka kimse kullanamaz rahat olabilirsiniz.

5. erdemsizliklerinizle övünün

Yaptığınız, yapıyor olduğunuz ve yapacağınız tüm orospuçocukluklarıyla övünün, hakkınızdır. Çünkü bazı şeyler büyütülmeye ve övülmeye değer. Zaten göreceksiniz ki aslında erdemsiz ve onursuz bir yaşam tarzı her zaman takdir görür. Alkış toplarsınız. Öyle herkese yüz vermeyin, burnunuzdan kıl aldırmayın, kapınızda köle olsunlar. Kaçın kovalasınlar. Yorulsunlar su bile vermeyin şerefsizlere.

6. talepkar olun

Her ne koşulda olursanız olun, hep isteyin. Bencil olmak rahat bir kafanın ilk şartıdır. Başta da söylediğim gibi, sonuçta en önemli sizsiniz. Talep edin, arzdan kaçının.Verici olmayın. Sürekli isteyin, vermeyenin iki yüzü kara çünkü, pislik işte görüyorsunuz. Eğer sizden bir şey talep edilirse kesinlikle yanaşmayın, yanaşacak olursanız da mutlaka bir karşılık gözetin. Kimseye destek olmayın. Her şey karşılıklı olmalı, bir kar elde etmeli bir fayda edinmelisiniz çünkü. Burası kimsenin babasının ahırı değil, değil mi? Kimse de babanızın oğlu değil sonuçta.

7. yüzsüz olun

Arsızlıkta, yüzsüzlükte ve pişkinlikte üzerinize olmasın.Yüzünüz kızarmasın hiç. Karşınızda kalp ve beyin taşıyan canlılar olduğunu sürekli hatırlamanıza da gerek yok. Sadece siz çok etkili kullanabildiğinizden paşa gönlünüz ne yapmak istiyorsa onu yapın. Ağzınıza ne gelirse düşünmeden söyleyin, aklınıza ilk geleni yapın. Bunları rutin egzersizler haline getirmelisiniz. Zamanla farkı göreceksiniz.

Hayat sizinle daha güzel. Allah sizi başımızdan eksik etmesin.

Peki neler oldu?


Olanlar oldu tabi.

Şu an düşünüyorum, sanki bir arkadaşım yurtdışına gitmiş ve bütün iletişimimiz kopmuş yahut kendisini dondurmuşuz ve uzun süre sonra uyandırmışız. Ve o geri dönmüş. İşte şu an tam da böyle hissediyorum. Hayatımda o yokken olan biten ne varsa karşısına oturup bir bir anlatmak istiyorum. Elim kolum sürekli havada, gözlerimi kırpmaya vakit bulamıyorum, nefes almayı unutuyorum, öyle heyecanlıyım ki bir an önce BÜTÜN HER ŞEYİ anlatmam lazımmış gibi. Happy Hour bitmek üzere, birer içki daha alalım sonra akşama kadar otururuz.

Mesela kitaplığımdaki değişen düzeni ve aldığım tüm kitapları mutlaka görmeli. Beğendiklerimden bahsetmeliyim, beğenmediklerime sövmeli ve sürekli söylenmeliyim. Hoşuma giden cümleleri yazdığım defteri mutlaka bir günlüğüne ona vermeliyim. Spotify’da 15’ten fazla playlist yaptım, hepsini takip etmeli, bulduğum tüm güzel şarkıları dinlemeli. O yokken çektiğim tüm fotoğraflara bakmalı, meşhur olan, gündeme malzeme olan tüm videoları izlemeli, en çok favorilenen tweetlerimi okumalı. O yokken aldığım tüm defterlere bakmalı, kalemleri bir kağıt üzerine tek tek denemeli. İzlediğim filmleri ismen de olsa bilmeli, en güzellerini izlemeli. Geçmiş doğum günlerimi kutlamalı, özel ve güzel günlerde neler yaptığımı dinlemeli. Tatillerimi nasıl geçirdiğimi bilmeli ve belki de tekrardan tatil planları yapmalı.

O yokken gittiğim bütün mekanlara, yürüdüğüm bütün sokaklara, kaybolduğum bütün yollara onu da götürmeliyim. Yediğim içtiğim ne varsa geçen süreç içerisinde, tekrarlamalıyız. Yaptığım alışverişlere denk gelemedi belki ama gider toplu fatura alırız. Ben gülerken yanımda değildi hiç, belki de oturup üç gün boyunca durmaksızın gülmemiz gerekir. Arayı kapatmamız gerekir. Ağladığım günler için toptan mendil alırız belki, ilerki günlerde yine lazım olabilir. Korktuğum tüm saniyeler ve saliseler için sarılsa ve de bırakmasa belki de en korkusuz korkak olurum. Ayakkabının ayağımı vurduğu yerler için tekrardan yara bandı alsak, kedinin çizdiği yerler için yine baticon alsak, ya da hiçbir şey almasak da bütün “geçmiş olsun”ları bir seferde alsam. Kafi. Ya da değil. Bilemiyorum Altan.

En çok da bir defalığına görebildiğim görüntüleri, burnuma gelen en güzel kokuları, duyduğum en garip sesleri, hissettiğim duyguları, duyduğum tatları, beynimde çakan şimşekleri ve ruhumun kapıldığı girdapları falan, bütün bunları paylaşamayacak olmak canımı sıkıyor. Aldığınız bir kokuyu bir başkasına nasıl anlatırsınız?

O yokken değişen bakış açımı, hayallerimi, ideallerimi, zevklerimi... 


Dur ulan, bir dakika. 

Her şeyi de bilmeyiversin. Olsaymış yanımda. 

Tamam tamam belki biraz komik video izleyebiliriz.

Tamam sarılalım.

Tamam ya gel anlatıcam, gel.

Tüm karışıklığıma ithafen:

Rıza a.k.a Robin Hood

ÜÜÜ hep güve olmuş buralar çekil çekil.

Az havalandırayım.
---

Öncelikle şunu söylememe izin verin:

Sizin o Robin Hood diye yere göğe sığdıramadığınız herif, eşi benzeri bulunmaz bir puşttu.

Zenginden alıp fakire verirmiş. S*ktir lan.

***

Ben Can. Ama siz yıllarca beni Küçük John olarak bildiniz. John’u anlıyorum ama bir insanın “küçük” sıfatıyla anılması kadar terbiyesizce bir şey olamaz. Ulan denizaşırı illere ulaşıyor namımız; ama küçük enişteden halliceyiz. Neyse. Kendisi gibi hikayesi de yalan dolan olan bu şahsın adı da Robin Hood değil, bildiğimiz Rıza’dır.

Rıza benim ev arkadaşımdı.  Üniversite yıllarında ev arkadaşı aradığım dönemde tanışmıştık. Eve öyle hızlı yerleşmişti ki anlayamamıştım. İlk geldiği günden halılara sinmişti ayaklarının kokusu. Odam hangisi diye sormadan tuvaletin yerini sordu. Geldiği gibi de tuvalete girip bir saat falan çıkmamıştı. Hayvanoğluhayvan ya. Bak anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor.

Rıza deyimi yerindeyse tam bir hayvandı. Eve gelen arkadaşlarımızla pek iletişim kuramaz, kızları da korkutup kaçırırdı. Milletin çerez tabağına hunharca elini daldıran, ortamlarda sigara paketlerinin yüzde elli hissesine sahip, büfeye bira almaya giderken ayakkabılarımı arkalarına basarak giyen, ütü ne bilmeyen ve diş fırçasına fiziken ve manen hiç sahip olmamış bir hayvan.

Memleketinden hiç erzak kolisi gelmedi Rıza’ya. Arada bir yerlerden para bulur, onunla da Allah razı olsun en kötü marketlerden en kötü marka yiyecek içeceği alır gelirdi. Ama evde dolaptan hep benim aldıklarımı yerdi. Sorsan o da dolabı dolduruyordu ama onun aldıklarını nedense o bile yemiyordu. Rengi beyaza yakın Karacık hindi sosisi, Glikoz şurubuna batırılıp çıkarılmış Rabia fındıklı gofret ve karton koli aromalı Aycin marka vişne nektarı, almayı en sevdiği  gıda malzemeleriydi ama benim  aldığım İkbal sucuklar, Milka gofretler ve Cappy vişneler hafta dolmadan biterdi her ne hikmetse.

Üniversiteden sonra da eve iyice yerleşen kahramanınız, pişkinlikte gerçekten bir dünya markasıydı. Uzun, upuzun bir süre işsiz kaldığını ve aylak aylak dolaştığını belirtmeme gerek yok herhalde. Bakkal veresiye vermeyi bırakın, sokağın başına adam koymuştu, yakalayıp bir güzel sopa çekmek için. Ama Rıza uyanıklıkta da bir dünya markası olduğundan her akşam eve aşağı mahalleden dolanıp gelirdi.
Rıza bir ara her akşam geç saatlerde evden çıkmaya başladı. Nereye gittiğini kaçta geldiğini falan soramıyordum bile çünkü ben kalktığımda o uyuyor oluyordu. Evi otel gibi kullanıyordu ama beş kuruş para verdiği de yoktu. Bazı günler odasına girip bakıyordum, garip garip torbalar, ağzı bağlı çuvallar falan getirmiş oluyordu yanında. Bir işler karıştırıyor herhalde diye fazla kurcalamamıştım; ta ki o güne kadar.

***

Bir gün, sabah ezanından önce içerden gelen patırtı gürültüye sıçrayarak uyandım.  Aha dedim hırsız girdi, oğlum Can al eline sopayı. Gözümü zor açıyorum, bir halt da gözükmüyor, elimde sopayla girişe doğru ağır ağır yürüdüm. Şangır şungur sesler bana doğru gelmeye başladı, bir silüetle beraber. Lan bağırdım bağırıcam. Elimle duvarı yoklayıp lambanın anahtarını buldum. Bir açtım ki... Allah belamı versin hayatımda bu kadar çirkin bir şey görüp de bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Yüzü gözü kapkara olmuş, üstü başı yağır içinde, sırtında bir kirli çuval, Rıza dikilmiş bana bakıyor.

-LAN?!
-Abi bağırma ya zaten yoruldum, çekil...
-Bak sen şunun tavırlara bak hele ya. La oğlum sen gel bakiyim şöyle, iyi la valla ne güzel hayat anasını satayım ye iç, yatmadan yatmaya gel, bi de bize köpek çek. Geç lan salona, geç!
-...

Uzun uzun anlattı en sonunda. İşsizlik kronikleşince bu da kendi yolunu bulmak için mahallede ne kadar it kopuk varsa kendi çetesini kurmuş. Bunlar her gece milletin uykusunun en derin, mahallenin en sessiz olduğu vakitte çıkıp, esnafı yolmaya başlamışlar. Nalbura, marangoza, beyaz eşyacıya, Tuningci çakallara musallat olmuşlar. Ağır, eritilip yontulabilecek ne varsa kaçırmaya başlamışlar. Çuvallara doldurup anlaştıkları mafyalaşmış tiplere satarlarmış, o paralarla da yollarını bulurlarmış. Bir ara çevre mahallelere de dadanıp trafik levhalarına, kavşaklardaki lambalara falan da iştah kabartıp işleri büyütmüşler ama Rıza vazgeçmiş çünkü her mahallenin çetesi ayrıymış, “herkes önünden yesin abi, fazlasında gözümüz yok” diyor. O gün eve getirdiği çuvalı da teslim edemeyip eve getirmiş. Lan Rıza aklını çuvala koyayım Rıza.

***

Sonraki günlerde Rıza, Mirc’de tanışıp konuşmaya başladığı yabancı bir kıza bayaa sardı. Hatta o kadar sardı ki, kızı getirip Müslüman edip nikahına alacağını falan söylüyordu. Abi, Rıza bir gün evde yokken bilgisayarda işim vardı. Kız yazınca dayanamadım açtım okudum bütün konuşmalarını. Bak... Allah belamı versin böylesi palavrayı ben bir arada hiç görmedim. Nick olarak Robin Hood’u almış kendine. Kıza kendini anlatmış, mahallede zengin esnaflardan alıp sokak çocuklarına ekmek parası verdiğini falan söylemiş ki aynı Rıza geçen ay, üst sokakta yatan balici Miço’yu tekmeleye tekmeleye bayıltmıştı. (Gerçi Miço sızmış o esnada baliden, sonradan öğrendik) Neyse, işte beni Küçük John diye anlatmış, ayakçısı gibi anlatmış bir de pezevenk. Sheriff diye de sürekli mücadele halinde olduğu birini yazmış,  ama o da aynı bizim emekli albay-yeni yönetici Şerif Bey. Ulan geçen ayın aidatlarını iç etmiş demek ki; ben de diyordum bayram değil seyran değil Rıza bana niye pide yaptırdı?

İşte böyle.

Bir de kıza Sherwood Ormanı’nda yaşadığını yazmış. Lan yatıp kalktığın ahırdan Alemdağ Ormanı zor görünüyor o nasıl hayal gücü hıyarağası. Nottinghamshire da Siirt’in bir semti herhalde.

***

Bir süre sonra Mirc bitti.

Rıza da s*ktir oldu gitti.


Yol

Yola çıkalı çok olmadı.

Evin önünden bir süre dümdüz devam ediyor yol. Bir kaç defa tökezledim. Birinde fena yapıştım yere. Ellerimi siper edince tabii, iki üç sıyrık, biraz da kanla kurtulduk. Kurudu gitti tabii sonraları. Ben yarasını kaldırıp koparanlardan olmadım hiç. Ha, koparmadık da izi kalmadı mı, kaldı elbette. Velhasıl bizim fiziksel izlerle işimiz olmaz.

Düz yolda yürümek ne kadar zor olabilir? Olmayabilir ama bazen gözlerim takılıveriyor şu tepedeki bulutlara. İşte hep o zamanlar buluyor beni yoldaki en zalim taş toprak. Kafamı kaldırıp biraz düşüncelere dalsam, ayaklarıma dolanıveriyorlar. Çamurlu suların dipleri kayboluyor o an, dizlerime sarmaşıklar sarılıyor, kaldırım taşlarından setler oluşuyor bir anda. Kedisi köpeği bitmek bilmiyor. Hay Allah kahretsin, yeni dökülmüş zifte bile basmış oluyorum.

Düşünmeyelim mi?

Peki.

Biraz sonra yokuş başlıyor. Önce hafif bir rampa. Arabalar 2.viteste tırmanıyor, yayaların dizleri hafiften kırılıyor. Ben bisikletli olsaydım, iner bisikleti yürüyerek götürürdüm; ama bisikletle çıkanlar da var.

Yol tek; yöntemler çeşitli.

Ara ara rüzgar esiyor. Arkaya doğru devrilecekmişim gibi geliyor, geldiğim tüm yolu gerisin geri sürüklenecekmişim gibi. Ama sanki görünmez bir ip var belimde, düşmeme izin vermiyor. Ama çekmiyor da.

Beni geçmişe göndermeyen ama geleceğe de yakınlaştırmayan. Metaforuna tükürdüğümünün.

Yol aniden dikleşiyor sonraları. Ama öyle dik ki, sadece kanatlanıp uçarak çıkabilirmişsin gibi. Tepesinden bıraksalar beni, çığ gibi büyürmüşüm gibi. Anasını satayım yanımdan helikopterle çıkıyorlar, ben hangi asansöre bineyim peki?

Sordum, asansör yokmuş.

İşini bilen dağı delmeye kalkışıyor. Ben de şu ipe asıldım, tırmanmaya uğraşıyorum; ciğeri beş para etmez adamların yanından geçiyorum ama ciğerim soldu çoktan.

Şunun tepesini gördüm mü gerisi kolay.

Gerisi yokuş aşağı.

Ecevit vitesi.

İnsanın böyle yokuş görünce Hezarfen olup kollarını açası geliyor.