Yol

Yola çıkalı çok olmadı.

Evin önünden bir süre dümdüz devam ediyor yol. Bir kaç defa tökezledim. Birinde fena yapıştım yere. Ellerimi siper edince tabii, iki üç sıyrık, biraz da kanla kurtulduk. Kurudu gitti tabii sonraları. Ben yarasını kaldırıp koparanlardan olmadım hiç. Ha, koparmadık da izi kalmadı mı, kaldı elbette. Velhasıl bizim fiziksel izlerle işimiz olmaz.

Düz yolda yürümek ne kadar zor olabilir? Olmayabilir ama bazen gözlerim takılıveriyor şu tepedeki bulutlara. İşte hep o zamanlar buluyor beni yoldaki en zalim taş toprak. Kafamı kaldırıp biraz düşüncelere dalsam, ayaklarıma dolanıveriyorlar. Çamurlu suların dipleri kayboluyor o an, dizlerime sarmaşıklar sarılıyor, kaldırım taşlarından setler oluşuyor bir anda. Kedisi köpeği bitmek bilmiyor. Hay Allah kahretsin, yeni dökülmüş zifte bile basmış oluyorum.

Düşünmeyelim mi?

Peki.

Biraz sonra yokuş başlıyor. Önce hafif bir rampa. Arabalar 2.viteste tırmanıyor, yayaların dizleri hafiften kırılıyor. Ben bisikletli olsaydım, iner bisikleti yürüyerek götürürdüm; ama bisikletle çıkanlar da var.

Yol tek; yöntemler çeşitli.

Ara ara rüzgar esiyor. Arkaya doğru devrilecekmişim gibi geliyor, geldiğim tüm yolu gerisin geri sürüklenecekmişim gibi. Ama sanki görünmez bir ip var belimde, düşmeme izin vermiyor. Ama çekmiyor da.

Beni geçmişe göndermeyen ama geleceğe de yakınlaştırmayan. Metaforuna tükürdüğümünün.

Yol aniden dikleşiyor sonraları. Ama öyle dik ki, sadece kanatlanıp uçarak çıkabilirmişsin gibi. Tepesinden bıraksalar beni, çığ gibi büyürmüşüm gibi. Anasını satayım yanımdan helikopterle çıkıyorlar, ben hangi asansöre bineyim peki?

Sordum, asansör yokmuş.

İşini bilen dağı delmeye kalkışıyor. Ben de şu ipe asıldım, tırmanmaya uğraşıyorum; ciğeri beş para etmez adamların yanından geçiyorum ama ciğerim soldu çoktan.

Şunun tepesini gördüm mü gerisi kolay.

Gerisi yokuş aşağı.

Ecevit vitesi.

İnsanın böyle yokuş görünce Hezarfen olup kollarını açası geliyor.


Hiç yorum yok