kreatör ulan!

(bu yazı festival güncesi özelliği taşısa da bir nevi kreatör methiyesi niteliğindedir.)

Bu sene ilk defa Beytepe'de gerçekleştirilen The Profestival Rock 2010, ''abi 10.000 bilet satılmış lan?!'' mitleriyle bizi erkenden festival alanına taşıdı. Dersten çıkıp, sadece 15 liraya Kreatör'ü görebilecek olmak da müthiş bir uçma yeteneği de vermiş, bizzat şahit olduk, şahitlerimiz var.

Kapı açılış 12 dense de ''vokal benim arkadaş" olduğundan ilk grup için anında kapıda bittik. Nitekim kapıların 2 gibi açılması pek hoş karşılanmadı. Güvenlikçi abilerin ablaların döner-ayran keyifleri biraz uzadı çünkü. Daha sonra kapı önünde +sonsuza giden bir kuyruk oluştu, çantalar arandı, bileklikler takıldı, içeri girdik. Festival alanı güzel sayılırdı. Sahneye gidene kadar sağlı sollu bir sürü yiyecek, içecek, giyecek standları kurulmuştu. Festival CardFinans Go sponsorluğuyla gerçekleştiğinden, adım başı CardFinans yazıları, reklamları ve tanıtımcı adamlar vardı. Normal şartlarda uyuz olup saatlerce sövebilirdim ama alandaki tek gölge mekanı ve en rahat minderleri sağladıkları için minnettarım. (Ayrıyetten Go ile biletleri %50 ucuza alabilmek çok da güzel bi kıyak olmuş, vallahi bravo.) Neyse, soundcheck yapıldı, Galeyan sahneye geldi. 8 şarkı çaldılar, çok da iyi çaldılar. Bittikten sonra hep beraber Go çadırında dinlendik. O sırada U.P.O sahnedeydi. Rammstein- Ich Will, Depeche Mode- Enjoy the Silence coverları dinledik, bi yandan da canlı langırt izledik. Elinde megafonla kulağımı seven kopuk herifin ısrarlarına rağmen oynamadım, ama eğlenceliydi.

Sonra Insistence sahne aldı. "Death diye gittik Metalcore çıktı hocam" Evet, tarzı sevmeyenler için pek de güzel geçmiş olmayabilir, ama adamlar güzel müzik yaptılar, sahneyi doldurabildiler, seyirciyi coşt.. coşturabilirlerdi, gelgelelim çok da seyirci yoktu. Vokalin ses bir ara gider gibi oldu, yardımına gitaristler yetiştiler. A7X gibi zıplamayı hoplamayı biliyosun ama?! Onlardan sonra biraz ara verildi ve Deathstars için hazırlıklar başladı. Bişeyler yemek için festival alanının yukarısına çıktık, balık- ekmek standındaki amcanın run to the hills ile horon teptiğini gördük. Salak saçma yiyeceklere hayvani fiyatlandırma getirmişler, hiç yakıştıramadım. "Nasılsa almak zorunda kalacaklar acıkınca" mantığıyla yapılan bu etiketlendirme, zaten geceye doğru bilet fiyatlarına da yansıdı. Bir ara kampüs girişine indim ki orada biletlerin 50 liraya satıldığını gördüm. Pes.

Deathstars merak edilenler arasındaydı. İsveç kökenli grup, endüstriyel tarzıyla Rammstein benzetmesine maruz kaldığı için pek de yadırganmadı. Aslında yadırgandı, çünkü grup elemanlarındaki Marlyn Mansonculuk, konulu edasında giyim kuşam ve şarkı aralarında solistin seyirci ile fantezi yapma isteği.. Evet yadırgandı. Ama buna rağmen seyirciyi o ana kadar en çok coşturan grup oldu. Yarısını izleyemedim ama gördüğüm kadarıyla gitaristin sesinin daha güzel olduğu bi gruptu.

Sepultura sahnedeyken biz tekrar sıradaydık ve belki de büyük kısmını izleyemedik. Ama olsun, yamyam herifteki bütün enerji seyirciye yayılmıştı, en azından bira limitini aşmış iki yabancı uyruklu arkadaş gaza gelip oraya buraya bira atarken ben o enerjiyi gördüm."Herifin dişleri kaç metre öteden gözlerimizi aldı" Güzeldi güzel, hanimiş Orgasmatron dedirtti ama.

Sepultura ile çıldırmış bünyeler dinlenmek istedi, biralar alındı ve festival Katatonia yı çıkarttı. Pek dinlemem aslında ama, Kreatör öncesi iyi bi taksim oldu herkes için. Bir tek Omerta çok etkiledi beni, daldım gittim. Daha brütal, daha doom istekleri arasından en Anathema'msı seçkiler geldi. Ama ben yine de For Funerals to Come gibi, Elohim Meth gibi daha enstrümantal şeyler beklerdim, iphone'u olanlar zippo sallayabilsin diye ama yine de güzeldi. why have you waited so long hülen. tell them i love them i miss them.

ve ve ve beklenen an!
KREATOR için hemen Katatonia bitişinde önlere koşmaya başladık. Sahne hazırlığı çok uzun sürdü, artan sırt ve bacak ağrıları sabrımı zorlamaya başlamıştı ki soundcheck bitti, nihayet! diye haykırırken, manyağın biri önlerden ALLAH diye bağırdı, gülmekten öldük. Of of of o ne gazdır öyle, o ne mükemmel bir atmosferdir, allahım sana geliyorum. Önüme uzun boylu troller geçtikçe sinirlenip o anki pogodan arkalanarak tekmeledim durdum, ama enerjimi atamadım. Pestilence, Hordes of Chaos, Extreme Aggressions... İnanılmaz başladılar. Her şarkı arasında dünyanın en güzel Ankra! diyen insanı Mille, mosh pit! from left, from right, come to meeaahhh!! diye höykürse de anlatamadı kendini, 14-16 yaş pogocuları müzik zevki bırakmadı kimsede. Eşşoleşşekler, sizle mi uğraşayım, şarkıya mı konsantre olayım, defolun gidin lan burdan! Phobia, Impossible Brutality, Coma of Souls... Off ölesiye bağırdım, sesim kısıldı, kulaklarım duymaz oldu. The Patriarch, Violent Revolution, Demon Prince... İnanılmaz bi gazla kendimi kaybettim, elimi ayağımı koyacak yer bulamadım, çıldırdım. Ritme kafamla, ayağımla uymak yetmiyordu, olanca gücümle eşlik ettim her şarkıya. Ama inanılmaz bi heyecan vardı gecenin sonunda bile, olum kreator u canlı gördüm lan, var mı ötesi! Bir ara Mille çağrı yaptı ve sahne önü kavramı yıkıldı, herkes barikatları yıkıp öne yığıldı. Son şarkıya kalamadım ama giderken aynı heyecanla ritm tutmaya devam ediyordum. İnanılmazdı, mükemmeldi, Headliner kavramının hakkını verdi, "Tireş leaaan" dedirtti, saç baş yoldurttu. En çok da Stronger Than Before ve Endorama çalmadıklarına üzüldüm, çalmayacaklarını biliyordum ama yine de bi umut. Hadi be hocam. Tüh be.

Kreatör için ölürken, şarkı esnasında sahneye atlayıp bütün grup elemanlarının omzuna kolunu atıp kafa sallayan, çılgın eleman. Güvenliğin çocuğu gördüğü anda çocuğun fare gibi hızla kaçıp sahneden inmesi, çok güldürdü beni. Mille solo atarken gidip ona sarılması, sonra da yavuşakça gülümsemesi gözlerden kaçmadı. Süperdi olum.

Nitekim her güzel şeyin bir sonu vardı, ''here's the last song'' dendi bizde dinledik, gidicez, lan hala çalıyor rahat bi 3 şarkı daha çaldılar, ama biz o sırada çoktan kampus yolundaydık. Lanet olsun. Semt servisi olacak dedikleri de sadece Eryaman, Batıkent ve Güvenpark'tı. Festival sitesine "semt servisi" yazan zihniyetin allah cezasını ve akabinde belasını versin. Saat 1 de iyi kalpli bi taksici sayesinde eve varabildik. Ama ölüyorduk. Ama her yerimiz ağrıyordu. Ama mükemmeldi.

Laaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaağğğğğnnnn!

orotoryo

Şunu az evvel (bi beş dakika önce) idrak ettim ki bilet bile aldığım festival 4 gün sonraymış. "Mayısın sonuna doğrudur bence. " tarzı mantık yürütmeler yerine hemen karşımda asılı duran bilete baksaymışım daha iyi olurmuş belki de.

Az önce dünyanın en güzel burunlu insanıyla konuşurken "feys" diyenlere duyduğumuz "yaş yahut hafif nemlendirilmiş odun" la şiddet eğilimimizi dile getirdik. O insan tam böyle " yaa dün feyste n..." diye şımarık bi introyla fade in olurken, o üç nokta kısmında devreye girip, alnına alnına vurup blur bi his vermek istiyoruz. Bunu yaparken kameraya çekmek, akabinde bu videoyu feysteki tüm "hede hödö dienlerrrr xdxd" gruplarına göndermek de örgütümüzün misyonudur. Üye sayımız 3.

Ben bazen işkillenip, messengerdaki (çünkü msn denmez ona, her collie cinsi köpeğe lessie diy.... SUSLANARTIK! Ne bilinçliymişiniz de bi köpek muhabbeti geçti mi çıkıveriyosunuz pop-up reklam gibi her yerden. Dağıl!) öhm, ne diyordum, evet, işkillenip bütün çevrimdışı kişilere bi şey yazıp gönderiyorum ve yarısından çoğu bana geri dönüyor. O zamanlar çok ürküyorum. Hani böyle karanlık bi mağara olur da bi anda 10000 tane parlayan gözle karşılaşırsın (tamam filmlerde oyunlarda falan işte) tam da öyle hissediyorum. Herkes çevrimdışıymış da meğer ben armut gibi "uygun" gözüküyormuşum. Bi de o çevrimdışı insanın kullandığı ifadeler falan resimli gözükmüyor da ifadenin adı çıkıyor ya, bence çok üzücü bi durum o.

"Ünlü insan" kavramı çok abartılıyor bence. Yani meydana getirdiği eseri o ve ya bu yolla geniş kitlelere yayma hevesinde bulunan, medyanın da katkısıyla sükse yapmış olan insan ünlüdür. Medyasız ünlü olana "bravo!" denir. Ünsüz olan da benim, sensin, o. Evet, bence ünlü diye uğrunda ölünen, görünce illa fotoğraf çektirilen, imza istenen, odalara fotoğrafları, posterleri asılan insanlar için bu kadar çıldırmanın alemi yok. "O da insan sonuçta" klişesini bi kenara bırakmayıp, üstüne ek yaparsak; gayet mantıklı sonuçlar doğurabiliriz. İnsan garip bi varlık, kendini bişeylere bağlanmak, bişeylere hayranlık duyup bunu belli etmek ihtiyacı hissediyor kendinde. Olmazsa zaten normal olmaz ama bunun dozunu kaçırmak saçma. Uykusuz çizeri Ersin Karabulut'la fotoğraf çektirsem nee çektirmesem ne. O fotoğrafı odamda başucuma, feysimde profilime koysam ne koymasam ne.
Sevgi duyarsın anlarım, sempati duyarsın tamam ama yüceltmenin, o kareleri zihnindeki budanın gandhinin yanına koymanın mantığını anlamam. Bununla da kalmam, çemkiririm. Değişik düşüncelere saygım olmadığı için, kısmet ya valla.

Bugün 23 nisan gazıyla sokaklara fırlamış olan hamburger nesline, bahar alerjisine, çocuklarını yetiştirmeyi becerememiş ailelere ve diyet bisküviye tek tek üşenmeden ilendim. Parktan geçiyorum, bi anne, başka bi çocuğu salıncaktan indirdi, dedi ki, hadi bakalım biraz da kardeş binsin, o küçük hem dedi. Derken de böyle şımardı, çocukla çocuk olayım derken beyni falan aktı bi anda. O küçük hem dediği çocuk da fast food katili, 100 kilo çocuk. dostum çocuk demişsin ama bu bizon çıktı. (bi virgül koyalım, bir insan ne zaman o salıncaklara sığamadığını anlar, o zaman büyüdüğünü farkeder... Değil işte, bir ayıya dönüşmekte olduğunu anlamalı. Diyet püsküüt veriyim mi, saman aromalı?

(O değil de yeni nesil çok garip lan. Biz küçükken ailede falan böyle bayramlar milli mesele haline getirilirdi. Bi görevim varsa tüm sülale gelir izler, önce bi ağlaşılır duygu seli falan. Sonra gezmelere yemeklere gidilir kutlanırdı. Vay be. Bugün gördüm ki çocukların tadı kalmamış, annesine babasına bağırıyo böyle, ben ecemlere gidicem, havuza gircez ya siz gidin diye. Eline de bi telefon tutuşturmuşlar, saygı duruşunda mesaj falan yazıyodu. Vurdumduymaz çocuk görünce üzülmemek elde değil.)

Yine de nirmiiüç nisaan kuuutluuuu ooolsuuuun. 5 denemede orotoryo diyemeyen okul müdürünün peruklu olması da objektiflerimizden kaçmadı.

run forrest, run!

Bencö bi insanda çok fazla heves olması iyi bişey değil. Her şeyin fazlasındaki zarar, bu konuda iki katına çıkar herhalde. Çok hevesin de tdk karşılığının "her boka sarkmak" olduğunu vurgulamak isterim. Ben görüp görebileceğiniz en ''her boka sarkan" insanım, merhaba. Kısa süreli şevkle başladığım her işi de yarım bırakırım. Şayet bir işe başlıyorsam yarım da bırakmam, işte bu paradoksu da, siz değerli okurlarımıza armağan ediyoruz. Evet, ben ebru ve ben bir maymun iştahlıyım.(merabaaa ebruuu) Hiç bir insan evladı kucağında gitar varken phyton indirip de animasyona girişmez herhalde.(noluyo lan?! dediğinizi duyar gibiyim.) Evet çizim falan bitti, sanki bi bok oldum, aşama atlıyorum, animasyona merak saldım. Kıvırdım ama, düzlem oluşturdum, add-mesh-plane! gölgelendirme falan derkeen, bak burası önemli (kırmızıyla mı örtmenim?) bir anda bıkıveriyorum. O küpler falan hep öyle yarım kaldı. Çalıştığım riff i de bitiremedim. Her gün farklı farklı insanlarla projeler oluşturuyoruz, her gece bi müzik grubu kuruyoruz, sabaha karşı da kısa film falan çekiyoruz (ama böylesi fikirler de...), her akşam bi çizgiroman çıkarıyoruz, sonra zengin oluyoruz, ama ne biçim, sonrasında klavyeyi falan kemirmişim hep, annem anlatıyo, rutin.

Yazın şuraya gidicez, kışın buraya gidicez falan gibi hayaller de değil. Bi temel atılıyo, ama o kadar. Çayyolu metrosu gibi, sadece temel atılıyo, bi çalışma, bi üstüne bi kat da ben çıkayım yok. Bi dalda da ilerleyeyim, dikiş tutturayım yok. Niye yok, çünkü işin erbabını görünce, kendimi yetersiz görüyorum, sonra bıkıveriyorum.

Bak az önce programla başa çıkamayacağımı anladım, müyendiz arkadaşlarla derslere gireyim de bir iki bişey öğrenirim belki. (hıı)

Neyse... Onu bunu bırak da ben günler sonra bi dışarı çıktım bugün, oksijen çarptı hep, 40ı çıkan çocukları dışarı çıkarırlar ya, öyle oldum, nefes alamadım bi, yadırgadım. Ama ne kadar da değişmiş 3-5 günde, ne acayipmiş lan?! dedim hep. Mesela ben yıllar sonra ilk defa bugün, bel çantası takan insan gördüm. Bel çantası, hani şu 90 ların ortalarına doğru kaybettiğimiz değer! Ben çok severdim bel çantasını, sonra n'oldu bi anda herkes çöpe attı, dünyada bi tek ben kaldım takan, utanıp sakladım dolabın en ücra köşesine. Lanet olsun çuval gibi çantalara, lanet olsun postacı çantalarına! Nerde o eski bel çantaları. Neyse, o insanı gördüm, odtü durağında gördüm. Uzun süre izledim, üstü başı da biraz 90lardandı, acaba dedim bu adamı dondurdular da milenyuma bir anda geliverdi mi noldu. Yuvarlak çerçeveli gözlüğü, uzun taranmamış saçları ve karmaşık sakalları vardı. Üzerinde baklava dilimli bi kazak, hemen altında tamamlayıcı bi bel çantası. Kanvas kot ve altına da zoom air ayakkabılar. Bence çok temiz de bi insan o içinde. Bel çantası lan, inanılır gibi değil. Yarın takmazsam..

Bunun gibi bir de altın diş gördüm ben bugün bi amcada. Hem de ön iki dişin biriydi. Bayaa böyle gülerken teki parlıyo falan, 50li yılların simsarları gibi. Eskiden fors sahibi insanlar yaptırırmış, çok kıymetliymiş de sonra böyle görgüsüzlüğe vurup bütün dişlerini altınla kaplatan west side repçileri yüzünden bütün özelliği kaybolmuş. Hayır, yaptıracaksan da arka dişlerine yaptır, illa öne yaptıracaksan da ikisine birden yaptır, ne o teki sapsarı, bi garipsin amca sen de yani. Hey allahım.

Bi' şey diyim mi? Allah BenTen(Ben10) in belasını versin. Lütfen en kısa zamanda. Nağlet olsun senin gibi figüre. Eşşolueşşek, her yerde yeşil yeşil. Eski oyuncakların yerine koymuşlar yüz bin tane, bi de 23 Nisan ya, bütün mağazaların camekanlarını süslüyo. Bi' nane de değil, adında da böyle 10ur gibi Burock gibi kelime oyunu var ya ne biçim havalı geliyodur çocuklara. Amele styla. Of be. Hele geçen gün bi oyuncakçıda bi anane torununa oyuncak alıcaktı, dialog şu:

anane: evladım bi bakar mısın bizim toruna oyuncak alıcaz biz.
çalışan: buyrun efendim, aradığınız bi ürün var mı?
anane: çocuğum ben on mu bennon mu ne öyle bişey varmış? (hafif mahçup)
arsız velet: ya anane ben on değil ben ten ya offf, hiç bişey bilmiyosun! (surat falan asıyo orda) (Terrrbiyesiz evladı. Saygısız, küstah!)

Belayla başladık, belayla devam edelim. Kontörden kuruşa geçiş yapan servis sağlayıcılarının tiz zamanda kellesi vurula. Ben anlamıyorum evladım böyle şeylerden. Kafam karışıyor, az mı gitti çok mu gitti lan şimdi? hesabı yaparken bi bakıyorum, türksel baya bi bindirmiş zaten. Anlamıyoruz diye de, ayıbolmuyo mu sizce de?!

Bi de bugün Dost'tan bişeyler aldım, kadına dedim ki, kadın dedim, bana laylon poşet verme dedim, kese kağıdı gibi olanlardan istiyorum ben dedim. Aman nasıl bi nazlı böyle, sanki ben zorla yaptırıyorum işini, böyle sanki o poşetten verince maaşından kesiliyo. Kendine mi sakladı naptı, bi surat bi şey. Bana bak dedim, ben Greenpeace ülkü ocaklarındanım, ensene kütükle kütükle vururuz dedim. Verdi sonra neyse ki tatlıya bağlandı.

saygılar, hörmetler.


Merhabalar, sizi 10 günlük yokluğumda bana yaren olmuş cisimle tanıştırayım. Okur- tekstlaynır, tekstlaynır-okur. Her öğrenci insanında bulunması farz olan bu kalemsi ile tanışalı çok olmadı. Bilinenin aksine, bende de bulunmuyordu ta ki geçen aya kadar.

Oldum olası nefret ederdim bundan, her rengi vardı utanmadan, her yıl farklı bi dış görünümle kırtasiye tezgahlarında yerini alırdı. Setleri vardı, mürekkepleri vardı. Bir zamanın Stabilo çılgınlığı vardı ya (hala var mı bilmiyorum-ama kolleksiyonunu yapan var, biliyorum.) işte o çılgınlığın atası bu. Kesin bu. Ne biçim de her rengimden al benim, lazım olur bir final haftası diye bağırıyor o camekanın ardından. Fosforlu fosforlu bi de, erkek adama pembesini bile aldırıyor, öylesine cazibeli. Hayır, çok da matah bişey değil aslında. Böyle önemli yerleri çiziyosun falan ama hep arka sayfaya izi çıkıyo, o arka sayfa okunmaz hale gelene kadar çiziyosun, ne biçim oluyo ama. Rezil oluyo hep. Bi de kullanan bilir; insan böyle çizerken, bazen otomatiğe kaptırıp, önemli önemsiz ne varsa çizmeye devam ediyo, böyle ağzından salya akana kadar çiziyosun, sonra gözünü bi açıyosun, arkadaşı falan hep boyamışın boydan, teh.

Benim bi arkadaşım var, kırtasiye fetişinde benden hallice; her renk stabilosu var, her renk textliner ı var; bi de post it le besleniyor, yani sanırım. Her Office'e gittiğimizde, her kırtasiye gördüğünde min 2 farklı desende,farklı şekilde post-it alır. Çalışma masasının duvarını da hep onlarla süsler. böyle şekilli şekilli yapar. Bi tarafı renkli yapar bi tarafı da fotoğraflı, posterli yapar. Ersin Karabulut'la falan çektirdiği fotoğrafı asar da benimle olan fotoğrafını asmaz mesela. Bi gittiğimde bütün duvarı alaşağı edicem, içim içimi yiyor 10 senedir. O düzeni bozucam!

Sözü geçen insanı da geçen gün trivial pursuit'te ezmiş geçmiş bulunuyorum. Böylesi çirkefini de görmedim. Tavlada yenilirken pulları dağıtan insan bir, bu iki. Bi de diyo ki sen diyo beni kıskandın mı ki diyo. Ne var yani, Portekiz'in Hint okyanusuna kıyısı olsa n'olur, niye beni rencide ediyosun orda, Piri Reis miyim lan ben?! (İyi tamam anladık, Atlas o tamam. Hayret bişey)

Bu da bi kıymetlimden bloguma banner olması yönünde, naçizane. itiz miğningful.

  • Sınavlar sonrası kendimi dedim diziye filme kitaba dergiye vereyim de rahatlayayım. Vavien'i izlemek istiyordum, sonunda bu fırsatı buldum. Engin Günaydın ve Binnur Kaya, sırf kadrosundan ötürü ''gülmek için izlenmemesi gereken'' dramatik, iç burkan, yer yer de trajikomik bi hikayeye can vermişler ki hikaye yavaş akıyorsa da etkileyici buldum diyebilirim. Dr Parnassus da sırada.
  • D&R'da da kitaplara indirim var, saldırın! Olmayacak kitapları 4tl lik reyonda görünce haliyle bi grosa kitapla eve dönüyor insan. Kitapçıda gönlümce gezmemi engelleyen, kısıtlayan insanlara da nağlet olsun. En sevmediğim şeydir ki bi yerde kendimce dikiş tutturmuşken ''Hadi! Hadi! Gidelim, çıkalım hadi!'' diye tutturan insandır. Sen git ben gelmiyorum. Hayret bişey, gelmiyorum ya, bütün enerjimi hevesimi aldın götürdün. Kitapçı çalışanı beni kapıdan dışarı süpürmedikçe çıkmam ben çünkü. Zaten genelde de sürekli çocuk gibi ''hadi gidelim, sıkıldım, yoruldum'' diye mızıklayan insan da sinir bozucudur. Bi rahat çay içirmedin ama fıratcım annene.

  • Onu bunu bırak da waffle da öyle menem bişey değilmiş be. Valla bak. Fosforlu kalemi 2010 da kullanan, Avatar'a en son giden insanların hepsi de ben olduğum için waffle denen mereti de daha yeni yedim. Ama ne. Markaların sağ üst köşesindeki ''tm'' işaretinin trademark değil de türk malı olduğunu bana düşündüren ne olduysa, bunlar da ondan kaynaklı. selam.

  • Bu Falım sakızlarının fallarını okumadan atarım ben mesela. Onu okuyanını bırak, üstündeki rakamları toplayıp oradan harf hatta isim çıkaran arkadaşlarım var. ( Bu arkadaşlar da olmasa kimin üzerinden prim yaparmışım bilemedim şu an) Neyse, geçen gün bir sakız aldım, haydi dedim, okuyayım, neymiş ne değilmiş. Mamafih, dehşete düştüm. Israrla ''gelmez kimse koşarak!'' yazmış. Utanmaz. daha ilk falımda ne biçim bi talih bu yarebbim. Kağıdını rüzgara doğru savurdum, sakızı da top yapıp ayakkabımın ucuyla çaat diye uzaklara gönderdim. Daha da okursam. Bok herifler.

Yine bi arkadaşın da yorumuyla çok içim rahatladı, sağolsun:


  • An itibariyle muzdarip olduğum bi derdi de paylaşmak isterim. Bu dert oldu da bana. Hani bu yükleme sihirbazlarının alt köşelerinde yazar ya ''15 Dakika kaldı, 5 saniye kaldı, yarım yüzyıl kaldı'' falan diye. İşte bence onlar hep yalan. Bir şarkı atayım dedim telefonuma da 1 saat 45 dakika kaldı yazdığını görünce hemen bilgisayarın fişini çektim. Ürktüm biraz. Çünkü Adnan Hoca dedi ki ''Dabbe, bilgisayardır, internettir.''

Son olarak, bayaa bi jipeeg kullandığımı farkettimse de, kendimi gördüğüm bir karikatürü de paylaşmak isterim. Haftaya aynı saatte buluşana dek şimdilik hoşçakalın.

kütüphanelemek

''Bi' ara verelim mi lan?!'' bu sözler, henüz 20 dakika önce sigara molası vermiş bi manyak tarafından sabaha karşı söylenmişti. Biz de parmaklarımızda nasır yapan kalemleri bırakmış, üstümüze bi'şeyler alıp kahve makinasına doğru yol almıştık...

Hikaye, tertemiz bir sirkülasyondan oluşmaktadır. Notlar-kahve,kahve-notlar. Arada elma, kurabiye ve bozuk paralar da var. Bozuk para bi' hayli var. Gece yarısından sonra kapanan okul kafeteryaları, bozdurulması unutulmuş banknotlar, kütüphanedeki besin maddesi makinasının önünde muhteşem bir mozuk para krizi oluşturdu. Biz orada avcumuzda kuruş hesabı yaparken, hissiyatı körelmiş bi adamın yanaşıp ''20 lira bozuğunuz var mı?'' demesi, şiddete yönelimin derecesini açıkça ortaya koydu.

23:00 - Bozuk parayı at , A23 ü tuşla, ürünü al, kahve al, dışarı çık.

01:30 - Bozuk parayı at, A24 ü tuşla, ürünü alırken isyan et, kahve al, dışarı çıkarken kapıyı açama.

02:20 - Bozuk parayı zar zor denkleştirip at, ürün bulama,(gofredoya para yetmesin, bi çikolata da alama) , kahve al, döke saça dışarı çık.

03:00 - Bozuk para bulama, yerden 5 kuruş topla, kahve al, dışarı çık, üşü, mala bağla.

03:45 - Bozuk paraları birleştir, kahve al(kahve alırken gözü seğir*) , dışarı çık, her boka gülmeye başla, kayış kop.

04:30 - Bozuk paranın allah belasını ver, güvenlik görevlisine bak, etrafı kolaçan et, makinayı tekmele, kahve makinasına saldır.

Duralım hocam. Bir insanın cansız bir makina ile kavgası, bir kahve makinasıyla konuşup, sonra da sinirle küfür etmesi, küsüp gitmesi komik olabilir ama eğer saat 3 ü geçmişse devlet meselesi hükmünde hakaret yemiş hissidir. 15. kahve ile gerilen sinirlerin yavaş yavaş kendini bırakması, ağaçlara bakıp kahkaha atmak, bir süre sonra çift görme ve vücut kafein oranıyla golden shot yapmak..

Zaten belli bi süreden sonra, nerede olursan ol, her şey sana karşıymış gibi hissediyosun. Misal, kütüphanedeki o çalışma masaları. (bizden önce orada oturan insanın bütün defteri sildikten sonra tozlarını bize miras bırakması.. Silgi tozlarının altından kitap çıktı lan, pisleyip bırakmışsın masaya, hayvan!) O çalışma masalarının altında, masanın ayakları arasında yatay bir parça olmaması beni kahrediyor arkadaş. Çıldırıyorum (bkz. haykırış. ) Yanımda kendi portatif masamı taşısam hiç de gocunmam. Zaten o parçalar ayak koymak için vardır, yok masanın yapısı, yok bilmem ne, değil. Ben rahat edemeyeyim diye koymuyorlar onu oraya. Ben rahat edemeyeyim de çalışamayayım, çalışamayayım da ülkeye faydalı olamayayım, ülke kalkınamasın. Hep bu bölücü güçlerin elinde zaten piyasa, allah belanızı versin, koyacağınız bi parça lan! Ayaklarımı nereye koyacağımı bilemedim, tüm gece arkadaşı tekmeledim durdum. Konsantre olamıyorum. Bu zulüm neden?!

İnsanın sessiz olması gereken yer ve zamanlarda genelde pek gülesi gelir. Derste olurdu bu bana hep, böyle en olmadık şeylere kıskıs gülerdim, gülmemek için kastığım için daha çok gülerdim falan. Hep de hoca görürdü, uyarı alınca kötü oluyodum da genelde bakıyolardı ters ters. Ben uyarı almaya gelemiyorum. Birisi bana ne yapmam ya da ne yapmamam gerektiğini söylediği zaman çok sinirleniyorum. Bir de bir sürü insanın içinde olursa,tabi...

Ders çalışırken müzik dinlemeye de bayılırım. Annem ''uzmanlar'' ne derse onu yapmamı önerse de... dinlerim. Ders sözelse enstrümental dinlerim, sayısalsa da tempolu dinlerim çok. O tempoyla işlem yaparım, sonra da çok hata yaparım. Meraba uzmanlar naber? Neyse.. Benim aypodum falan olmadığından 1gb hafızalı telefonumun devridaimden mide bulandıran mp3 listesine muhtacım. Ondan da sıkılıp radyo dinlemeye karar veririm. Radyo güzeldir. Güzel bi şarkı duyduğum zaman o frekansı kaydedip çalan insana da radyo istasyonuna da dünyanın en güzel duygularını beslerim. tabii ki bu normalde. Anayasa çalışıyorum, adam gibi enstrümantal müzik yok, Trt de klasik müzik çalıyor olsa da benim inadıma sunucu kadın konçertoda araya girip sürekli şiir okuyor mesela. Ben sabaha karşı deliriyorum orada, bana duygulanıyor, böyle hisli hisli şiir yazmış müziğe uygun, böyle nasıl da hevesli. Bisus! Tartışmalı konuşmalı programlar mesela, hepsi de denk geldi ya tebrik ediyorum. Neyse uygun bi frekans buluyorum da orası da çok güzel çalıyor, en sevdiklerimi çalıyor. Eşlik etmekten okuduğumu anlayamıyorum. Radyocu arkadaşa mesaj atayım da bana şarkı çalsın diyorum içimden sonra. Böyle radyocu tanıdığım olduğunu vurgulamak için yazdım bunu. ''Vokal bizim arkadaş!'' vurgusundaki heyecanla aynı. O görgüsüzlerin hepsi benim, selam.

Bu imkan ve şerait çerçevesinde güneş ışıkları pencereden içeri girip, gözümü ve derimi yakmaya başlıyor. Kahveden büyümüş göz bebekleri, morarmış göz altları, nasır olmuş orta parmağın üst boğumu, kalemle toplanmış salak bi saç modeli, saman kağıtlarından bi gökdelen, eğimi( yani türevi) iyice artmış olan kambur, mide ağrısı, acımsı bi damak, bitmek bilmeyen konulardan gına gelmesi ve herkesin aynı anda kitabı defteri kapaması. Güneşi görünce kütüphanedeki herkesin toparlanıp kaçışması çok trajikti.

Kahvaltı yaptıktan sonra saat 1 deki derse kadar beklemek fikrinin akla gelmesiyle, bendeki durumu tahmin edemezsiniz. Beynim gözüm akmış hep yerlere, duyduklarım 5 kat daha yüksek sesle ulaşıyo bana, göremiyorum da zaten. Bir de gece boyu güldüğümüz her şeyi shuffle-repeat all komutuyla söyleyip durmanın mide bulantısı da var.

Defolup gittim eve, uyandığımda aklıma gelen tek şey hiç bişeyin yetişmeyeceğiydi. Hala da öyle, anlamıyorum, bitmiyor, yetişmiyor, yetişmedi. Anlamadım.