Kızım bak...



"Şekerim, köpek edeceksin kendine, kulun kölen olacak. Kapında yatacak"
"Ay evet yaa, kendini çekeceksin biraz, ulaşılmazı oynayacaksın"
"Tabi kızım, bırak koşsun peşinde. Tersine dönmesini mi istiyorsun nedir yani?"
"Nefes aldırmayacaksın ama. Ensesinde biteceksin yeri gelince. Yerini yurdunu unutturmayacaksın"
"Köpek olacak köpek!"

Çüş ama. Cidden. 

N'oluyorsunuz kızlar? Hayırdır inşallah? Çok istiyorsanız bir köpek 
, gidin barınaktan sahiplenin, şaşırmışsınız. 

Bu insanlara bu düşünceleri kim nasıl aşılıyor bilmiyorum. Açıkçası bu düşünce şeklini nasıl benimsiyorlar onu da çözebilmiş değilim. Sakat, çürük bir bakış açısı. Kime neyi kabullendirmeye çalıştıkları belli değil. İkiyüzlülüğün zirvesinde ip cambazlığı. 5-6 kız bir araya gelip bir kahve masasına oturulmuşsa biri itin g*tüne sokulacak, o belli. Ama bu kendini üstün ırk görme, bu kendini ağırdan satmaya çalışırken ucuzluğun dibini görme, bu stratejiler küstah tavırlar. 

Gerçekten mide bulandırıcı. 

Bunların anlamadığı bir kaç şey var. Bu tutorialda sizlere illustrator kullanarak mantıklı düşünmenin yollarını anlatacağım zalım kızlar. 

1) Kime ne?: Bunu kendinize sormayı unutuyorsunuz. Bunu sık sık kendinize sorsanız aslında sorun falan kalmayacak. Bir şeyler yaşıyorsunuz. Ya da bir şeyler yaşayamıyorsunuz. İyi kötü, özel değil, neyse. Olup biteni kendinize saklamayı öğrenemediniz. Ağzınızı yaya yaya kız arkadaşlarınıza sevgilinizi ince ince anlatmaları bitiremediniz. Kavgalarınızı anlatıp iki aciz "sen haklısın" duymak için yerin dibine soktuğunuz adamla hala beraber olduğunuzu unuttunuz. Uluorta ağlayıp bağıra çağıra küfürler ettiğiniz adamla ertesi gün aynı mekana sarmaş dolaş gelebildiniz. Kime ne diyip kendinizi rezil etmemeyi bir türlü öğrenemediniz. 

2) Stratejiler, planlar...: İlişkiye bakış açınız çok enteresan. Gerçekten karşınızdaki insanı küçük görüp kukla etmek ve onu elinizde oynatmak istiyorsunuz. Ya da ne bileyim onu yola getirmeye çalışıyorsunuz çünkü sizin istediğiniz yoldan gitmiyor. Veya buna benzer şeyler. Aciziyetiniz büyük boyutlarda. Saygısızsınız. Aşkım aşkım diye öldüğünüz insanı küçük görmeyi kendinize yedirebilmeniz çok ilginç. Üç beş salakça plan yapıp onu kontrol edebildiğini düşünmek falan. Neyin yarışı neyin kazancı derdine düşmüş olabilirsiniz? Derme çatma akıllar alıp stratejiyle ilişki yönetmek ne tür bir özgüven ola ki? İçten mi oluyor sizin plan programla yürüttüğünüz ilişkiler? Çok mu doğal oluyor, sosyal deneylerinize alet ettiğiniz sevgilileriniz? Böyle mutlu olabiliyor musunuz ki gerçekten? Stratejiyle ilişki mi yürütülür afedersiniz de gerizekalı mısınız?

3) Ölçüsüzlük: Ne istediğinizi bilmiyorsunuz. Ne aradığınızı ne beklediğinizi ondan bundan aldığınız akılla, okuduğunuz dergilerdeki kitaplardaki angut yazılarla belirliyorsunuz. Saçmalamayın. Zaten şöyle bir sevgili istiyorum böyle bir sevgilim olsun diye bir şey yok. Bu işler ne sipariş üzerine oluyor ne de otomobil almaya benziyor. Beklentileri öyle bir yükseltiyorsunuz ki hayatınıza kim girse bir kulp takıyorsunuz. Mutlu da olamıyorsunuz, mutlu da edemiyorsunuz. Karşınızdakini de öyle yönlendirmek çabasındasınız. Şöyle yap, böyle ol, şu şekilde davran... Sanal bebek mi arkadaşım bu, ver komutu gitsin. Sizin amacınız bir insanla güzel vakit geçirmek falan değil, manipülasyon. Değiştirmekle uğraşıp durursunuz sonra da otur ağla. Kabullenmeyi bilmek gerek. 

4) Genellemeler: "kaçan kovalanır" "naza çekmek" "mesaja geç cevap vermek" "umursamaz tavır" ve türevleri. Sizin bu çok bilmiş klişeleriniz de kasıntı ilişki uzmanlığınız da yerin dibine batsın. İşiniz gücünüz entrika olmuş. Bunlarla bir yerlere gelebilmiş olan var mıdır merak ediyorum. Beyninizle düşünün biraz. Kaçan kovalanırmış. Cehennem olsun gitsin ne kovalamasından bahsediyorsunuz, oyun mu bu? Mesaja bilerek geç cevap vermek. ALLAHIM AYNŞTAYN KONUŞTU. Off geç cevap veriyor ne kadar havalı. 

5) Gerçekten canım sıkıldı var ya yazarken. Bir tiksindim. Son maddeyi de en ağırına ayırdım; TRİP! At-ma-yın. Kurban olayım trip atmayın. Tavır almayın. Laf sokmayın. Uzatmayın. Canınızı sıkan bir durum mu var, söyleyin. Anlatın bitsin gitsin. Üç gün aynı konuyu dilinize pelesenk edip gözlerinizi devire devire tavırlara girmeyin. Benim için ve bir çoğu için de bir insandan soğutan yegane şeydir bu. İçini kaldırır insanın, usandırır. Sebepsiz yapılanı daha beterdir, kabir azabıdır. Karşınızdaki de insan. Belki konuşsanız anlatsanız her şey yoluna girecek. Ama yok. O default geliyor galiba. O trip atılacak. 

Yazsan milyon tane yazarsın aslında. Ama gereksiz. Hepsi aynı kapıya çıkıyor çünkü. 

Birini değerli görüp hayatınıza alıyorsanız, önce ona saygı duymayı öğrenmeniz lazım. Köpek etmek falan gibi toplara girip onu küçümsememeniz lazım. Başkalarının yanında öyle yerin dibine sokmamanız lazım. Stratejilerle bilindik dergi testleriyle ilişki yürümez. Ona zaten ilişki denmez. Hayatınızda sizin yönettiğiniz, Pavlov'un şartlandırma tekniğiyle yola getirmeye çalıştığınız insanları istemeniz nasıl bir mutluluk anlayışına sahip olduğunuzla ilgili bir fikir veriyor zaten. Birbirinizi dinleyip konuşup kendi sorununuzu kendi içinizde halletmeniz lazım. Anlayışlı olmak yeri geldiğinde susmak da lazım. Dengeyi sağlamak için planlara değil sağduyuya ihtiyaç var. Dengesizliğinizin acısını başka insanlardan çıkarmayın. 

Angutyus kız arkadaşlarının gazına gelip onların yazdırdığı mesajlarla ilişki yürüten var. 

Tamam kabul, ben de eksper sayılmam. Ukalalık yapmak istemem. Her şeyi bilirim havalarına da bürünmek değil amacım. Kabullenemeyebilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz. Eh, siz bilirsiniz. Ben huzurluyum, siz değilsiniz. Artık matematiğini siz yaparsınız. 

Not: amacım da bir cinsiyeti aşağılamak falan değil. Yönelimi ne olursa olsun, insan insana yapmasın şunları. Kahveci köşelerinde ilişki nasihatleri veren akıllı kanka dışarıdan nasıl göründüğünü bir göre bir duysa üç gün evden çıkmaz. Kendinizi kandırmayın. Vaktinizi boş beleş şeylerle öldürmeyin. Olanın kıymetini bilin. Salak salak konuşmayın. 

Değişik


Nicolas

Başlarda her şey çok güzeldi.

O hoşa giden ufak ayrıntılar dünyama renk getirdi sanmıştım. Ne kadar farklı olduğunu düşündürmüştü bütün o bilmeden yaptıkları. Kendisi de farklıydı evet ama onu o yapan ayrıntılardan çok onları sadece onun yapabileceği ayrıntılar…

Bunlara odaklanmak bana pahalıya mal oldu.

Başından başlayayım.

2002 yılında, henüz saçlarım beyazlamamışken ve henüz gittiğim barda “her zamankinden” kalıbını kullanamıyorken; yanımdaki bar taburesinde bir konuşmaya kulak misafiri oldum. Telefonda birisiyle konuşmak her zaman zor olmuştur; özellikle karşıdaki sizi dinlemeden bağırmaya devam ediyorsa.
O bunda hiç zorlanmıyor gibiydi. Yani ortamdaki loş müziğe ve hafif ışığa rağmen ben dahi telefonun öbür ucunda bağıranın sesini duyabiliyordum; ama o buna hiç tepki vermiyordu. Sadece elindeki bardağı hafifçe döndürüyor, bazen hızlı bazen yavaş ve içkiyi bardağın içinde tutmaya çalışıyordu. Doğru tercih. Dikkatini başka yere yoğunlaştırıyordu ve telefonun diğer ucundakine küfür etmemek için bir mazereti oluyordu. Telefondaki ses sustu. O da bardağı bıraktı, kuruyemiş kasesini önüne çekti, fıstıkların kabuğunu içine ufaladı, ama yemedi. Bana uzattı. Ona odaklandığımı fark etmişti sanıyorum. Şaşkındım. Yüzüne, telefonu da göstererek “çaresizlik” ifadesini yerleştirmişti ve bana soyulmuş fıstık uzatıyordu. Fıstığı alırken bardağımı minnettarlık göstergesi olarak ona doğru kaldırdım. Burukça gülümsedi. Taburelerimizi birbirimize döndürdük. Telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırmış, Antep fıstığını açmaya uğraşıyordu. Tırnaklarını yeni kesmişti belli ki, bu onu biraz zorladı. Ama açtı. Fıstığı bana uzattı. Sonra bir tuzlu fıstık. Sonra bir badem. Derken o telefondaki sesi arka fona sabitlemişti ve beni besliyordu. Ben de hiç yadırgamamıştım. İçkilerimizi tazeletiyor, kabukla çer çöple uğraşmadan kuruyemiş ziyafeti çekiyordum.
Bu bir yarım saat kadar sürdü tahmin ediyorum. Susarak kurduğumuz iletişimimiz yani. En son bahtıma düşen beyaz leblebiyi de bana verdikten sonra, içkisini fondipledi, kalktı, bardak altılığının altına cebinden kırış buruş çıkardığı yirmiliği koydu, beni bir yanağımdan öptü, omzumu sıvazladı, selam çaktı ve çıktı gitti. Giderken arkasından bakakaldım. Telefonu diğer eline aldı ve görüş mesafemden çıktı.

Şimdi…

Etkilendim. Hem de fena şekilde. Bu kimine göre olağan olabilir. Kimine göre bir sarhoşun günlük rutini. Kimine göre 6 yaşından beri koleje gitmiş, zengin bir ailenin rahat tavırlı – ya da geniş evladı. Bilmiyorum. Etiket yapıştırmak istemiyorum. “Acaba yarın da gelir mi?” diye düşünmeye başladım. Ama yarın da geldiğinde aynı şekilde elinde telefon, bana bir şeyler yedirip kalkıp giderse; o zaman bu bir rutin olacak. Bütün etkisi kalkıp gidecek. Ya da yarın geldiğinde yanıma oturup en normalinden bir tanışma ve konuşma başlattığı zaman; yine aynı şekilde bütün efsunu kaçacak. Ben ne istediğimi bilmiyorum. Ama beni şaşırtmasını istiyorum.

Tek istediğim beni şaşırtmasıydı. Sürekli.

Ve bu pek mümkün olmuyor her zaman.

Başlarda tanımadığı insanlara gösterdiği bu sıcakkanlı tavır hoşuma gitmişti, ama bunun sadece benimle kısıtlı kalmadığını gördüğümde, bu tavır yerin dibine batsındı.

O gün telefonda sus pus sadece karşı tarafı dinlemesi çok enteresandı, komikti. Ama onu her aradığımda tek kelimelik cevaplar aldığım zaman, o gün benim oturduğum bar taburesinde belki de başkasını kuruyemişle beslediğini düşünmeye başladım. Umursamazlığı hoşuma gitmişti ama umursanmamak fevkalade sinirlerimi oynatıyordu.

O bol pantolonunun cebinden topak halinde parasını çıkarışı. İçtiği kadarını ödeyip cehennem olup gidişi. Vay be. Ama insanın da bir cüzdanı olmalı. Kimliksiz dışarı çıkmak çok da cazip değil neticede. Para buruşturmak da neyin nesi sanki…

Pespaye giyinişi. Lastik ayakkabılarının eskimişliği. Aynı pantolonla bir ay otostop çekip sokaklarda yaşadığını anlatması. Aman yarabbi. Ama bu bir süreç değil bir yaşam tarzıysa pek çekici olmuyor. Onu bir akşam yemeğine çıkarıyorsanız ve takım elbisenizle masada onu bekliyorsanız, en azından topuklularını giymiş olduğunu görmek istersiniz, yırtık bir kot pantolon ve kapşonlu bir montla değil.

Başlarda  geçen senelerde gittiği tearoomları anlatışını bile heyecanla dinlerken; sonraları bu beat muhabbetine gelemediğimi fark ettim.

Önleri uzun arkası üç numara kazılı katran karası saçlarına bayılmıştım; ta ki upuzun kıvır kıvır sarı saçlarını o hale getirdiğini öğrenene kadar. Hem de bir iddia için.

Makyaj yapmanın ona göre olmadığını, kullandığı tek makyaj malzemesinin, dudaklarına renk vermek için içtiği üzüm suyu olduğunu söylemesi, ondan daha doğal kimsenin olmadığını düşündürmüştü bana. Ama gözaltı morlukları beni her geçen gün daha da itiyordu.

Başlarda bu yalnız tavırları çok çekici geliyordu, bu alıp başını gitmeye pek müsait hali falan. Ama bir arkadaşımla bile tanışmayı istemeyecek kadar yabanıl oluşu, beni öfkelendiriyordu.

Bu ve bunun gibi şeyler işte. Beni çeken ne varsa, sonrasında itti.

Aylak Adam’da bir bölüm vardır:

“…Böyle bir gün tatlıcıda bir kadınla tanıştı. Kadının çocuk gibi sık sık burnunu çekişi, onu daha kadınlaştırıyor, hoşuna gidiyordu. Üç gün sürdü. Sık sık burnunu çekiyor diye kadını bıraktı.”

Mesela…

Belki de sadece o geceyle kalmalıydı. Beni şaşırtmasını beklemeliydim, 11 yıl boyunca. Ve anlatabileceğim müthiş bir hikayem olsaydı. Şimdi hikayeyi orada kesip anlatamayacak kadar çok şey yaşadım, hepsi de hatırlamayı istemediğim cinnet hikayelerimle sonlanıyor.

Farklılıklar güzel olabiliyor. Ama sürekliliği bir süre sonra bayıyor.

O yüzdendir ki filmlerde marjinal aşıkların ilişkileri hep filmin sonunda başlar. İzleyici sevinir. İzleyici sevinsin diye bir araya getirilmiştir karakterler. Ama film bitmiştir. O tutkulu aşkın nasıl sürdüğünü, hatta sürüp sürmediğini kimse merak etmez.

Ben söyleyeyim. Sürmedi. Sürmüyor.