Her şey sonlanacak, biliyoruz; biteceğini bilerek başlıyoruz, sona yaklaşırken burnumuzu çeke çeke tepiniyoruz, topuklarımızı yere vura vura ağlıyoruz. Bitmesin diye her neyden, her kimden medet umuyorsak, yalvarmalara başlıyoruz. Öylesine bağlanıyoruz ki devamlılık hırslarımıza, kendimizi kaybediyoruz. Ve sonra bir an, o an, oluyor, bitiyor, kopup gidiyor. İşte o an yaşanan şaşkınlık var ya, o anki şaşkınlığa kimsenin hakkı yok. Sürpriz değil çünkü bu sonlar. Ölüme şaşırmak ne kadar anlamlı gelebilirse, bunlar da öyle işte. Fuzuli.


Ama o bitişle şaşkınlık arasındaki boşluk var ya; işte o, başlangıç ila bitiş arasındaki nefesten binlerce defa büyük. Sığamıyorsun, sığdıramıyorsun.

Naftalinleyip kaldırdıklarını, en olmadık anda cebinde buluyorsun. Ellerin üşüyor, ceplerine sokuyorsun, onları; iki yirmi beş kuruşla tek on kuruşun, soğuk bir gün buruşturulup bırakılmış mendilin, ha bir de kopan gömlek düğmesinin yanında buluyorsun. Bir kahve almak için bozukluk ararken parmaklarının arasına doluveriyorlar, içtiğine içeceğine pişman oluyor, hatıralarınla kahveye doyuyorsun.

"Sen de başını alıp gitme, ne olur..." diyor usta, çalınıyor kulağına, gözlerini kapıyorsun. Yağmur yağıyor. Yağmur yağıyor, paçaların ıslanıyor; yağdıkça kirpiklerin ıslanıyor, yağdıkça başını alıp gidiyor. O, başını alıp gidiyor. O oluyor. O bitiyor.

Turgut geliyor, tütünleri ıslanmış, kafası atmış; içtiği iki damla anasonun parasını vurup masaya, kalkıp gidiyor. Gitme demiyorum; çünkü gelir, üç ev görse bir şehir sanar o, şehir dedin mi, mutlaka gelir. Ve ben, dibinde sadece beyaz leblebilerin kaldığı karışık kasesini kendime çekerken; biri giriyor içeriye. Ben hiç böylesini görmemiştim. İtiraz ediyorum.

"Sen de başını alıp gitme, ne olur"

-vre Agop, bu beyaz leblebiler hep bana denk geliyor!


*

Adios bile diyemeden yitip gidiyor ya, işte ben ona şaşıramıyorum.