Aldığım her derginin kenarında bir yerde ufak harfler ve rakamlarla yazılmış KKTC Fiyatı’nı bir lira fazla görünce içime bir hüzün doluyor. Hayatım boyunca aldığım dergilerin fiyatlarından sonra bir de KKTC fiyatlarına bakarım, acaba 1 TL’den daha fazla mı fark var diye, hep de 1 TL olmuştur aradaki fark. Aradaki farkta farklılık bulacağım diye çok yoruldum.

Misafirlikteydiniz. Kalktınız. Girişe doğru geçirmek üzere herkes beraberce ivmelendi. Şimdi, bana kalırsa dünya üzerindeki en gergin anlardan birine tanıklık edeceksiniz. Siz eğilmiş ayakkabılarınızı giyerken, ev sahipleri ayakta dikilmiş sizi izliyorlar. Allahım! O an buharlaşmak istiyorum, o an keşke banyoda falan borular patlasa da herkesin dikkati oraya yoğunlaşsa, ben de rahat rahat ayakkabımı giyip sıvışsam kapı aralığından. Ya ne bakıyorsunuz öyle, aranızda konuşun bişey yapın. Ben eğilmişim ayakkabımı giyiyorum izlenecek bişey mi bu? Bir de orada eğilmekten alnımda damar çıkmış, terlemişim hepiniz hohluyosunuz üstüme üstüme, orada bir de beni konuşturmaya çalışıyorsunuz ya, neden yapıyorsunuz onu? Bir dur, ben bir giyeyim şu ayakkabımı, montum varsa giyeyim, varsa torbalarımı yükleneyim, kapıyı açıp eşiğe çıkayım, ondan sonra gönder selamını falanını. 

Dolmuşta, serviste falan oturacak yer kalmayınca, şoförün yanındaki para kutusunun falan durduğu yer var ya, orada bir hadi bilemedin iki oturumluk yer vardır, oraya oturursun. Ama ters oturursun diğerlerinin aksine. Ve yolculuk boyunca o bütün yolcular seni izler. Ya da sana öyle gelir. Ama izlerler be, incelerler. Baştan aşağı. Sen ise yüzlerine bile bakamazsın. Sanki çok acayip bir suç işlemişsin gibi, bütün yol yere bakarsın. Ayaklarına bakarsın. En cesurlarınız sağa ya da sola doğru kafalarını kaldırıp camdan dışarı da bakarlar. Ama çok kısa bir süre. Onları tebrik etmek gerekir. Zira ne insanlar tanıdım, yanakları kıpkırmızı; terden sırılsıklam oldular.

Bu hangi aklın ürünüdür? Nasıl?


Kitapçıda, kırtasiyede “hadi”lemeyen, “hadi çıkalım” diye tutturmayan insanlarınız varsa, onları sevin. Onlar kutsal. Onlar kalender. Yerim ben onları! 

Adama diyorum ki “Marsis’in son albümü geldi mi?” Adam sistemden bakıyor, “hayır” diyor. Adama diyorum ki “ e orada yazıyor işte ‘Zamanı Geldi’ yazıyor” Adam tekrar bakıyor, “ama” diyor, “o” diyor, “Mayıs ayında çıkmış, yeni albüm değil.” Ve ben de ikna olup çıkıyorum. Eve gelince bu salaklığımı önce alkışlıyorum. Sonra sinirleniyorum. Ya yeni albüm sayılması için illa ki bulunduğumuz ayda mı çıkması lazım. Yeni işte, YENİ! Eski albümden sonra çıktığı için yeni. Mayıs yakın bir tarih olduğu için yeni. Ben dinleyemediğim için yeni. Yeni albüm işte. Ne beni yanıltıyorsun orada. Şimdi ne güzel dinleyecektim ben onu. Hayret bi’şey.

Şehre döndüğü için sizi sabah dokuzda arayıp, ardı ardına mesaj atan güzide bir arkadaşınız varsa, ona kötü davranmayın. “Ben döndümse sen de uyanacaksın o uykudan” diyorsa, onu örselemeyin. Onu şaşırtın. Ona sürprizler yapın. Onu etkileyin. Ensesine bir tane yapıştırın hiç olmadı. Onu kendinize bağlayın. Devamı  48. Sayfada.

  oahhahoohaoahhaoahh diye gülmek.


Söylenmeyip de içe atılan şeyler, denize girince esneyip büyüyen mayo gibi oluyor. 5 beden birden büyüyor, tam sıyrılıp kurtulacakken tutuveriyorum kenarından. 

Tracy Chapman dinliyorsam, çok iyi hissediyorumdur. Sinsi gibi yaklaşıp 100 lira isteseniz veririm gibi. Çünkü çok güzel şeyler düşünüyorumdur o sırada, Fast Car’a eşlik ederken kendimden geçmişimdir. Abartmazsanız yalnız, 100 lira ne ya, kardeşi kardeşe kırdırtmayın vicdansızlağr! And I had a feeling that I belonged. And I had a feeling I could be someone, be someone, be someone…

Yazın balkonda yemek yemek kadar eğlenceli bişey yok bizim evde. Benim de eğlencem bu. Leyla ile Mecnun başlasa artık da biz de rahatlasak. Not: Cengiz Bozkurt Eylül'ün ortasına doğru başlayacağını söyledi. (Bana söyledi evet)

Müzik videosu mu kedili video mu, Arif'in Manchester'a attığı gol mü derken, hepinizi kahkahaya boğmak istediğim için bunu paylaşayım dedim. MEKANİK ALET LAN BU!


İlla size hayvan gibi bağırmamız mı lazım?!



Linki görmek için lütfen üye olunuz.

Buradan sadece, The Dark Night Rises'ı izlemeye üstünde Batman t-shirtüyle, "why so serious?" t-shirtüyle gelenlere seslenmek istiyorum:

NABERYA?!

Olmamış ama be. Sen belki ulvi düşüncelerle giydin geldin ama, görüntü fena ben sana söyleyeyim. Bir de böyle yıkaya yıkaya o baskı aşınmış, çatlak çatlak olmuş. Sen onu hassas programda, ters düz çevirip yıkamayan annene çemkirmişsin, eşşoleşşek ne bağırıyosun lan kadına!!!

Yani demem o ki, ben sizle çok dalga geçtim. Teker teker salona girerken fişledim sizi, baş parmağım ve işaret parmağımla L yapıp alnıma götürdüm sonra öksürürken dumbass dedim anlaşılmasın diye. Amerika çok güzel, gelsene.

Hayır, anladım tamam; ben de Transformers'a Optimus kaskıyla gitmek istedim, ama arkadaşlarım "ay biz utanırız" diye ağladıkları için yapamadım.

Nyse sn mşglsun glba ii eglnclr sna..

Sıpoylır yok, çekine çekine okuma. Rahat ol ya. Meyk yorself kamfırtbıl. Sen kendine bi kefir al, ben de üstüme rahat bişeyler döküp geliyorum.

HAIL IMAX. 3D halt yemiş. Normali ise BİM falan. Le Porta.

Haberiniz olsun, sonunda gömülü bölüm yok. Öyle oturup beklemeyin sonra. Bayaa sipeşıl tenks'e kadar bekledik ama yapmamışlar. Koskoca DC olmuşsunuz ama bir Marvel değil, canını yediğiminin. Halbuki ben Morgan Freeman'dan okkalı bir "son of a bitch" falan bekledim, gülmeli. Olsun. Kafamda yazdım, oynattım çok şahane oldu öyle. İzleyip de gömülü bölüm eksikliği hissederseniz, mail atın, anlatıcam.

Filmin ilk günleri olduğu için hiçbir şey de yazamadım sizin yüzünüzden! Ne var gidip izleseniz ilk günden de rahat rahat yazsak şurada! Neyse, gelirken deri not defteri aldım, hadi dağılın ben onunla oynicam biraz.



Öncelikle: Didim de Didim'miş ama. Altınkum aşmış.





 Ben bütün Almanların yaz tatlinde Kumla'ya gittiklerini düşünürken, meğerse Didim Almanya'nın bir kenti olmuş çoktan. Her yerden bir aber bir über nidaları, n'oluyor anlamadım serseme döndüm. Bir de 10 Alman erkeğinden 8'inde Xavier Dolan saçı. Ciddi ciddi güzel olduğunu düşünmüşler, üzüldüm. 



 Yalnız Didim'in Kumla'dan şöyle bir farkı var: Genç nüfus ve güzel vücutlar. Eski izleyicilerimiz hatırlayacaklardır, Kumla'daki arkadaş grubumun yaş ortalaması bensiz 65 falandı. Burada tüm yaşlı turistler halk plajını kullanırken, genç yerli ve turistler paralı “beach”leri tercih ediyorlar.




 
 Paralı olduğu için de adı “beach” oluyor. “Beach”in karşılığı plaj ama “beach” dedin mi iskele üzerindeki şemsiye, şezlong ve minderler akla geliyor, kum yok. Dolayısıyla “beach” çok da beach değil gibi. Ha gitmedik mi, gittik. Beğenmedik mi, gayet beğendik. "Bitch"lik yapmayalım.






Bir gece kulübünün önemi ve hareketi kapısındaki korumalardan anlaşılır. Şöyle ki yörenin en kaydadeğer gece kulübünün giriş merdivenlerinde sıralanmış 4 müthiş kaslı adam durmakta. Yörenin kaydadeğmez gece kulübü kapısında 2 kaslı 1 kassız adam dururken, tabelası bile vasat olan diğer gece kulübü önünde ise tam 5 kassız adam durmaktadır. Kassız, düz adam. Yani diyor ki “içerde çok bişey yok, korumaya değecek bişey de yok, kasa da ihtiyaç yok. İçerde hır çıksa höt diyecek adamımız yok”. Ama Medusa önündeki tek bir adamın pazusu 12 yaşında bir çocuğun kafası kadar. İçerisi de zaten ceketli, iki metrelik Abdülcanbaz’larla doluydu. Bardağı şöyle bir parmaklıkların üzerine koyalım dedik, adam lazerle işaret etti bize, lazer pointer bildiğin. Bu arada, Sensation dediler dediler, bir halt da değilmiş, gidildi yerinde görüldü. O videokliplerdeki dansçılar bile yok ya, iki tane Rus ritmikçiyi getirmişler, taytı giydirip çıkarmışlar balkona, kız bize resmen esneme hareketleri gösterdi dans diye. Sensation bitmiş. Etoo bitmiş.


Bak çok acayip iddia geliyor: Ben ömr-ü hayatımda bir kitaba bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. İnan olsun, bitmesin diye azar azar okudum, haykıra haykıra güldüm. En şahane yol okumalığı, tatil kitabı, plaj eğlencesi. Müthiş yemin ediyorum, Özer Aydoğan öldürdün bizi:

Göz kapakları düşük olan kızların “eyeliner” a para harcamaları dünya üzerindeki en büyük savurganlıklardan biridir.

Mos Def eğer çıplak dansçı kızlar, içkiler, partiler, ot, bilmemneyle klipler çekseydi, dünyanın tükenen kaynaklarını ya da tükenen barış ve tırmanan savaşları konu almasaydı şarkılarında, müslüman olmasaydı ne bileyim; şimdi onu muhtemelen MTV'de sık sık görürdük. Metro Fm'de sık sık dinlerdik. Hey Girl falan mutlaka posterini verirdi iki haftada bir. Kesin. Most Definetely. Ama şimdi sadece Selda Bağcan'la anılıyor buralarda.

Tatil bitip de eve geldiğimde hayatın gerçekliği yüzüme bir tokat gibi indi. Çünkü doğal olarak mutfağa girip hiçbişey olmamış gibi yemek yapmaya devam ettim. Soğan doğrarken bir yılın gözyaşını döken ben, bugün doğradığım biberler yüzünden iki yıllık ağlamışımdır. Sen bibersin biber, bahçe biberisin sen, meksikalı falan değilsin ki, bildiğimiz düz bibersin olum. Kafan karışmış, biber seni.

Gece acıkıp yemek sepetini açtık ve karidesli pide istedik. Kafa karışıklığını gördünüz mü? Hem ustadaki hem bizdeki.


Yüzüyoruz, her yerde balık var, ağ atsan bir aylık balık tutarsın, öyle çok balık. Dipten dipten gidiyorlar, derken bir tanesi su yüzüne çıkmış, hafiften süzülüyor. “Aa balik, ölmüş ama bu hmmmpsss…” dedim ve sevdiceğimden yaklaşık bir saat boyunca güldüğüm şu cümle geldi: “Sen balıksın balık, denizde ölünür mü ya?!” Nihehhehheh.



Bakın şehirlerarası otobüs yolculuğu yapan insanlar. Artık canıma tak ettirdiniz. ŞU KOLTUĞUNUZU HAŞIRT DİYE ANİDEN GERİYE YATIRIYORSUNUZ YA. Heh, Allah da sizin cezanızı versin tam o anda. Ya arkada insan var insan, koltuğunu yatıramazsın demiyorum ama yatıracaksan da arkana dön bir bak, bir müsaade iste, ha hiç biri olmadı ağır ağır indir, az indir. Yatarak gitmek zorunda mısın? Otobüs be bu! Kız durmadan koltuğu yatık konuma getirdi yol boyunca, dizimde yata yata geldi. Uyarıyorum yine aynı şeyi yapıyor, anlamıyor da. Ayı. AYI! Çayımızı kahvemizi koyamaz olduk bardaklığa be. İki dakka insan olun.

Amazing Spider Man’i izlediniz mi: Stan Lee’nin yine bir sürprizi var. (Gözü kaşı ayrı oynayan, dirseğiyle dürtüp sırıtan tip)

Size gelirken Afyon’dan sucuk, kaymaklı ekmek kadayıfı ve kestane şekeri getirdim, buzlu su da müessesimizin ikramıdır. Klima var mı sende? İki dakka geleyim?

Kümülatif Yaz Yazısı

Bir trend haline gelen şeyleri "ben keşfettim" diye sahiplenenlere geliyor: Senden büyük Allah var!

Wiz Khalifa niye her şarkısında gevrek gevrek gülüyor acaba? Ne gülüyon olum, söyle biz de gülelim! Sen askerde çok dayak yersin ha!

Gençken ya da sarhoşken falan yaptırılmış dövmeler, gün geliyor göze berbat görünüyor ya. "Lan" diyor insan, "ne zevksizmişim, hangi akla hizmet yaptırmışım bunu" diyor hani. Ha işte, onu söylemeyi hazmedemeyenler için en yaygın yalan: "En sevdiğimdir, anlamı bende saklı, özel." Ulan koca adam, gitmişin gül döğdürmüşün koluna ya! Kanıyor bi de, kanayan gül. Yeme bizi şimdi.

"Ben güzel miyim?" "Güzel olmuş muyum?" "Yeni aldım, beğendin mi?" "Ben mi (çok acayip selebriti) mi?" Güzel kardeşim, bu soruları sorma nedenin belli. Cevabın hangi doğrultuda olmasını istediğin belli. Hayır, gelecek cevabın yüzde yüz dürüst olmayacağından da eminiz. Eee? NE DEMEYE SORUP DURUYOSUN BE O ZAMAN!? Bak ben sana söyleyeyim. Güzel değilsin ama bi sempatin var, ha gel gelelim ben öyle kolay beğenmem, o yüzden başkasına göre güzelsindir belki, onu da ben bilemem. Güzel olmamışsın, göz kalemiyle yeniden göz çizmişsin kendine resmen. Keşke almasaydın, tıfıl göstermiş. Sen değil, Mila Kunis. Bi' de hayır zayıflamamışsın, içinde korse var belli oluyo elbiseden. Ya bi git hadi be.



KPSS'den yanıma kar kalanlar: 4 yumuşak uçlu kurşun kalem, iki silgi, iki kalemtraş, bi de Olips. İlk 155 dakika çıkamamak ne demek ya, deli misiniz nesiniz lan! Ne yapacağımı şaşırdım erkenden bitirip. Bir ara dalmışım, optik formdaki noktaları birleştirdim, iki resim oldu, aralarındaki yedi farkı buldum. Sonra o sıraya falan bir sürü desen çizmişim, hatırlamıyorum da. 155 dakika doldu, gözetmen geldi, sırtımı sıvazladı, "hadi sen çık genç" dedi. Cevap kağıdını havaya fırlatıp Allahuekber diye bağırmışım, televizyondan izledik akşam.

21. yüzyılda hala kılla yünle uğraşan insanlar var. "Neden kollarını aldırmıyorsun?" (Koldaki 'istenmeyen' tüylerden bahsediyor) Sanane acaba. SANANE ACABA! Bütün derdimiz tasamız son buldu, her şey açığa kavuştu, bir tek onun bunun kılı kaldı kafa kurcalayan çünkü. Elin adamı Ay'a gitti, AY'A! Hala diyor ki kolundaki tüyler. Higgs Bozonu'nu bildin? Bilemedin? Yaa, işte...



AVM eğlencesi: Accessorize demeye çalışan ... neyse rencide etmeyeyim. Ama çok çabaladı. Ama olmadı.

Dünden kalan pizza, you made my day. Her zaman.

Sanki finaller biter bitmez "mezunuz yeaaöh!" diye haykıran biz değilmişiz gibi, mezuniyet töreni sonrası daha bir mezun olduk gibi sanki. Daha mezun neyse artık. Ama öyle oldu. O diplomayı almadan içimize sinmeyecekti demek ki. Kep töreni provasından yanıma kar kalanlar: AMELE YANIĞI. Gerçi tam amele değil. Omuzlarım ve kollarım bayrak kırmızısı oldu. Omuzdan yukarısı da beyaz. Bayrağım ben. Ama yanmak da değil bu, bildiğin tütmüşüm, arkadan duman çıktığını gören falan olmuş, öyle bi tütmek. Bak kaç gün geçti hala yanıyor ya. Eczaneye gidiyorum, krem almaya, kadının söylediğine bak: "E güneş kremi sürmemiş miydin?" YOK SÜRMEMİŞTİM! Akil insanlar her yerde. Uff snne be slk.

Çok sevdiğim bir rektör arkadaşım (çünkü ben rektörleri çok sevdiklerimden az sevdiklerime doğru sıralarım her zaman) CERN'in Higgs Bozonu ile ilgili yaptığı açıklamaların, kurumun finansal destek arayışında olduğu için gündem yaratmaya çalışmaktan başka bir şey olmadığını söyledi. Birebir bu kelimelerle değilse de, ana fikir bu. Ben daha şimdi bunun yanına ne yazsam boş.



Harakiri kesin dönüş yaptı sahalara! Poşetten döndüler! İşte insanları evlilik dışı ilişkiye yönlendirdiği, tembelliğe sürüklediği gibi sebeplerden para cezası alan Harakiri, siyah poşete konulup satılmasına kadar varan istemler sonucu kapanmıştı geçen sene Haziran ayında. Sadece iki sayı çıkmıştı ve sonrası gelmedi, bir süre kahırlandım; çünkü gerek çizerleri (M.K.Perker (benim için yeterli) , Behiç Pek, Bahadır Boysal, Cengiz Üstün, Atilla Atalay, Faruken Bayraktare...) , gerek içeriği (çizgiroman ağırlıklı oluşu) ile bu aylık dergi bana ilaç gibi gelmişti. Şimdi tam bir senenin ardından bomba gibi bir sayıyla gelmişler. Perker'i görüp de hemen Galip Tekin'i aradı gözlerim yalan yok; ama arka sayfalarda bir sürpriz var ki. Haydi söylüyorum. Bak söylüyorum: En Kahraman Rıdvan. İki ay duracak raflarda, gidin alın. Evde okuyun, plajda okuyun, okuyun işte.

Hadi 90'lara gidiyoruz:


(İmza: Song Pop'ta rakibi kalmayınca ne yapacağını bilemeyip kendini YouTube'a veren insan)

Aile Salonumuz Yoktur


Dolabının kapakları bozuk sedir, sahildeki çay bahçesi, yosun kokulu hasır tabure, kenarları kırmızı boyalı çay tabağı, kumsala naylon poşet taşıyan dalgalar. Ve yeniden dolabının kapakları bozuk sedir... Ve yineden. Yine.


Sahildeki eski çay bahçelerinden birinde, o hasır taburelerden birine çöküverdi. O adamı kambur eden ama hani o babacan duruşa da pek meyilli, nemden eskimeye yüz tutmuş taburelerden birine. Kimseden size yer göstermesini bekleyemezsiniz orada beyim. Şef garsonun tek derdi değilsinizdir çünkü; orada çayınızı içer, o kenarları kırmızı boyalı çay bardağına bir lira bırakıp kalkarsınız. Ellisi karbonatlı kaçak için, ellisi de yosunlar ve deniz kabukları için. 

O yüzü çiçek bozuğu velet, insanı hayattan soğutan suratsızlığıyla; döke saça taşıdığı çayı, çarptı bıraktı masaya. Belli ki Ayhan Usta'dan yemişti yine şamarı. Belli ki yine bir tepsi dolu bardakla yere kapaklanmıştı, bakkalın kızına alık alık bakarken. Çayı bıraktı, adisyona bir çizik attı ve sonra ayaklarını sürüyerek bir tokat yemeğe daha gitti çocuk.

Bardağın yanına namuntazam serpilmiş iki kesmeşekeri bir kenara koydu, çay kaşığını da. Çay bardağını tabağından ayırdı, dökülen çayı bardağa geri boşalttı. Cebinden bir dal sigara çıkarıp tellendirdi. Yosun, dumanla birleşti, içeride yapılan bol yağlı handiyse kaşarsız tostun ağırlığını bastırmak için ne gerekiyorsa yaptılar; birinciliği de tütüne verdiler.

Hafiften nemli o çay tabağını küllük de yapardınız, kayık da. Sahilin kavruk gençleri okeye dönerken, yerlileri denize kıçlarını dönmüş, sesi kapalı televizyona ağzı açık bakarken; bu üçüncü sınıf aile çay bahçesine gelmiş olmak onu gerektirirdi çünkü. Pembe kağıtları peçete olarak kabul etmenizi, önünüzdeki dördüncü kez haşlanmış içkiye çay demenizi gerektirirdi. Orada bir küllük aramaksa düpedüz beylik taslamak olurdu. Salt, sahilin en münezzeh yerine kondurulduğu için; bunları kabullenmenizi gerektirirdi. Küller üstünüze damla damla damlarken yudumlardınız o çaydan; karşı koya bakarken laf etmesinler diye.

Eskiden buraya geldiğinde, sıkıntıdan ne yapacağını bilemez, kullanmadığı kesmeşekerleri çakmakla yakar, karamelize oluşunu izlerdi; her seferinde de parmağı yanardı. O zamanlar üzerinde sade gazoz yazan cam şişeden, içine iliştirilmiş pipetle kana kana gazoz içerdi; sırf babasına inat. Sırf babası çay içiyor diye, sırf babası kızıyor diye, sırf hasta olmak için; zıt koşmak için. Ne "beyaz kola" vardı şimdi dolapta, ne de babası karşısında. Sigaraya da sırf babası kızıyor diye başlamıştı zaten. Şimdi babası burada olsaydı, patlatırdı ensesine de feleği şaşardı. Buruk bir gülümseme konduruverdi suratına, çakıyla yarılmış gibiydi yüzünde ifadesi. Keyfi mi kaçtı, saygısından mı bilinmez; söndürüverdi telaşla sigarasını. Son dumanını da burun deliklerinden bırakıverdi sessizce. 

Ah ulan, oldu yine akşam. Yine çıkacaktı o merdivenleri, anason kokan o kapıdan geçecekti; kulağına Müzeyyen çalınacaktı, babası burnunu çeke çeke içecekti, yakamoza bakarak. O da odasına gidecekti doğrudan; o sert divanda uzanacak, divanın dolapları üzerine üzerine açılırken uykuya dalacaktı alışkanlıkla. Ya da olmayacaktı hiçbirisi, ah, olmayacaktı işte. Anason kokmayacaktı o koridor, babasından yadigar o balkon sefasını, ondan sonra hiç çekmedi. O balkonda oturup, radyodan polis radyosunu aramadı hiçbir zaman. O balkondan, yakamozun tadına hiç bakmadı, bakamazdı da babasının korkusundan.

Hasır tabureyi düşüreyazdı kalkarken, çay tabağına da elli kuruş fazladan bıraktı. Çiçek bozuğu suratlı velet meybuz alsındı bakkaldan; bakkalın kızını görsündü. Seri adımlarla çıktı çay bahçesinden, elleri cebinde, yalı boyunca yere bakarak yürüdü. Eve girdi, o sert divana uzandı. Üstünü örten de divanın bozuk kapaklı dolabıydı sadece. 

O kapak her sırtına düştüğünde, babasının köteği gelir aklına ve her gece rüyasında okkalı bir dayak yer muhakkak. Ve her gece uyanıp imsak vakti, bir sigara yakar, balkona çıkmadan.

(02.07.2011-Laf Aramızda)

Çaresizlik vücuda bürünüp karşıma çıksa, onu saatlerce hırpalardım. 

Araya giren mesafe her şeyi yeterince zorlaştırmıyormuş gibi bir de. Can dostuma, bana en ihtiyaç duyduğu vakitte el uzatamamak öyle gücüme gidiyor ki. Sanırım kendimi en güçsüz hissettiğim anlardan biri bu. Telefonun bir ucunda, yalvarır bir ses tonuyla tüm gün sürdürdüğü sessizliği bana bozduğunda, saçlarımı yolmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Bu, bir babanın çocuğuna istediği gofreti alamadan eve gittiğinde, çocuğunun yüzündeki ifadeyle yüzleşmesi gibi. Öyle gücüme gidiyor ki. Ona söylenenlere, ona ima edilenlere kallavi bir cevap verememek, hak edene iki tokat patlatamamak… Bir insanın özgüvenini paramparça etmek, psikolojisini sarsmak, kafasını karıştırmak, örselemek ne kolay. Boş boş konuşmak ne yaygın hastalık.

Ve bir insan sadece çok iyimser olduğu için en kötümser senaryolar ona biçilmişse, yapacak hiçbir şey olmuyor çoğu zaman. Çünkü hayat bir ayna değil, sen ona nasıl bakarsan, o da sana öyle bakmıyor. Başlarım kuantumundan da karmasından da. Karma, bana bir İstanbul bileti verebilir mi hemen? Yok. Konuşmasın o zaman.