Şşş, n'aptın ya? Ben şiştim. Bu geçtiğimiz bir haftanın da Allah belasını versin. İçim şişti yemin ediyorum, ne sıkıntı yaptı arkadaş. Sınavlar, proje sunumları, ödevler, gönül koyan gönül paresi dostlar, ağız burun kaydıran soğuk, uykusuzluk, garip rüyalar, falanlar. Velhasıl, bunların hiçbirinden bahsetmeyeceğim.

Öncelikle dünümü zehir eden şeyden başlamak isterim. The Tree of Life - Hayat Ağacı. İzlememiş olanlar da okusun, çünkü bu yazacaklarım, spoilerın dibine vurarak hayat kurtarmak olacaktır.

Aklı olan izlemesin. Kalbi olan gitmesin.

Cannes'da Altın Palmiye kazandığını, Brad Pitt, Sean Penn gibi isimlerin yer aldığını ve afişte bebek ayağı olduğunu öğrenince, ben ve iki civciv kanadı gidelim dedik. Hazır Pazartesi, bedavalı olsun dedik. İyidir, güzeldir dedik; onca filmi eledik, aldık biletleri girdik. En de öne oturduk ki ayrıntıları kaçırmayalım. Evet.

Güzel bir aile tablosuyla başlıyor film. Anne, baba, 3 velet, bir köpelek. Sanıyorsun ki, aile içi ilişkiler silsilesi göreceğim, bu aile bir hayat ağacı, dallanıp budaklanmış falan. YOK YA! Kesik kesik görüntüler geliyor ekrana, uzun siyah sessizlikler aralarında. Lan diyorsun, bir yerde bağlanacak bunlar, dur bakalım.

BİRİ ÖLÜYOR! Onu anlayabildik. Ölüm haberini mektupla alıyorlar falan. Onu anlayamadık. Anne kişisi sürekli Tanrı'ya yalvarıyor, "neden" diyor, "niçin bizi duymuyorsun?", "yoksa bizi görmüyor musun?" diyor, ama deli gibi de inançlı, zaten film İncil'in Eyüb 38: 4,7 ile başlıyor: "Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin? Sabah yıldızları birlikte şarkı söylerken, İlahi varlıklar sevinçle çığrışırken?" Anne yakarışlarına devam ediyor. "My son, my soul..." "Lord, Why? Where were you? Did you know what happened? Do you care?" virvirvir.

Neyse, bir süre şu müziklerle Tanrı arayışına, sorgusuna dayalı bir bölüm izliyoruz. Yoğun, çok yoğun bir arayış. Varlık ve yokluk sorgusu.

Sonra Sembolizmin dibine vurmak ne demekmiş görüyoruz. Amipler, çekiç balıkları, bir okyanus dibinden bir yeşilliğe çıkış, üç tane animasyonundan tiksindiren dinazor, sonra volkanik görüntüler, lav sesleri, gezegenler, Rorschach testi gibi şekiller, sperm ve yumurtalar, buzullar... ALLAHIM! National Geographic'ten hallice, her bir görüntüye bir yorum yapmaya çalışırken ambale olduğumuz yarım saatlik bir boşluk. Ziyan. Sabır taşı. Dinazorlara kadar döndüysen, bari insanoğlunun hayat tarihçesine geç. Dinazordan sonra ne diye çocuğu beşiğe koyuyorsun? Ulan var ya tek kelimeyle anlamsızdı.

Birinci bölümdeki yönetmen kafakarışıklığından kurtulup, ikinci bölüme geçiyor film. Çıkanlar oluyor tabi bu arada filmden. Bizim beynimiz uyuşmuş, küfür edip duruyoruz.

İkinci bölüm daha anlaşılır başlıyor. Daha bir hikaye kurgusu. Despot bir baba, naif bir anne, bir silik, bir sanatçı ruhlu -anasına çekmiş- bir de kişilik bunalımında olan büyük kardeş var ki bu da babasına çekmiş. Zaten filmin teması bu büyük kardeşe, kişilik bunalımına ve doğruluk ve inanç sorgusuna dayalı. Vermek istediği mesaj bu ama film ciddi anlamda bu mesajı taşımıyor. Altın Palmiye'yi neden verdiklerine dair bir sorgulamaya da biz başlıyoruz. "Oh Cannes, what've you done..."

IMDB özeti şuymuş filmin:

"The impressionistic story of a Texas family in the 1950s. The film follows the life journey of the eldest son, Jack, through the innocence of childhood to his disillusioned adult years as he tries to reconcile a complicated relationship with his father (Brad Pitt). Jack (played as an adult by Sean Penn) finds himself a lost soul in the modern world, seeking answers to the origins and meaning of life while questioning the existence of faith."

Böyle anlatınca ne hoş. Sean Penn'in büyük kardeş olarak, kendisini arayışı falan da fikren güzelse de tam bir fiyasko olmuş. İki dakika boyunca dağ tepe düz gidiyor. Ne o, filmde oynadım. LAYÜRÜ!

Filmin ne bir amacı var, ne bir mesajı var, ne de bir perspektifi. En sonunda herkesin küçüklü büyüklü, sonsuza yürümeleri ise klişelerin şahı olmuş.

Koy yüzlerce saçma görüntüyü ardarda, hayalgücünü kullan yorum yap, yorum yapamadığına da yapıştır sürrealist yaftasını, gönder gitsin. Anlamayan sanattan anlamasın, anlamış gibi yapanlar entel gözükmeye çalışsın, anlayan varsa da Cannes'da en iyi film ödülünü versin. "Anlamadık dersek ayıp olur, biz anlamadığımıza göre altında çok güzel şeyler var, ödülü buna verelim, salak yerine koymasınlar bizi." Ya bi' s...

Hayır zaten Kentpark'ta ne zaman filme gitsem böyle oluyor. Ejderha Dövmeli Kız'ı da orada izledim. Onda da tansiyonum fırlamıştı. Allah'ın cezaları ya.

Yine de oyuncu seçimleri, müzikler ve kimi replikler güzeldi bak hakkını verelim. "Mom, dad, always you wrestle inside me."

Ama tabii ki bütün bunların bir açıklaması varmış. Civciv kanatlarından biri açıklamasını yaparak, biraz olsun mana yüklememe yardımcı oldu: Adam MIT'de felsefe okumuş (belli anasını satayım ya), kardeşi gitar eğitimi almak için gittiği İspanya'da intihar etmiş (bu ölümün, ölümün haberinin gelişinin ve gitar temasının sembollerini açıklıyor) adamın 3. karısı da rahibin kızıymış, ondan öyleymiş falanmış.

Yine de o zaman öyle anlatsaymış, biz ne bilelim lan!?

NEYSE.

Sonralıkla dünümü kurtaran şeyden biraz bahsedeyim. O kafayla çıkıp bir de tiyatroya gittim. 16. Ankara Uluslararası Tiyatro Festival'i kapsamında, onlarca oyun geldi bu sene. Festival'in son günü Alevli Günler'e biletim vardı. İstanbul Halk Tiyatrosu'ndan kopup gelen fevkalade insanlar.

Cem Davran, Erkan Can, Yıldıray Şahinler, Bahtiyar Engin ve çok samimi söylüyorum hayatımda izlediğim en güzel oyun.

Bir fırsatını bulursanız mutlaka izleyin. Hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum.

Türkoloji Profesörü olan Tarık Öztürk, bir Şaman'dır. Gök Tengri'nin onu Şaman seçtiğine ve ateş cinlerinin ruhuyla bütünleştiğine inanır. Evine girişinden, yirip içişine kadar herşeyin başında bir ritüeli vardır. 20 senedir hiç sönmediğini sandığı bir ateşi vardır ve öldükten sonra da yakılmak istediğine dair de bir vasiyeti.

Çoğunluğun hakları, azınlığın yoksayılması, inanç hürriyeti ve devletin inanca çoğulcu bakışı, inceden giydirme ve göndermelerle mükemmel anlatılmış. Oyuncuların yeteneği ve doğaçlama eklemeleriyle daha bir tempo kazanan oyun, Erkan Can'ın bıyıklı memur kadın rolünde sahneye çıkmasıyla bir duruyor. Hem seyirci hem de sahnedeki tüm oyuncular gülmekten yerlere yatıyor. Oyun bir süre kahkaha arası veriyor.

Eh Ankara seyircisine de oyunda ara ara iltifat geliyor. Ehm.

Daha fazla anlatırsam oyunun ruhunu kaybedeceğini düşünerek, önerip bırakıyorum.

İğrenç bir haftayı izleyen iğrenç bir film ve fevkalade bir oyun. Nötrlenen bir gün.

Kafamı toplayayım da bir yazı daha gireceğim.

vizeye gittim, gelicem.

Günler daha bir güzel geçmeye başladı şu sıralar.



Şu haftayı bir atlatalım da. Şey yaparız olmadı, haberleşiriz ya.

Çay iç bi'şey iç?

bakla

Bir yere oturdunuz. Bir cafe, bir bekleme salonu artık her neyse. Eğer etrafınızda, gözünü kırpmaksızın tavanla duvarın kesiştiği yere bakan, ağzı yarı açık güler halde kalmış insanlar varsa... Biliniz ki orada AKILLI TV var! Allahım, bu nasıl bir beyin kontrolüdür yarabbi! Göz teması kurduğun an seni ele geçiriyor. Gözünü bir dakika ayıramıyorsun; çünkü her an bir önceki izlediğinden daha komik bir görüntü gelebilir. Bir bebek poposunun üzerinde emekliyor. AMAN NE KOMİK! Köpek koşturuyor falan, amma komik ha. Ulan başka zaman olsa dönüp izlemezsin bile, orada ama, omurilik soğanına felç gelmiş (o nasılsa artık) hala bakıyorsun o ekrana. Laf anlatıyoruz şurda iki dakka bana bak BANA! Te allaam ya. Bir de onu anlatmaya uğraşanlar var. İzliyor, gülüyor, sonra anlatmaya uğraşıyor. Komik değilmiş gibi, sen gülene kadar tekraaaar tekraaaaar anlatıyor. Kıçı başı ayrı oynuyor anlatırken, ağzından tükürükler fışkırıyor, gözlerinden yaş gelmiş. Usanmadan canlandırıyor orada ne gördüyse. GÜLMÜYORUM ULAN İŞTE! KOMİK DEĞİL! Akıllı TV, senden nefret ediyorum. Umarım bir arkadaşımı daha ele geçirmeden uydu bağlantın kopar. Pis.

"Kafanızın içindeki hayat ne derece açılır saçılır, gelişirse; dışındaki hayat o derece kapanır ve mendeburlaşır."

Son zamanlarda insanlar şu "vintage" muhabbetinden iyi ekmek yediler ha. Antika, eski moda, elden düşmüş şeyleri "retro" ayağına yedirdiler millete. Hıyarım var diyene bir avuç tuzla koşan kıyamet kadar insan varmış. Farklı olalım derken bokunu çıkardınız lan iyice! Bunu büyük ihtimalle öngören bir teyzemiz, hem evdeki eskilerden kurtulayım, hem de para kazanayım dedi, götürdü bütün bozuk, eski model elektroniklerini, mekaniklerini Samanpazarı'na, Çıkrıkçılar Yokuşu'na, sattı. Sonra bütün yaşlı arkadaşlarına anlattı. Toz almaktan imanı gevşemiş bütün arkadaşları da aynı şeyi yaptı. VE... Piyasada inanılmaz bir antika arzı oluştu. (Buna S diyelim) Ellerinde yüzlerce eski şey biriken eskiciler, Kemal Amca'nın çay bahçesinde bir kartel oluşturup "bunları nasıl pazarlayabiliriz" konulu bir panel gerçekleştirdiler. Çok basitti. Bunun "moda" olduğunu yayacaklardı. Vintage4eva, Retromania, Differenceinoldtimes gibi çok çoook havalı isimlerle sosyal ağlarda yer buldular. Bir süre geçti, ki buna iktisatta Atalet Süresi diyeceğiz çocuklar, bu süre içinde oltaya gelmeye başladı insanlar. Arz fazlası yavaş yavaş Taleple karşılaşıyordu. (Buna da D diyeceğiz.) Millet çıldırıyordu. Giyimden bahsetmiyorum. Çalışmayan pikapları, gramofonları, dünyanın ilk radyolarını falan satın alıp odalarına koyuyorlardı. Böylece piyasa canlandı. Bundan ekmek yemek isteyen bir grup genç girişimci, retro mekanlar açmanın büyük kazanç sağlayacağını düşünerek, konsept barlar, kafeler açtılar.

System Requirements:

-Eski mobilyalar, eskisi bulunmazsa hırpalayarak eskitilmiş masa sandalyeler
-Çalışmayan radyolar, tüplü televizyonlar(ne zaman eskidiyse anasını satayım)
-Pikap, gramofon, daktilo, plak, zart zurt.
-Her bir duvara elli sekiz tane düşecek şekilde Marilyn Monroe, Audrey Hepburn tabloları, posterleri.

Nasıl bir özlem varmış demek ki, bir hayli tuttu bu mekanlar. Sonuç olarak S ve D buluştu. Mükemmel denge sağlandı! Hail Adam Smith!

Ama artık YETER! Bıktırdınız, tiksindirdiniz. Artık hiç de farklı değilsiniz. Kimse kusura bakmasın ama kafamı çevirdiğim her yerde Monroe görmek istemiyorum. Pastan kirden gözükmez olmuş bir pikap daha görürsem kafanıza çalarım. Değişik falan da değil. Eski lan işte. Eski moda. Bozuk. İhtiyaçtan satılık. Elden düşme. Milletin çöp diye attığını tepemize çıkardınız.

Bir arkadaşım eskiden olur olmadık zamanlarda defterlerimin arasından çıkardı. Ben görmediğim zamanlarda defterlerimin, kitaplarımın ileri sayalarına küçük notlar düşerdi, ben o sayfalara gelince tebessüm ederdim falan. Güzeldi. Artık beni arayarak bile şaşırtamıyor. Hayat gailesi hepimizi yuttu, tükürdüğümün modern zamanlarında.

Okuyacak binlerce kitap birikti. Aldım da aldım. Hepsini birden okumak istiyorum. Aynı anda hepsinden birer sayfa okumak istiyorum. Ama öyle yapınca birinin karakteri çıkıp diğerininkiyle yer değiştiriyor mesela. Bana oyun yapıyor piçler. Neyse sıradan devam edeyim en iyisi. (içses: Vergi Hukuku'ndan başlamaya ne dersin?!)

Okeyde yerdeki taşı çekmeyip ortadan taş çekmek. Ve daha iyisinin gelmemesiyle oluşan pişmanlık. "Keşke"ler böyle böyle giriyor hayatımıza işte. İlle bir risk alınacak.

Dün hayatımda ilk kez yüzük aldım. Evet, ilk yüzüğümü şu yaşımda aldım. Ve bilginiz olsun, kulaklarım hala delik değil. Takı takmanın anlam(sızlık)ı üzerine yıllarca tartışabiliriz. Ama yüzüğümü tenzih edelim. Galiba ona biraz ısındım ben.

Tez okumak dünyanın en mide bulandırıcı şeyi olmaya başladı. Bir tezimsi yazılacak diye 48 tane -ki tanesi 100 sayfa desek- tez okuyup, içinden üç beş cümle çekip çıkarmak. Seminer diye ders mi olur ya!?

Kütüphanede çalışırken, uzun süren sessizliğin ardından, "bi çay içelim" " bi ara verelim" "hadi sigara içelim" "az hava alalım" diyen girişimci insanlar, ardınızdan sürüklediğiniz kitleler size şükran borçlu! İçelim anasını satayım! Bi' çay içelim!

568 çeşit içeceği bulunan yerde menüye bakmayıp 'düz çay' dediğim için aforoz edildim. Affımı istiyorum. Çaykur olsun.

Dinleyelim