bak bi'

Bence şu zamana kadar akıl edilmiş en güzel şeylerden biri kitap numunesi (sample) dir. Parfümü almadan önce denemek için bir tüp deneme boyu verirler ya, işte Doğan Kitap'ın da en güzel hizmeti, piyasaya çıkacak yahut yeni çıkmış kitapların deneme boyu kopyaları (el kadar, 15-20 sayfa) kasaların yanında bedava duruyor. Hem kitabı almadan önce bir fikir ediniyorsun, hem de subjektif yorumlara gerek kalmadan kendi kararınla gidip alıyorsun ya da almıyorsun. Şimdiye kadar Jean-Christophe Grange okumamıştım, kitabevlerinde sürekli görüyordum çoksatanlar bölümünde. Belki o sebepten belki de hiç tavsiye edilmediğinden hiç almaya yanaşmıyordum. Çoksatanlar listesine ayrı, ölmedenönceokumanızgereken100kitap önerilerine ayrı sinir olurum çünkü. Kime göre arkadaşım, sana ne bi' kere? Neyse. Yine de bir fikrim oldu. Farklı olduğunu söyleyebilirim, erkek bir yazarın bir kadın karakteri kalemiyle başarılı biçimde yarattığının daha başka örnekleri de var tabii, eğer kitabın tamamını alıp okursam, bunun da ne denli başarılı olup olmadığını anlayabilirim sanırım. Kitap numunesi güzel şey nitekim.

Sonisphere'e gidemeyip, "olsun lan, seneye ayrın meydın geliyomuş, seneye kesin gideriz" , "şimdiden her gün bi kenara birer lira biriktirsen, iki kere gider geliriz olm!" şeklinde züğürt tesellileriyle avunanlar varsa elime mum diksin. Zaten Scorpions konserine gidicem ben. peh.

Post-rock sevenler için gelsin; God Is An Astronaut yeni(Mayıs/2010) albümü dinlendi, onaylandı.

Türk Rock sevenler için gelsin; U-Dönüşü. En son Pilli Bebek albümü aldığımı düşünürsek, uzun zamandan beri severek dinlediğim ilk türkçe şarkılar diyebilirim. Daha yeni çıktığından pek duyulmamış olabilirler ama 20, 30 saniyelik tanıtımlarını dinleyerek şarkılar hakkında fikir sahibi edinebilirsiniz. Ben sevdim, buyrunuz.

Vizyondakiler'i tüketenler için gelsin; Çılgın Bir Gece (Date Night) izlendi, onaylandı. (adam gibi film olmadığı için, elimiz mahkum gittiğimiz, "romantik komedi gibi duruyo ya, üff." şeklinde bıdırdanarak son dakika girdiğimiz filmde, komple güldük. Recep İvedik'ten bu yana böyle gülen seyirci görmedimdi. Güzeldi ama, eğlenceli.

Kafelerde barlarda duvarlar dolusu plazma ekranlarda maç gösterilmesini anlarım. Genelde kız arkadaşıyla öpüşen abilerin tek gözü ekranda olur falan, garip hadiseler. Ama "kopulan" gece kulüplerinde de maç gösterilmesi, çok manidar. Arkadaşın doğum günü için gittiğimiz mekanda, bi' yandan fındık fıstık yiyip bi yandan maç izlemek daha manidar. Madem dans edemiyorum, izleyeyim. Finale yaklaştıkça heyecanın artması, Maradona için Arjantin'i destekleyenler, hakemlerin kararlarına küfür savuranlar- ki bu sefer haklılar- , bir yandan maç izlerken bir yandan sevgilisine ofsaytı anlatmaya çalışan gergin adamlar, futbol muhabbetinden bunalmış insanlar, "o vuvuzelayı sokucam bi tarafına ha!" haykırışları, Üründül harikaları, "Veron hiç değişmiyo lan, adam senelerdir aynı." diyen bin kişi bulabilirimcilik, ve nicesi. Ya da tek bi cümle:

Belki de Gary Lineker’in dediği olur: “Futbol basit bir oyundur. Top bir oraya, bir buraya gider gelir ve sonunda Almanlar kazanır." (via Yekta Kopan)

Almanya 4'ledi diye değil, yenerlerse biz de yenmiş sayılırız ondan.

vız

Yaz gecelerinin en büyük derdinin sinek olduğu, herkes tarafından kabul edilen bi' gerçektir. Daha büyük dertleriniz varsa da bilemeyeceğim, bir iktisatçı gibi davranarak ceteris paribus demek zorundayım o halde. Evet, sinekler. Işığı görüp, sinsi gibi gelirler. Işığı kapatınca, bilgisayar ekranına yapışırlar. İmleçten kaçarlar gerizekalılar, ama sonra alışırlar. Masadaki not kağıtlarıyla, dergilerle falan öldürdükçe daha fazlası gelir. Oyun oynarken odaklanırsın, suratına doğru gelir, sana savaş simülasyonu yaşatır gecenin bi vakti. Ensende, kolunda falan gezinir. İt. (Bunların akrabaları sabah "vız vız" demek suretiyle, kulağınıza doğru türbülansa geçerler, ta ki siz uyanana kadar.) Işığı açman gerekir, ama cam açıktır. Camı kapatıp ışığı açarsın. Bu sefer de inanılmaz sıcak olur içerisi. Allah da belasını versin böyle paradoksun ya! Kimisi tel taktırır penceresine, rüzgarı kesse de etkili bir yöntemdir, ama evin diğer odalarından da sinek gelebilir. Sinekkovarlara karşı bağışıklık kazanmış mutant sinekler var burda. Kısacası yazın cereyanda bilgisayar keyfimin içine ettiniz, Morgan Freeman'dan gelsin : "Shoot that mother fucker!"

Bi' de ufak örümcekler türedi son zamanlarda. Hatta bazen anneleriyle falan geliyolar odamın duvarlarına. Anne önde, bunlar arkada. Aman ne güzel! İncecik bacaklı, hızlı hızlı yürüyo, gözden kayboluyo bi süre sonra. Takip ediyorum ki çıktığı anda ensesine ensesine geçireyim gazeteyi. (Hiç tavsiye de etmem gazeteyle vurmanızı, çünkü duvarlar kirleniyor, annem çarkıma tükürdü mesela. Terlik kullanınız, 45 numara "malibu" yazan tuvalet terliği.) Bir süre araknafobi mi var lan bende? kuşkusuyla sarsıldım ama sonra bu tür bilmemnefobi leri insanların kendi kendilerine inandırdıkları şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Her şey beyinde bitiyor arkadaş. Höm. Örümcek mi lan şu?! Ben şimdi se...

Böcek sinek seven insanı da anlamam. Sinek seven insan bi garip gerçi. Sevmesi de ayrı bi garip. Ama şöyle insanlar da var ki, karınca falan görünce ille onu parmağıyla alıp kolunda gezdirecek. Nasıl kaşıntı başlıyor bende o anda, anlatamam. Bi de diyo ki, bi kere dokunsan, alışırsın diyo. Denizde havuzda "bi hızlıca bütün vücudunu sokunca alışıyosun" mantığı. Ya saçmalama. Gezdiriyo vücudunda böyle. Aman doğayla iç içe, ne sempatik!

Yazacak bişey bulamayıp sırf sinek böcek yazmak da hoş oldu tabi.

Sinekten "vız" a ordan vuvuzelaya ordan dünya kupasına ordan nba finaline ordan da hiç bir yere bağlamak istedim de mecalim yok. Hadi sonra şey yaparız onu, hallederiz, hati!

ba-bet. bok.

Japonya'da her gün metroya bilmem kaç bin insan biniyor. İniyor. Biniyor. Gidiyor. Gidiveriyor, 5-10 dakikada. Lakin ben, bu kadar insanın bir bildiği olmalı demek yerine, metroyu bugün sadece 2. kez kullandım. Tabii ki bunun türlü nedenleri oldu, kullanabileceğimiz bir muhitte oturamadık hiç, ya da çalışması yüzyıllardır devam eden metro inşaatları oldu vs. Nitekim konumuz bu değil.

Uzun mahlasını her fırsatta dile getirdiğim insanevladı ( ki biz ona kısaca duyd deriz) ile bugün farklı sıfatlara layık bir gün geçirdik. Bu günün aksiyonu da şüphesiz metro oldu. Hayatında kim bilir kaç kez kullanmıştı metroyu, o alt geçit labirentinde oklara falan bakmadan istediği yere çıkabilirdi, pasif skill : bu yolların ustasıyım... Neyse, beşer şaşar, bir süre idrak edemedik, "ulen ya yanlış biner de Batıkent'e falan gidersek?!", "olum İvedik neresi lan?!" (bu benim, meyneket nere diyenlere iç rahatlığıyla Ankara diyebilen ben.) falan filan. Sonra yüreğimizin sesini, biraz da etraftaki insanları takip ettik, bindik. Seinfeld, How i Met Your Mother'dan falan metrolu bölümleri hatrlayıp güldük, bi gülmede vardık Akköprü'ye.

Japon yapıyor.

Yazın geldiğini ve giysi dolabında bir şey olmadığını farkeden iki vandal olarak, alışveriş merkezine dalıyoruz. Almayacağımız zilyon şeye elimizi sürerek geziyoruz mağazalarda. Almak istediklerimizi bulamadık, bulduklarımızı alamadık. İkimizde birbirimize bi'şeyler gösterdik, ikimiz de birbirimizin gösterdiği şeyleri beğenmedik falan filan.

Mağazada Billy Jean çalıyor.

Benim topuklu ayakkabı giymem ya da giymemem konusu üzerine pros & cons çalışması yapıyoruz. Bir mağazada herkese yukarılardan bakmak, önce mutant gibi hissettiriyor. Daha sonra duyd "yanımda durma" diye benden kaçınca, dosyayı kapatıyoruz.

Her fırsatta babet denedi. Ben babet sevmem. Her fırsatta babet denedi. Babetten nefret ederim. Babetler için "aklını çıldırdı" ama benim "aklım çıktı". Babet giyince o parmak ayrım çizgilerinin gözükmesi, beni çıldırtıyor, ayaklarının arkasını vuruyor, pamuk koyuyorlar, ya da ten rengi çorapları kırış kırış gözüküyor, ya da 45 numara gözüken ayaklar çıkıyor meydana, ya da ya da sarı yeşil falan giyip iyice öldürüyolar beni. Ama o umursamıyor, denemeye devam ediyor. Babetli kızlar geliyor sonra, ayaklarını sürüyerek yürüyorlar. Sürüme şu ayağını seni lanet olası diyorum ve elimdeki topuklu ayakkabının topuğuyla kızın ağzını burnunu yamultuyorum. Sonra duyd uyandırıyor beni, gezinmeye devam ediyoruz.

Babetten tiksiniyorum.

Şükürler olsun ki babet almıyor, bir şeyler alıyoruz. Yorgunluktan ölüyoruz. Münüş'le, Hala'yla, Burak'la tanışıyorum. Aile fertleri, isimlerini her gün duyuyorum ama tanışmak tam da o ölgün ana denk geliyor. Mutlu oluyorum. Çok güzel, ışıl ışıl gözleri olan insanlar, kafamdaki izlenimlerle birleşince "olağanüstü" bir hal alıyorlar. (ama küçük beni sevmedi.)

Küçük ollie yapıyor, kaykay düşüyor.

Sonra poşetlerle dolu eller, ayaklardan aldıkları emirle eve doğru yola koyuluyorlar. Metroya tekrar biniyorum, tedirginim. Metroya bindiğimde ölecek gibi oluyorum, içeride onlarca insanın soluduğu müthiş boğuk bir hava var, yüzüme vuruyor, nefes alamıyorum, çok sıcak, çok bunaltıcı. Sıkıntılı. Her an bir kaza olacakmış gibi hissediyorum, kalbim çok hızlı atmaya başlıyor. Terliyorum, terler boşalıyor şakaklarımdan. Pencere yok mu, ne kadar da havasız. Boğuluyorum, yeraltındayız ve ufacık bir sarsıntıyla ölebileceğimi biliyorum. Toprağın altındayız. Ölümü çağrıştırabilecek her şeye sahibiz. Ölüm yanımda oturuyor, babet giymiş. Allah belasını versin, tekmeliyorum onu, elime ne geçerse vuruyorum kafasına. Allah belasını versin, sürüme şu ayaklarını! Sonra yumuşak bir tonla kadının biri "Kızılay" diyor, havaya ulaşabilmek için koşuyorum, merdivenleri koşarak çıkıyorum, yürüyen merdivenle çıkanlar hayretle bakıyorlar bana, hızımı alamıyorum, koşuyorum. Temiz hava, derin derin nefes alıyorum, yeniden doğmuş gibi, şükürler ederek. Bir daha metroyu kullanır mıyım onu bilmiyorum, lanet ediyorum.

Otobüs geliyor, biniyorum. Binalar geliyor, ağaçlar geliyor, ışıklar, insanlar geliyor.
Evim geliyor, iniyorum.

gu-doo

Finalleri şöyle böyle geçmiş bi insanın iç buruntusu, tatile girecek olmanın getirdiği huzur hissi, her şeyi hddsi olan birinin hddsi çöktüğündeki pislik duygular ve transkriptin açıklanmasıyla içteki kutlama duygusu. Bütün bunlar, bendeki çoklu kişilik bozukluğuna işaret değil belki ama en azından yek bana işaret. Evet, bunların hepsi bende. Duygu arşivimde tek tek raflayıp düzenlediğim hisler, depremde raflardan dökülen kitaplar gibi dibi boyladılar, ve onları yeniden dizemeyecek kadar tahammülsüzüm.

"Dana pirzolasını galeta ununa bulamanın zorluğu yetmezmiş gibi, bir de bu insanlar benden hayatlarını düzeltmemi istiyorlar."

Bir dizgi hatası sonucu karar mekanizmasının sahibi bir mesih haline gelen bir adamın cümlesi bu. Annem eline bir kitap geçtiği zaman ilk yapacağı şey, açıp son sayfasını okumak olur. Sabırsız mı tembel mi henüz çözemedim. Ama ne hissettiğini bugün tavsiye üzerine aldığım bir kitap aracılığıyla anlamış oldum. Siz hiç son sayfadan başlayan bir kitap gördünüz mü? 290'dan 1'e doğru giden, sonuçtan nedenlere bir rota izleyen bir kitap, yani bir Gösteri Peygamberi. Daha fazla bir şey söylersem büyüsünü kaçıracağımdan korkuyorum o yüzden önce Chuck Palahniuk'e sonra da dünyanınengüzelburunluinsanı'na birer limonata ısmarlarım, isterlerse.

Daha önce de dediğim gibi, bir şeylerle meşgulken "hadi!" lenmesinden hoşlanmıyorum. Elimi ayağıma dolandırmayın, iki dakka insan olun ya! Evet sana diyorum, o burnunu koparırım. Zibidi.

Bugün çılgınlar gibi yağmur yağdı. Koca bir hafta içinde yağmur yağabilitesi en yüksek günde buluştuk ve otobüsüne binen gitti binen gitti, şemsiyem var diye 40 dakikadan fazla otobüs beklemeye mahkum oldum. Hava karanlık, sokak lambasının ışığı ve ışığa bakınca görülen, şemsiyeye düşüp de "pıt pıt" sesler çıkaran yağmur damlaları, kulaktaki dinlendirici melodiler ne kadar güzel bir atmosfer yaratsa da, 40. dakikadan sonra o ambiyans hiç bir boka yaramıyormuş, onu da anlamış oldum. Neyse, o yağmurda empatinin doruklarına ulaştığım için durakta bekleyen herkesi şemsiyemin altına almak istedim. Hatta şemsiyeyi vereyim, ben ıslanayım hiç problem değil. (evlatlarım! diye bağırııığr!) Fakat himaye altına aldığım herkes mi filozof olur arkadaş? Atina'da mı doğdunuz hepiniz, bu nasıl bi kafa bu nası bi ruh hali. Yağmurdan mı oldu noldu böyle bi anda? O an kendimi o şemsiyeyi tutarken, muhabir gibi hissettim. Biri gidiyo diğeri geliyo, felsefeye devam ediyo falan. Ha, herkes de binip binip gidiyo ha. Durak içinde durak olmuşum ben zaten, bekleme köşesi. Defolun gidin lan, konuşmayı biliyosunuz, bedava terapi, bi taneniz de dedi mi, sen nereye gidiyosun. (O palyaço benim- the pagliacci) Son ayrılan teyze de şair çıktı, otobüse binerken coğrafya öğretmeni ve iklim analisti oldu, sonra da ne bok oldu bilmiyorum.

Şunlarla da noktayı koyayım diyorum.

"...Dışarıdaki dünyada kadınlar saç renklerini değiştirme gücüne sahipler. Ve göz renklerini. Ve dudak renklerini...
...Dışardaki dünyada insanlar kuşları evlerinde tutuyorlar...
...Dışardaki dünyada televizyon denilen ruhlar, insanları evlerinde ziyaret ediyor, radyo tabir edilen şeyler vasıtasıyla insanlarla konuşuyor...
...Bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlar..."