360

Hayat çok çok basit. Aslında herkesin günün birinde kurabileceği bir cümle bu. Hayat çok boş. Ölüm çok yakın. Aynen bunlar da öyle. Aslında pek klişe de sayılmazlar. Eh, belki ilk bakışta çok sıradan, çok bayıcı gelen cümleler. Ama yaşananların üstüne kurduğum zaman cidden çok çok anlamlı oluyorlar. 


Zaten genellemelerle işim yok. Kurduğum cümleler tek kişilik. Burun kıvıracakları dışarı alalım. 

Uyduruk uyduruk şeyleri kafaya takıp binlerce beyin hücremi sıkıştırarak patlatma girişimlerim hep olmuştur. Bundan sonra da olur, netice itibariyle değişime uğratamayacağım bir özelliğim. Fakat ne boş beleş şeylere kafa yorduğumu bugün yeniden anladım. Ne kadar boş beleş şeylere kafa yorduğumuzu. 

Aman hepimiz her gün ne zorluklar yaşıyoruz, azıcık zorlandın da filozof mu kesildin diyenler de olur muhakkak. Tekrar edeyim, sayfayı kapat kalbini kırmayayım. 

Ölüm var. Uzak yakın, kısa uzun, sancılı, ani, beklendik beklenmedik. Aslında tamamiyle beklendik bir olgu. Fakat unutuyoruz. Ya da düşünmeyi erteliyoruz. Tıpkı diğer can sıkıcı şeyleri ertelediğimiz gibi. Başımıza gelmeyecekmiş gibi. 

Bugün varlığını hissettirip gitti. Bir yoklamaydı belki. Bir uyarıydı ya da. Bir işaret. Bir tesadüf. Dikkatsizlik. Her nasıl inanıyor ya da inanmak istiyorsanız işte. Bense bilemiyorum. Sadece tek bir şeye odaklandım. Her an her şey olabilir ve bunu görmezden gelemem. Bu. Bu kadar. 

Elim ayağım titrerken de sakin kafayla oturup düşününce de sadece bu geldi aklıma. Bir anda bitebilir her şey. Çok kısa bir sürede. Milisaniyenin de binde birinde. O an kimsen yok. Hiçbir şeyin yok. Hiç kadarsın. Varsın ya da yoksun. Önemsiz, gereksiz şeylerle dolu kafanın içinde sadece korku var. 

Gözlerinin önüne sınırlı sayıda şey geliyor. İki üç insan. Film şeridi falan hikaye. Önündeki emniyet şeridini bile takip edemezken neyin filmiyse o. 

Ve bunu paylaştığınız hiç kimse sizin kadar dehşete kapılmıyor. Belki basit geliyor belki küçümseniyor korkunuz. O biraz can sıkıcı. Tıpkı şu an sadece hikayenin sonuna gelebilmek için hızlı hızlı bunları okuyanlar gibi. O da biraz can sıkıcı. Empati falan beklemiyorum elbette, olayı büyütmeye de çalışmıyorum. Gelmeye çalıştığım nokta, şu hayatta en büyük vefakar da olsa, insanın tek önceliği kendisi. Ama onu da hayatının büyük bölümünde dikkatsizce düşüncesizce yaşıyor işte. Sonu yokmuş gibi geliyor. 

Ama ben baştan söyleyeyim. Sonu var. Hem de fevkalade yakın. 

Kabak Çekirdeği

Kabak çekirdeğini tek hamlede açıp yiyebildiğim gün... İşte biiiz ooo güüüüün tükeneeeceğiiiiiz. Açamıyorum köpoğlunu ya, kabuğu yarısından kopar ben onu yutarım öksürürken öleyazarım, sonra elimle içini çıkarmaya çalışırım da yarısı çıkar yarısı kalır biraz ufalanır. Bi rezillik. Evde çok pratik yaptım. Kimseler yokken dedim şuna bir çalışayım. Odama kapanıp saatlerce yarım kilo kabak çekirdeğini mundar ettim. Yok arkadaş olmuyor yani demek ki. 

Mesela dedem. Vay benim can dedem. Ben kendimi bildim bileli dedemin tercihi hep kabak çekirdeği olmuştur. Öyle muntazam çitler ki aklını çıldırırsın. Ben izlerim onu dikkatle de o sonda bi hareket yapıyo alelacele atıveriyo ağzına. Onu bi çözersem bu iş tamam bence dedem gizli formülü biliyor ve benden saklıyor. Bence bunun sırrını bilenler de kimseye söylememekle yükümlü. O yüzden öyle güzelce sorunsuz kabak çekirdeği çitleyebilen insan sayısı çok az. Kabak çekirdeği unboxing videosu yayınlandı mı ya?! 

Tabii kimisi de çitleyip içindekini bana veriyor, orada da balık tutma mevzularına girer miyim bilmiyorum karışık duygular içindeyim ama yapacaksanız da çekirdeğin içini dişinizden ağzınızdan çıkarıp vermeyin rica ederim. Seviyoruz dedik de biz de insanız o kadar da ölmedik. Yemeyivereyim ölmem yani. Yok yok sen ye ya ne zahmet ediyosun. Ya ye sen hiç yiyemedin bana vericem diye. Sevmem zaten ya çok. Şey salyan uzadı da hep çünkü ehehe. Aaaa leblebi yiyeyim ben ya ehehe. Ehhööhöğğğğ...

Beyaz leblebi ile de yıldızım hala barışmış değil. Barışkın (shakerda kelime yaptım) olanlar varsa da pek rastlamadım. 

Beyaz leblebiler kuruyemiş kasesinin dibinde en sona kalmaya mahkumlar. 

Tıpkı... (Yılış yılış bir sona doğru peygamber vitesiyle giderken manevra yapayım) Öyle işte. Karışık kuruyemiş alıp da kaypaklık yapmayın nolur ya. Fındığı ayrı al, antepi ayrı al, istediğimi yiyeyim ben. İlle de karıştırayım dersen renkli tatlı leblebileri bi ayrı bi kese kağıdına koy midesiz kuruyemişçi. Pis be. 

Antepleri de hep komple kapalılardan seçip de koymuş. Soğan gibi vurup mu açalım, mengeneyle mi oturalım napalım?! 

"Ben küçükken leblebileri kolanın içine atıy..." EVET ÇOK FARKLI Bİ ÇOCUKLUKMUŞ GERÇEKTEN SÜPER EŞSİZ KURUYEMİŞ MUHABBETİ VAY ANASINI! 

Kuruyemişi de ısıtıp ikram eden komutan ne güzel komutan, çayları senkronize dolduran albay ne güzel albaydır. Albayım. Olric falan. Havalı bitiş. 

Mola Tutkusu

"...iniz?"

"Hı?"
"...er misiniz?"
"...Hı?"
"Çay kahve, bir şey içer misiniz diyorum beyefendi?!"
"Ha... İyi ver hadi çay ver..."

Ellerini yumruk yapıp gözlerini yarım dakika kadar ovuşturduktan sonra çayı muavinin elinden aldı. Amma da uyumuştu. Ama otobüsün dijital saatine baktığında, sadece on iki dakika geçtiğini farketti. Dökülmesin diye yarım doldurulmuş çayı iki yudumda bitirdi. "Bir sonraki gelişinde kesin kahve isteyeceğim" diye düşündü. Ama yine isteyemeyecekti. Çünkü kahve isterse muavin bir araba dolusu soru soracaktı." Şekerli mi olsun sade mi olsun üçü mü bir arada olsun beşi mi? Hem sütlü mü olsun diyor evet deyince de süt tozu var ama diyor. Süt tozu varsa niye sütlü mü olsun diye soruyorsun ki. Leblebi ister misin diye sorup eline leblebi tozu boşaltıyor muyum ben senin?" Düşündü düşündü ama zaten muavin de tekrar geçmedi. 

Otobüs küçük şehirlere konan ek sefer otobüslerinden farksızdı. Yanyana iki koltuk maksimum bir buçuk kişiyi alırdı. O da bu yüzden her seferinde iki kişilik bilet alırdı. Halbuki o parayla uçak bileti de alabilirdi ama hava alanı ulaşımını da üstüne koyup hesaplama yapıyordu ve uçakla giderse 8 lira fazla vereceği sonucuna varıyordu. Mola yerinde yediği haşlamaya verdiği, tuvalete verdiği, Çorum'dan geçerken mutlaka aldığı leblebiye verdiği paralar kaç sekiz lira ediyordu belki de. Ama kesinlikle yanaşmıyordu uçak bileti almaya. 

Sebebi sekiz lira falan da değildi aslında. Sebebi önüne geçemediği bir tutkusuydu. 

Sebebi mola verildiğinde sigarasını daha otobüsten inerken yakıp mola yerindeki insanları incelemekti. Yalnız yolculuk yapan insanlar onun tutkusuydu. Onların hareketlerini inceler, telefon konuşmalarını dinler, sigara içişlerini izlerdi. Otobüsten inenleri ne yapacaklarını anlayıp sınıflandırırdı. İnsanların en doğal hallerini incelemek ona müthiş bir haz veriyordu. En doğal halleriydi çünkü hiç tanımadıkları bir şehirde hiç tanımadıkları insanlara karışıyorlardı. Hiç kimse umurlarında değildi. Otobüste danalar gibi uyuyup salyalar akıtarak horlayan kadınlar bundan çekinmedikleri gibi makyajlarını, karışan saçlarını da sorun etmiyorlardı. Çapaklı gözlerle hızlı hızlı sigara içen adamlar ise bu kadınların ne ilgisini çekmek için triplere giriyordu ne de ilgi çekiyordu. 

Yanaşan otobüslerin yıkanışını izleyenler, alelacele tuvalet arayanlar, vakti bol gelip hediyelik eşya dükkanında dolaşanlar, elinde telefon volta atanlar, birbirini kesenler, bir sigarayı söndürüp diğerini yakanlar.

Ya da daha spesifik... Mola bitişini kaçırmamak için şöför ve muavinlerin yemek yediği masaya yakın oturanlar. Tuvaletten çıkarken 1 lira vermemek için bin takla atan "sadece elimi yıkadım"cılar. Almayacaksa da hediyelik yöresel eşyaların fiyatını soranlar, yemek koyan ustayla lüzumsuz samimiyet kurmaya çalışanlar. Otobüste nasılsa verilecek diye susuzluktan ölse dahi su almayanlar. Muavini yemeğinden kaldırıp "bavuldan bişey alması lazım" gelenler. Molada otobüsten inmeyenler...

Bu kadar rengi bu denli doğallığı başka bir yerde bulamazdı. O yüzden parası oldukça yolculuk ederdi. Bir de molalarda güzel kızlar görünce heyecanlanırdı. Onların o havalı hallerine bayılırdı. Tuvalete makyajlarını tazelemek için gitmeleri, üstlerine aldıkları hırkalarıyla elbiselerinin düşünülmüş uyumu... Sanki o kızlar otobüs kullanmıyorlarmış da o an bir mucize gerçekleşiyormuş gibi hissederdi. Sigarasını onlara yakın içerdi. Yemeğini onlara yakın yerdi. Konuşmak da isterdi ama ürkeceklerini bilirdi. Eğer molada güzel kız görürse keyfi yerine gelirdi yolculuğu nimetten sayardı. 

***

Çayı bittiğinde ek seferden bozma otobüs Hendek'te yarım saatlik mola vermek için ağırlaştı. İçi içine sığmıyordu. Kalkıp aceleyle iniş kapısının önünde beklemeye koyuldu. Keyfen aldığı mentollü Marlboro'sunu dudaklarına iliştirip montunun yakasını kaldırdı. İnip kenara çekildi ve otobüsten inenleri izlemeye koyuldu. Otobüsün en güzel iki kızı ellerinde telefonlarıyla indiler. İçi ısındı. At kuyruklu kızın peşine takıldı. Kız küçük adımlarla dolanıyor, telefonda da muhtemelen erkek arkadaşı olacak dallamayla konuşuyordu. Kız her içini çekişinde, her "ama" diyişinde onun da içi gidiyordu. Böyle melek gibi bir kızı hangi hödük üzer diye içleniyordu. Kızın sesi inceldi. Kız ağlıyordu. Kız sustu. Telefondaki öküz muhtemelen bağırmaya devam ediyordu. Kız yavaşladı ve döndü. Döner dönmez gözgöze geldiler. 

"Sigara içer misin?"
"İçmem."
"İçmek ister misin?"
"Olur."

Hemen gidip iki çay aldı ve kızın yanına döndü. Kız mesaj yazıyordu. Çayı kıza uzattı. 

"Bence yazma."
"Ne?"
"Mesajı diyorum. Yazma. Okumaz. "
"Nereden biliyorsun?"
"Ben de okumadım zamanında."
"..."
"Okusa da cevap yazmaz."
"..."
"Sonra sen ağlaya ağlaya otobüse binersin tekrar. O yol bitmez. Koltuk sana dar gelir. Yol boyunca burnunu çeker durursun. İç çekersin oflarsın. Beni uyutmazsın. Ben uyuyamayınca canım sigara ister. Mola da yeni verildiği için ben sigara falan içemem. Sonra sinirlenirim. Sinirimi de muavinden çıkarırım. Muavin de o sinirle servis yaparken sana kötü davranır. Sen yolculuğa lanet edersin. Her dakika periyodik olarak telefonuna bakarsın. Telefonun ışığı beni sinir eder. Beni uyutmazsın. Sigara yok mola yok. Sıçarım öyle yolculuğa o yol bitmez kızım. O hıyar ağası sana cevap mevap yazmaz. Ağzına tükürürüm o mesajı yazarsan. Başka mola yok bundan sonra!"
"Bir şeyler yiyelim mi?"
"Haşlaması güzel oluyor buranın. "

Çatal kaşık sesleri. Anlaşılmaz anons sesleri. Çay kaşığı sesleri. Çocuk sesleri. Esneme sesleri. Jetonlu oyuncak sesleri. Toplanan tepsi sesleri. Buraya kadar her şey çok bilindikti. Beklenmedik olan, havanın ağarması ve sabah ezanının okunmasıydı. Molanın üzerinden iki buçuk saat geçmişti. Otobüs gitmişti. Mola yerinin hiçbir şehre bağlı olmayışı, sanki bu ülkenin bile bir parçası olamayacak kadar kopuk kalmışlığı ürkütücüydü. Buradan nasıl başka bir yere gidilirdi orası muammaydı. Buranın sadece haşlaması güzel olurdu ve çayı da bir halta benzemezdi. 

Belki de diğer kızın peşine takılsaydı terslenirdi, ama şimdi otobüste sabah kumanyasını yiyor olurdu. Neyse ki onun için bir sakıncası da yoktu. Mola yerinde yalnız kalmasının imkanı yoktu çünkü. Buraya gelirlerdi. Gelmeye devam ederlerdi. Tutkularını doruklarında yaşayabilirdi. 

Bir açık kapı buldu. En büyük tutkusuna tutsak oldu. İyi mi oldu bilmiyorum. 

Kız da az evvel çocuğa mesaj attı. Çocuk cevap yazmadı. 

Dönüşüm*


Bazen öyle bir rüzgar eser ki, gözlerini kapattığın anda kendini başka bir şehirde buluverirsin. Aheste adımlarla kalabalıkta kaybolmuşsundur. Tanımadık sokaklar tanımadık yüzlere çıkar. Tanımadık sesler kulaklarında çınlar. Neyse ki elinde tanıdık bir sıcaklık vardır. Bazen öyle bir rüzgar eser ki için titrer. Ve hatta bazen öyle bir rüzgar eser ki ellerin buz keser, gözlerini açarsan o bütün düşündüklerini alıp götürür. Peşinden sürüklediği yapraklar gibi izmaritler gibi, geriye kalan ne varsa bütün yaşadıklarını alır uçurur.

Bazen öyle bir rüzgar eser ki arkasından bakakalırsın. Sadece yutkunabilirsin, o da boğazında düğüm düğüm olur.

Bazen hava öyle çabuk kararır ki, zaman öyle çabuk akar ki yaşadıkların yetmez, yaşayacakların yetişmez. Koluna saatini de takmamışsındır ve belki de ondan kaybolmuştur zaman mefhumun. Belki nefes aldıkça geçiyordur ömür, belki adım attıkça bitiyordur yollar ve belki de rüzgar ne kadar hızlı eserse akreple yelkovan da o kadar hızlı savruluyordur peşpeşe. Sabah içtiğin çayın tadı hala damağındayken akşamı nasıl ettiğinin hiçbir açıklaması yoktur, tıpkı sabah son kez sıkı sıkı sarılıp da akşamına nasıl o soğuk terminalde yalnız başına yürüdüğünün de.

Bazen ışıklar şehirleri daha güzel gösterir. Bazı müzikler bazı şehirlere daha çok yakışır. Ve aynen bazı insanlar da bazı şehirleri daha güzel gösterir ve bazı müzikler de aynen bazı insanlara çok yakışır.

Bazen hayalini kurduğunuz ne varsa aniden gerçekleşir. Çok istediğiniz çokça olmuştur bile. Umduğunuzu bulmuşsunuzdur, aradığınızı da. Özlediğiniz kadar kavuşmuşsunuzdur. Ağladığınız kadar gülmüşsünüzdür. Üşüdüğünüz kadar ısınır içiniz. Yalnızlığınız kadar birliktesinizdir. Sustuğunuz kadar konuşursunuz. Olmayanı oldurursunuz, bilmediğinizi bilirsiniz, iç geçirdiğiniz kadar derin oh çekersiniz. Olur. Ve biter. Çaresizlikleri vakitli çarelere bağlarsınız. Ve biter. Rüyalar gerçek olur. Ve gerçekler tekrardan rüyalara döner. Ve kavuşmuşluğunuz tekrardan özleme döner. Ve ısındığınız kadar üşümeye başlarsınız tekrar. Ve her şey tersine döner tekrar. Ama her şey bu denli tersine akarken bir tek saatleriniz ileri doğru akmaya devam eder. Çünkü rekabet edilemez tek şey zamandır ve zaman hiçbir zaman lehinize işlemez.





*muhteşem olmadı. 

Bis yapayım

NABERYA?!  


Hey gidisinin bebiş okurları. Biriniz de merak edip sormadınız ya noldu buna öldü mü kaldı mı kaç zaman oldu yazmadı falan. Hepinize Böyle mi Olacaktı dizisinin jenerik müziğini hediye ediyorum. Blogculuk bitmiş. Etoo bitmiş. 

Bebe yaka çok abartıldı. Moda diye gömleğinin yakasını makasla yuvarlıyor ya, ya ablacım modayı yanlış anlamışın ama sen. O öyle değil yaa. 

Bu Fırat'ı da çok abarttınız. Karikatür olanı diyorum. O ağızdan konuşmalar. Siz yapınca hiç tatlı olmuyor diyeyim de. 

Havaları da çok abarttınız. Hava ulan bu. Mevsim işte. N'apalım sabit mi tutalım. Yaz gelir   söylenir kış gelir söylenir, tutarsız mısın arkadaş?! Kış geldi hala diyor ki yahu ne kadar da soğuk bir anda nasıl soğudu oha böyle hava mı olur falan. Kasım ayında olduğumuzu biri anlatsın şuna. 

Geçen senelerden farklı olarak bu dönemlerde artık vizeydi kütükhaneydi sabahlamaydı falan bunlardan bahsetmemem biraz yadırganası. Ganası. Herhalde bu alışkanlıkla bilmeden bir müddet atalet sürecine girdim ben blogta. Kütüphanede sabahlayıp deli gibi vizelere çalışıyormuşum gibi. Alışkanlık işte. Ama aslında ne yaptım? Hiç. Cidden. Hiç bir şey yapmamak ne kadar doldurdu hayatımı ben sana anlatamam. This part of my life: Unemployement. Şimdi biraz da bağdaş kurup oturayım. 

İnternette her dakika bebek fotoğrafı paylaşan yaşıtlarım. Ya yapmayın.  Yaşıtsın sen ya her gün öyle fotoşop gözlü bebek fotoğrafları paylaşıp da MAŞALLAH falan yazıyorsun da ben seni otobüste torunlarının vesikalık fotoğraflarını zorla gösteren teyzelerden sanıyorum. Ne itici. Bir de böyle yeni doğmuş yeğeni falan olmuşsa sıçtım zaten bir ay sırf beşikte falan fotoğraflar, dayı oldum hala oldum diye albümler. Ya manyak mısın nesin git be. Nazar değer nazar hadi sil hepsini nolur bak. (Bunu yazarken de şunu fark ettim ki ben de aynısını kedimle yapıyor olabilirim. Ama işte aynı değil gibi ya. Ne bileyim aynı mı? Aynıysa aynı, bakma lan o zaman, benim kedim dünya güzeli.) 

Turkcell bana yine 100 mb internet paketi hediye etti. Ah canını yerim. 100 mb da yani öyle çok ki bana, bitmiyor. Çünkü ben the last wapbender olduğum için, artık en son kendimi ringtone sitelerinde buldum. İki saat boş boş dolanıp zil sesi falan indirdim. Halbuki bu akım 2000lerde bitmişti. Nitekim WAP, polifonik melodiler, yarım akıllı telefonlar da bitmişti. Ama ben bitiremedim. Bende bağlanma korkusu yok. Ebru 22 yaşında, küçük kuzenleri ona geri kafalı diyor. Hayır ben de bilirdim bu durumun ekmeğini "retroyum, old skoolum, hatta abartayım vintage falanım" diye yemeyi. Ama işte Sony Ericsson w810i nin de retro bi tarafı da yok. Mis gibi telefon, ayfon verseler değişmem. (Dur dur su kaynattı yine bu kolonya getirin)

Senenin ilk UGG'ını da dün gördüm, Yeti dönemi başlamış, cümleten hayırlı olsun. 

Ve babet mevsimi bittiği için ölesiye, öldüresiye mutluyum. Allah'ım sana şükürler olsun bir müddet o kürek gibi palet gibi ayakları görmeyeceğiz. O parmak araları taşmış, o topuğu vurduğu için yara bandı takılmış ayakları görmeyeceğiz. O hiçbir kibarlığı bulunmayan ve ayağı olduğundan beş numara büyük gösteren ismi batasıca şeyleri vitrinlerde de görmeyeceğiz. Yaşasın babetsiz bir kış, yaşasın Tellioğulları! 

Fakat Tellioğulları dedim de, Kanal 7 olmasa da Türk filmine, Kemal Sunal'a hasret kalacakmışız onu fark ettim. Her gün en az iki tane Kemal Sunal filmi, ama mutlaka. Sabahları da töreli kırsallı eski Türk filmleri. Yanlı manlı kızarlar da adamlar resmen telif hakkını almış Yeşilçam'ın. Koskoca kanallar antin kuntin dizileri, Kobra Takibi'nin tekrarını vereceğine iki Türk filmi versin önce. Senelerdir mail atıp duruyorum Süper Baba, Sıdıka, Bizimkiler falan tekrar gösterilsin sabah akşam fark etmez. Bir kanal da geri dönmedi. Hainler vicdansızlar. Rüyanıza Gulyabani girsin de su getireniniz olmasın! 

Hazır sırası da gelmişken (aslında sırası falan da gelmedi) şu sitem konusunda tekrar (568. kez) düşüncelerimi belirtmek istiyorum. YA YAPMA! Yapma bak. Sitemin batsın. Yeter be artık. Aaa. Çocuk musun çocuk muyum, azıcık rasyonel düşün sitemli. Hayır bir insanın bütün arkadaşları mı sitemkar olur ya. Hadi tamam her insanın belli bir sitem limiti var içinde. Belli ya da belirsiz onu bir şekilde dışa vurur anlarım. Ben de yapmışımdır yeri geldiğinde. Ama bunu alışkanlık haline getirenlerinizin artık gerçekten kalbini kıracağım bak. Abartmayın. Artık telefonla aradığınızda açmaktan çekiniyorum. Çünkü biliyorum açar açmaz böyle tripli salak bir ses tonu. Suçlar gibi ifadeler. Angut angut laf sokmalar. Aramadın, sormadın, küsmedim ama kırıldım, darıldım, hep ben buluşalım diyorum sen demiyorsun sen beni sevmiyor musun, istemiyorsan söyle, aradım mesaj attım geri dönmedin, feysbukta mesajımı gördün okundu bildirimi geldi ama cevap yazmadın... LAN! Ne bu ya? Bi dur bi nefes al manyak mısın nesin git başımdan. Liseli sevgili tribi falan da değil bu, düpedüz arsızlık, yüzsüzlük, utanmazlık. Bak nasıl sinirlendim yine. Geçen de biri aramış diyor ki sen diyor bana doğum günümde hediye almadın? Allah sana akıl fikir versin benim artık söyleyebileceğim bir şey kalmadı. Lafa bak. Samimiyet dediğimiz şey bu değil canım ne yazık ki. Bak canım dedim, sen oradan hesapla nasıl sinir olduğumu. Ulan doğum günümü hatırlayıp kutlayan beş kişi var senelerdir, sen neyin hediyesinden bahsediyorsun bana. Söylenebilecek bir şey sanki bu. Hediye almamışım. Çüş ya. Bu kesin "çok dobra bir insanım" diye geçinenlerden. Dobralık ise bu değil zaten o da ayrı bir mesele. 

Yani artık bana sitemin dozunu kaçırmayın. Kim olursa olsun, kalbinizi kırarım, canınızı yakarım. Açmadım. Cevap da yazmadım. Canım istemedi buluşmadım. Yeter lan allah allah. Öh be. 

Bak tatlı tatlı başladığım yazı ne hale geldi. 

Neyse. 

Güzide Kasım ayı başladığından bu yana da "yılbaşında n'apıyoruz" gençliği sahalara geri döndü. Hoşgeldiniz genşler gelin bi çayımı için kendinize gelin. Yılbaşında hindili pilav yiyip  Acun izleme planı olan 1 milyon kişi bulabilirim.gen.tr

Yaşlanınca Buena Vista Social Club elemanları gibi arkadaş grubum olsun ya. Yüzleri sürekli gülsün birbirlerine laf sokup didişsinler, akşamları çalıp söyleyelim, deniz kenarında rakı içelim kahkaha atalım. Başvurular başlamış olup kontenjan sınırlıdır. Chan chan. 

Vizyona giren yeni filmler, prömiyeri yapılan oyunlar, film ve tiyatro festivalleri, blues festivali, yağmurdan kaçılıp saatlerce dolanılan kitapçılar, koyu sahlepler, paylaşılan şemsiyeler, triphop ın en yakıştığı gece eve dönüşler, montlar ve botlar, üşüyüp iki el arasına alınan kahve fincanları ve eller. Ankara'nın en sevdiğim dönemi başladı. Bu döneme tek başıma girmek canımı sıktı, ben gideyim. 




Olmasın


İstedim olmadı.

Teşekkür ettim. Müteşekkir olsunlar istedim. Olmadılar.
Hep onları düşündüm. Onlar da hep onları düşündüler. Beni, hiç.
Haklarında en iyisini istedim. Hakkımda iyisini bile isteyen olmadı.
Anlayış gösterdim. Ama göremedim.
Dinledim. Dinletemedim.
Çoğu zaman onların yerine de düşündüm. Benim yerime düşünen olmadı.
Düştüklerinde elimi uzattım. Düştükçe daha da yalnız kaldım.
Hal hatır sorduğumda sadece cevap aldım, ardından soru duyamadım.
Ben eliaçık davrandıkça, gözüaçık davrandılar.
Konuştum dinlemediler, sustum duymadılar.
Beni anlamaya çabalayan olmadı. Çaba gösteren olmadı.
Gerek duymadılar. Çünkü sadece tek bir özneleri oldu. “Biz” olamadılar.

Olmazlarsa da olmasınlar…
***

Bunu 5 sene önce yazmışım, eski defterlerden birinde buldum. Hayli kafam atmıştı, o gece gözümün önünde canlandı. Hissettiklerimi tekrar hissettim. Acı verici.

Aslında bunu okuyup da “ergenlik…” diye içimden geçirdimse de sonunda düşündüm ki bunlar aslında hala geçerli. Yani 5 yılı bıraktım 50 sene de geçse, hiçbir zaman ergenlik serzenişleri olmayacaklar. Çünkü insanlar değişmiyor. Farklı insanlar girip çıkıyor hayatlarımıza ama, sonuç hep aynı. En azından benim için aynı. Çünkü biz aile boyu naif düşüncelere sahibiz. Annem böyle, ben böyleyim, benim çocuğum da muhtemelen böyle olacak. Elalemin çocuğu, anası babası son teknoloji akıllı telefon almadıkları için ağlayacak; benim çocuğum da, onu incittikleri için zırlayıp duracak. Sürekli kendine sorup duracak. “Ben insanları düşünüyorum ama onlar beni, benim onları düşündüğüm gibi düşünmüyorlar!” Ah be yavrum, neden anana çektin bilmem ki diyeceğim ben de ona. Ve haberin olsun, sen daha çok üzülürsün diyeceğim. Çünkü ben kendime öğretemediğim gibi ona da öğretemeyeceğim, sadece kendini düşünmesi gerektiğini.

Artık kimseye kızamıyorum, aslında kızıyorum, çok kızıyorum hem de, ama umursamamak için çaba gösteriyorum. Bazen oluyor bazen olmuyor. Bu yazı da olmadığının, olduramadığımın bir kanıtı. Yediremiyorum kendime. Naifliği salaklığa doğru ilerlettiğimi hissediyorum. Önceliği kendime vermiyorum çoğu zaman, bana nasıl davranılmasını istiyorsam, öyle davranıyorum; ama bana hiç öyle istediğim gibi davranılmıyor. İnsanlarla iletişim kurduğum her an inciniyorum, onlar anlamıyorlar çünkü böyle bir dertleri yok. Nasıl olsa onların yerine düşünen de var onları düşünen de.

Ben düzenli aralıklarla mutsuz olmaya mahkum bir insanım. Başkaları mutlu olabilsin diye çabalar dururum, beni mutlu etmek için çabalayan olmaz. Çünkü kimsenin umrunda değil, kendi dışındakilere ne olmuş, ne bitmiş.

Yazıyı yayınlamadan üç dört defa okudum. Onlar şöyle onlar böyle diye diye, 5 sene önceki hırsıma, hıncıma yenik düşmüşüm, ergenin de ergeni olmuşum. Ama hepsinin de arkasında duruyorum. Hadi siz üzülmeyin de, gerisi faso fiso.


Düğmeye bastım.

İniyorum.

Hava kararmak üzere. İnmeden önce kulaklığı taktım, bir diğer otobüs durağına kadar dinlemek istediğim şarkıları sıraladım. Otobüsten indim. Şarkı başladı. Çok kalabalık. Adımlarım hızlandı. Bir an önce şu insan kalabalığını yarıp metronun girişine varmalıydım. İnsanlar üzerime üzerime geliyorlar, herkes yorgun, herkes suratsız. Gri şehrin gri insanları, iş çıkışı adımlarını bile ayarlayamayan bir sürü ayarsız. Benden ayarsız. Omuzlarımı çeke çeke yürüyorum yolda, yine de gelen geçen sanki beni devirmek istermişçesine vurup geçiyor. Bir dahakine omzumu çekmiyorum diyecek oluyorum, sonra yine. Refleks mi kibarlık mı bilmiyorum. Neyse ne.

Hava kararmak üzere, metro girişine geliyorum. Yürüyen merdivene doluşmuş insan kalabalığına girmeyip ikişer üçer atlıyorum merdivenlerden. Şehrin en işlek yerinin altındayım diye düşünüp ürperiyorum. Bir saniye sonra şehrin en işlek yeri yerle yeksan olabilir, ben toz toprak olabilirim. Metro girişine ne zaman yaklaşsam aklıma bunlar geliyor. Hepsini kovalıyorum kafamdan. Yüzlerce yüz gelip geçiyor yanımdan. Omzuma çarpmaya devam ederek. Ben adımlarımı hızlandırıyorum, şarkıyı değiştireyim derken önümdeki adama çarpıyorum. Adam muhtemelen okkalı bir küfür ediyor arkamdan, aldanmıyorum. Beynimin içinde bir de ona yer yok.

Metronun çıkışına geliyorum. Hava kararmış bile, halbuki bu sefer hiç şaşırmadan çıktım yeraltındaki labirentten. Dışarı çıkınca derin bir nefes alıyorum. Metro yerle yeksan olabilir artık, pek umursamıyorum.
Durağa geliyorum, otobüs geliyor, biniyorum. Yanım, bütün otobüs dolana kadar boş kalıyor, kimse beni yanına oturulacak bir tip olarak görmüyor. Lafın  “şunun sesini kısar mısınız?”a gelmesini kimse istemiyor; ben de dahil.

Şarkı listemin en sinsi, en şerefsiz şarkısı beni günün en güzel saatlerinden birinde, en yalnız, en güçsüz halimde yakalıyor. Kafamı cama dayıyorum, şehrin ışıkları şehri daha güzel yapıyor. Gözlerimi kapıyorum. En güzel günlerimden birini yaşamış, en güzel uykularımdan birini çekmiş olmanın verdiği huzurla kapıyorum. En güzel yüzlerden biri ve en güzel seslerden biri dolduruyor zihnimi. Hayat sana güzel deseler pişkin pişkin sırıtacak kadar gamsızım. Sonra bir rahatsızlık seziyorum. Birisi hayvan gibi omzumu dürtüyor. İnsan insanı böyle dürtmez. Gözlerimi açıyorum, karşımdaki hayvanoğluhayvan muavini bana bakarken görüyorum. Kulaklığı sinirle çıkarıp “efendim?” diyorum. “Nerede ineceksiniz?” diyor baygın baygın.

Sanane sanki. Sen şehirlerarası otobüs muavini misin? Alibeyköy’de ineceğim, şimdi bana kek getir! Allah Allah. Evime yakın bir yerlerde ineceğim işte, sanane acaba?!

Yani o bütün tozpembe düşüncelerimi alıyor yere çarpıyor sevimsizin sevimsiz çocuğu. O bütün gamsızlığımı alıp yere çalıyor. Beni alıyor bir telaş, ulan ben nerede ineceğim? Etrafıma bakıyorum otobüs boş. Ulan diyorum, bunlar beni kaçırıp da gözlerimle böbreklerimi organ mafyasına satmasınlar? Gözlerle böbreklerin gideri var çünkü, alıcı bulur. Karaciğerim de iyidir ama şimdi… Dur bi’ dakka ya, BENİNEBİLİRMİYİM?! Hayır siz kimin gözünü böbreğini satıy… Sen kimsin lan bi’ kere, kimsin sen!?

Ben diyorum, size hiç zahmet olmasın güzel abim, size müsait bir yerde diyorum ineyim. Bilmem siz ne dersiniz? Hayvanınoğlu muavin yüzünden hikayenin sonunu tozpembeyi geçtim mora falan bile bağlayamadım, kırmızıyla bitirelim o zaman.

Düğmeye bastım.

İniyorum.

İndim.

Servet


Eve girip anahtarı yere fırlatalı daha bir saniye bile geçmemişken kapı çaldı. Halbuki arkasından birinin geldiğini de duymamıştı. Delikten bakmayıp “kim o?” diye sordu. Kulaklarına, görsel hafızasından daha çok güvenirdi. Kapının ardından “benim” cevabı geldi. Aslında bu cevabı bekliyordu; ama bu cevaptan da tiksiniyordu. Sen kimsin ki? “Benim.” Adın yok mu senin? “Ben”miş.  Neyse ki ses tanıdık çıkmıştı. Kafasındaki monoloğu sona erdirip kapıyı açtı.

Kapıyı yüzünde bir hayal kırıklığıyla açtı. Çünkü sadece tek bir kişiyi görse sevinecekti; onun dışında gelen herkes hayal kırıklığı yaşatacaktı şüphesiz.

Kapı açılırken çoktan eşiğe adımını atmış olan bu teklifsiz adamın adı Servet’ti. Servet de diğer bütün Servet’lerle aynı kaderi paylaşıyordu; doğuma kadar adı konusunda fikir ayrılığı yaşanmış ve doğumdan hemen sonra dedesinin ismi konmuş bütün Servet’ler gibiydi. Daha çağcıl olan diğer ismini kullanmak yerine Servet’i kullanmayı tercih ediyordu velhasıl. Şükrediyordu, Sermet de olabilirdi adı, bütün resmi evraklara Servet diye geçip de başına iş açardı, her yeni tanıştığı insana iki defa telaffuz etmek zorunda kalırdı. Ve sonuçta Sermet, daha bir dede ismiydi. Servet adından memnundu.

Ama Süreyya, Servet’ten pek memnun değildi. Aslına bakarsanız, Servet’ten hiç kimse memnun değildi. Yakın akrabaları, uzak akrabaları, arkadaşları, ilkokul öğretmeni, mahallenin muhtarı, manavı, kasabı… Çevresine her daim sıkıntı veren biri olmuştu. Ve buna rağmen, kapı açılır açılmaz ayağını eşiğe atabilecek kadar lüzumsuz bir özgüveni vardı. Servet halinden de memnundu.

Süreyya kapıyı açtı ve Servet’le uzun süre bakıştılar. Servet, tahmin edilebileceği üzere, Süreyya’nın yüzündeki ifadeden çekinecek, gocunacak bir adam değildi. Yüzünde çakıyla açılmış gibi duran bir ağzı, ve o ağza tutunmuş belli belirsiz bir gülümseme. Yahut belli belirsiz değil, düpedüz haysiyetsiz bir sırıtış vardı. O an anlaşıldı ki Servet belasını arıyordu.

“Gidiyormuş seninki?”

“Sanane Servet?”

“Perdeler inmiş çoktan, kırtasiyecinin oğlundan koli bandı almış gündüzün.”

“…”

“Gitme demedin mi?”

“Demedim abi.”

“Niye demedin?”

“…”

“Nereye gidiyormuş, konuştunuz mu?”

“…”

“Aloo?”

“ Ne var lan?!”

“Açım lan ben, var mı yiyecek bir şeyler?”

Servet ayakkabılarını halının üzerinde çıkarıp mutfağa yöneldi. Tabii ki de sormayacaktı dolabı açarken. Dolaptan tencereyi çıkarırken. Ve tabağa koyarken. Ellerini yıkamadan ekmeği koparırken. Dolaptaki son kutu kolayı açarken. Elbette ki sormayacaktı.

Süreyya çay suyu koydu, yanan ocakta sigarasını yaktı, balkona çıktı. Perdeleri inmiş daireyi izledi bir süre. Canı sıkılmıştı. Çok sıkılmıştı hem de. Şimdi bir de Servet çıkmıştı başına. Servet’in yere döktüğü ekmek kırıntıları, yiyip içip musluğun altına yığdığı bulaşıklar çıkmıştı bir de. Servet Süreyya’nın tabakasına uzanıp da son dal sigarasına da niyeti bozunca, Süreyya’nın kafası hepten attı. Küfür etmemek için kendini tuttu, demliği yıkayıp çayı demledi.

İstemediğini ne kadar belli de etse, kovsa da, ve hatta evden çıkacak bile olsa Servet gitmezdi. Servet yüzsüz bir adamdı. Arsızdı. Yüzü hiç kızarmazdı, her lafa da verecek bir cevabı mutlaka vardı. Herkesle hemen samimi olabilen bir yapısı vardı. Gevşeğin, dalaksızın önde gideniydi Servet.

Heba ettiği son sigarayı da muslukta söndürüp kirli bulaşıkların içine atınca Süreyya daha fazla dayanamadı:

“Çık git lan artık hayatımdan!”

“Çay olduysa koy da içelim, anlatacaklarım var.” Sanki az evvel söylenenlerin hedefi değilmiş gibi balkona çıkıp ayağını altına alarak oturdu. Otururken de yerdeki saksıya ayağı çarptı, saksıdan yere biraz toprak döküldü.

“LAN?!”

“Ne var oğlum, zaten evini bok götürüyor. Gel gel, otur şöyle.”

Süreyya’nın sinirden gözleri dolacak gibi oldu. Kendine bir kupa çay koyup balkona çıktı. Tam içinden La Havle çekiyordu ki Servet’in kulak tırmalayan sesiyle irkildi:

“Bi’ sigara versene.”

“Yok sigara.”

“Vardır oğlum senin zulada” deyip televizyonun altındaki çekmeceye ivmelendi ki Süreyya bastı yaygarayı,
“Yok dedik ya lan!”

“Eeeh, neyse. Seninkiyle karşılaştım gelirken. Suratsız suratsız yürüyordu evine doğru, kestim önünü. Nasılsın iyi misin derken taşınma işine getirdim konuyu. Acelem var fala…”

Süreyya dinlemiyordu bile. Gözü karşı dairedeydi. Perdeleri inmiş dairenin içinde birbirine sarılmış iki silüet gördü. Sonra bu silüetler bir süre öpüştüler. Sonra bu silüetler bir süre ortalıkta gözükmediler. Bu silüetlerin Allah belasını versindi. Hay Allah’larından bulsunlardı. Silüetleri batsındı.

“… öyle diyince ben de dayanamadım, ‘zaten Süreyya seni çoktan unuttu’ dedim.”

“Ne dedin ne dedin?!”

“Zaten Süreyya seni çoktan unuttu dedim abi, iyi demişim di mi?”

Ve o sırada Süreyya, aile terbiyesinin sınırını ışık hızıyla geçerek yüksek sesle bir küfür savurdu. O küfür mahallede öyle bir yankılandı ki, üst mahalleyi dolaşıp geldi Süreyya’nın kulağına tekrar çalındı. Ettiği küfürden öyle utanmıştı ki, yüzünü kollarına gömüp bir süre öyle durdu sandalyede. Buna karşın, Servet’in suratı oldukça renksizdi. Çekmeceyi karıştırıp bir sigara bulmuş, onu yakmış, Süreyya’nın kupasından çayını içiyordu. Allah Servet’in belasını bir türlü vermiyordu.

Süreyya kafasını kaldırdığında hava kararmıştı, ayaklarını sürüyerek odasına giderken salonun kapısında çıkarılıp yere atılmış bir çift çorap ilişti gözüne. Televizyon son ses açılmış, tekli koltuklardan birinin üzerine bir kot pantolon çıkarılıp atılmıştı. Servet üçlü koltukta uzanmış, yarı uyanık televizyona bakıyordu. Süreyya bugünkü La Havle kotasını aşıp odasına yollandı.

Sabaha karşı televizyondan yayılan son ses reklam müziklerine uyandı, tuvalete yöneldi. Tuvalette gördüğü manzara, zaten taşmış olan sabrına bir damla daha ekledi. Süreyya palas pandıras holü geçti, salona yöneldi. Eline geçirdiği ilk kırlenti alıp Servet’in üstüne çullandı. Servet çırpındı, elleriyle Süreyya’yı itmeye çalıştı; sonra gittikçe yavaşladı hareketleri. Karşı koyamadı. Hareketsizce yığılıverdi üçlü koltukta.

Sakince televizyonun sesini kıstı. Kırlenti yerine koydu. Süreyya’nın gözü seğiriyordu:

“Sana kaç kere söyledim, klozetin kapağını kaldır diye. Yavşak…”

İki gün sonra evine bir pisuvar yaptırdı. Ve Süreyya’nın gözü ölene kadar seğirdi. 

Tek


Elimi kolumu bağlayan mesafeler, boğazımdaki düğümlerle bir olup bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiler. Ne diyecekseniz diyin de sonra cehennem olup gidin. 


Aldığım her derginin kenarında bir yerde ufak harfler ve rakamlarla yazılmış KKTC Fiyatı’nı bir lira fazla görünce içime bir hüzün doluyor. Hayatım boyunca aldığım dergilerin fiyatlarından sonra bir de KKTC fiyatlarına bakarım, acaba 1 TL’den daha fazla mı fark var diye, hep de 1 TL olmuştur aradaki fark. Aradaki farkta farklılık bulacağım diye çok yoruldum.

Misafirlikteydiniz. Kalktınız. Girişe doğru geçirmek üzere herkes beraberce ivmelendi. Şimdi, bana kalırsa dünya üzerindeki en gergin anlardan birine tanıklık edeceksiniz. Siz eğilmiş ayakkabılarınızı giyerken, ev sahipleri ayakta dikilmiş sizi izliyorlar. Allahım! O an buharlaşmak istiyorum, o an keşke banyoda falan borular patlasa da herkesin dikkati oraya yoğunlaşsa, ben de rahat rahat ayakkabımı giyip sıvışsam kapı aralığından. Ya ne bakıyorsunuz öyle, aranızda konuşun bişey yapın. Ben eğilmişim ayakkabımı giyiyorum izlenecek bişey mi bu? Bir de orada eğilmekten alnımda damar çıkmış, terlemişim hepiniz hohluyosunuz üstüme üstüme, orada bir de beni konuşturmaya çalışıyorsunuz ya, neden yapıyorsunuz onu? Bir dur, ben bir giyeyim şu ayakkabımı, montum varsa giyeyim, varsa torbalarımı yükleneyim, kapıyı açıp eşiğe çıkayım, ondan sonra gönder selamını falanını. 

Dolmuşta, serviste falan oturacak yer kalmayınca, şoförün yanındaki para kutusunun falan durduğu yer var ya, orada bir hadi bilemedin iki oturumluk yer vardır, oraya oturursun. Ama ters oturursun diğerlerinin aksine. Ve yolculuk boyunca o bütün yolcular seni izler. Ya da sana öyle gelir. Ama izlerler be, incelerler. Baştan aşağı. Sen ise yüzlerine bile bakamazsın. Sanki çok acayip bir suç işlemişsin gibi, bütün yol yere bakarsın. Ayaklarına bakarsın. En cesurlarınız sağa ya da sola doğru kafalarını kaldırıp camdan dışarı da bakarlar. Ama çok kısa bir süre. Onları tebrik etmek gerekir. Zira ne insanlar tanıdım, yanakları kıpkırmızı; terden sırılsıklam oldular.

Bu hangi aklın ürünüdür? Nasıl?


Kitapçıda, kırtasiyede “hadi”lemeyen, “hadi çıkalım” diye tutturmayan insanlarınız varsa, onları sevin. Onlar kutsal. Onlar kalender. Yerim ben onları! 

Adama diyorum ki “Marsis’in son albümü geldi mi?” Adam sistemden bakıyor, “hayır” diyor. Adama diyorum ki “ e orada yazıyor işte ‘Zamanı Geldi’ yazıyor” Adam tekrar bakıyor, “ama” diyor, “o” diyor, “Mayıs ayında çıkmış, yeni albüm değil.” Ve ben de ikna olup çıkıyorum. Eve gelince bu salaklığımı önce alkışlıyorum. Sonra sinirleniyorum. Ya yeni albüm sayılması için illa ki bulunduğumuz ayda mı çıkması lazım. Yeni işte, YENİ! Eski albümden sonra çıktığı için yeni. Mayıs yakın bir tarih olduğu için yeni. Ben dinleyemediğim için yeni. Yeni albüm işte. Ne beni yanıltıyorsun orada. Şimdi ne güzel dinleyecektim ben onu. Hayret bi’şey.

Şehre döndüğü için sizi sabah dokuzda arayıp, ardı ardına mesaj atan güzide bir arkadaşınız varsa, ona kötü davranmayın. “Ben döndümse sen de uyanacaksın o uykudan” diyorsa, onu örselemeyin. Onu şaşırtın. Ona sürprizler yapın. Onu etkileyin. Ensesine bir tane yapıştırın hiç olmadı. Onu kendinize bağlayın. Devamı  48. Sayfada.

  oahhahoohaoahhaoahh diye gülmek.


Söylenmeyip de içe atılan şeyler, denize girince esneyip büyüyen mayo gibi oluyor. 5 beden birden büyüyor, tam sıyrılıp kurtulacakken tutuveriyorum kenarından. 

Tracy Chapman dinliyorsam, çok iyi hissediyorumdur. Sinsi gibi yaklaşıp 100 lira isteseniz veririm gibi. Çünkü çok güzel şeyler düşünüyorumdur o sırada, Fast Car’a eşlik ederken kendimden geçmişimdir. Abartmazsanız yalnız, 100 lira ne ya, kardeşi kardeşe kırdırtmayın vicdansızlağr! And I had a feeling that I belonged. And I had a feeling I could be someone, be someone, be someone…

Yazın balkonda yemek yemek kadar eğlenceli bişey yok bizim evde. Benim de eğlencem bu. Leyla ile Mecnun başlasa artık da biz de rahatlasak. Not: Cengiz Bozkurt Eylül'ün ortasına doğru başlayacağını söyledi. (Bana söyledi evet)

Müzik videosu mu kedili video mu, Arif'in Manchester'a attığı gol mü derken, hepinizi kahkahaya boğmak istediğim için bunu paylaşayım dedim. MEKANİK ALET LAN BU!


İlla size hayvan gibi bağırmamız mı lazım?!



Linki görmek için lütfen üye olunuz.

Buradan sadece, The Dark Night Rises'ı izlemeye üstünde Batman t-shirtüyle, "why so serious?" t-shirtüyle gelenlere seslenmek istiyorum:

NABERYA?!

Olmamış ama be. Sen belki ulvi düşüncelerle giydin geldin ama, görüntü fena ben sana söyleyeyim. Bir de böyle yıkaya yıkaya o baskı aşınmış, çatlak çatlak olmuş. Sen onu hassas programda, ters düz çevirip yıkamayan annene çemkirmişsin, eşşoleşşek ne bağırıyosun lan kadına!!!

Yani demem o ki, ben sizle çok dalga geçtim. Teker teker salona girerken fişledim sizi, baş parmağım ve işaret parmağımla L yapıp alnıma götürdüm sonra öksürürken dumbass dedim anlaşılmasın diye. Amerika çok güzel, gelsene.

Hayır, anladım tamam; ben de Transformers'a Optimus kaskıyla gitmek istedim, ama arkadaşlarım "ay biz utanırız" diye ağladıkları için yapamadım.

Nyse sn mşglsun glba ii eglnclr sna..

Sıpoylır yok, çekine çekine okuma. Rahat ol ya. Meyk yorself kamfırtbıl. Sen kendine bi kefir al, ben de üstüme rahat bişeyler döküp geliyorum.

HAIL IMAX. 3D halt yemiş. Normali ise BİM falan. Le Porta.

Haberiniz olsun, sonunda gömülü bölüm yok. Öyle oturup beklemeyin sonra. Bayaa sipeşıl tenks'e kadar bekledik ama yapmamışlar. Koskoca DC olmuşsunuz ama bir Marvel değil, canını yediğiminin. Halbuki ben Morgan Freeman'dan okkalı bir "son of a bitch" falan bekledim, gülmeli. Olsun. Kafamda yazdım, oynattım çok şahane oldu öyle. İzleyip de gömülü bölüm eksikliği hissederseniz, mail atın, anlatıcam.

Filmin ilk günleri olduğu için hiçbir şey de yazamadım sizin yüzünüzden! Ne var gidip izleseniz ilk günden de rahat rahat yazsak şurada! Neyse, gelirken deri not defteri aldım, hadi dağılın ben onunla oynicam biraz.



Öncelikle: Didim de Didim'miş ama. Altınkum aşmış.





 Ben bütün Almanların yaz tatlinde Kumla'ya gittiklerini düşünürken, meğerse Didim Almanya'nın bir kenti olmuş çoktan. Her yerden bir aber bir über nidaları, n'oluyor anlamadım serseme döndüm. Bir de 10 Alman erkeğinden 8'inde Xavier Dolan saçı. Ciddi ciddi güzel olduğunu düşünmüşler, üzüldüm. 



 Yalnız Didim'in Kumla'dan şöyle bir farkı var: Genç nüfus ve güzel vücutlar. Eski izleyicilerimiz hatırlayacaklardır, Kumla'daki arkadaş grubumun yaş ortalaması bensiz 65 falandı. Burada tüm yaşlı turistler halk plajını kullanırken, genç yerli ve turistler paralı “beach”leri tercih ediyorlar.




 
 Paralı olduğu için de adı “beach” oluyor. “Beach”in karşılığı plaj ama “beach” dedin mi iskele üzerindeki şemsiye, şezlong ve minderler akla geliyor, kum yok. Dolayısıyla “beach” çok da beach değil gibi. Ha gitmedik mi, gittik. Beğenmedik mi, gayet beğendik. "Bitch"lik yapmayalım.






Bir gece kulübünün önemi ve hareketi kapısındaki korumalardan anlaşılır. Şöyle ki yörenin en kaydadeğer gece kulübünün giriş merdivenlerinde sıralanmış 4 müthiş kaslı adam durmakta. Yörenin kaydadeğmez gece kulübü kapısında 2 kaslı 1 kassız adam dururken, tabelası bile vasat olan diğer gece kulübü önünde ise tam 5 kassız adam durmaktadır. Kassız, düz adam. Yani diyor ki “içerde çok bişey yok, korumaya değecek bişey de yok, kasa da ihtiyaç yok. İçerde hır çıksa höt diyecek adamımız yok”. Ama Medusa önündeki tek bir adamın pazusu 12 yaşında bir çocuğun kafası kadar. İçerisi de zaten ceketli, iki metrelik Abdülcanbaz’larla doluydu. Bardağı şöyle bir parmaklıkların üzerine koyalım dedik, adam lazerle işaret etti bize, lazer pointer bildiğin. Bu arada, Sensation dediler dediler, bir halt da değilmiş, gidildi yerinde görüldü. O videokliplerdeki dansçılar bile yok ya, iki tane Rus ritmikçiyi getirmişler, taytı giydirip çıkarmışlar balkona, kız bize resmen esneme hareketleri gösterdi dans diye. Sensation bitmiş. Etoo bitmiş.


Bak çok acayip iddia geliyor: Ben ömr-ü hayatımda bir kitaba bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. İnan olsun, bitmesin diye azar azar okudum, haykıra haykıra güldüm. En şahane yol okumalığı, tatil kitabı, plaj eğlencesi. Müthiş yemin ediyorum, Özer Aydoğan öldürdün bizi:

Göz kapakları düşük olan kızların “eyeliner” a para harcamaları dünya üzerindeki en büyük savurganlıklardan biridir.

Mos Def eğer çıplak dansçı kızlar, içkiler, partiler, ot, bilmemneyle klipler çekseydi, dünyanın tükenen kaynaklarını ya da tükenen barış ve tırmanan savaşları konu almasaydı şarkılarında, müslüman olmasaydı ne bileyim; şimdi onu muhtemelen MTV'de sık sık görürdük. Metro Fm'de sık sık dinlerdik. Hey Girl falan mutlaka posterini verirdi iki haftada bir. Kesin. Most Definetely. Ama şimdi sadece Selda Bağcan'la anılıyor buralarda.

Tatil bitip de eve geldiğimde hayatın gerçekliği yüzüme bir tokat gibi indi. Çünkü doğal olarak mutfağa girip hiçbişey olmamış gibi yemek yapmaya devam ettim. Soğan doğrarken bir yılın gözyaşını döken ben, bugün doğradığım biberler yüzünden iki yıllık ağlamışımdır. Sen bibersin biber, bahçe biberisin sen, meksikalı falan değilsin ki, bildiğimiz düz bibersin olum. Kafan karışmış, biber seni.

Gece acıkıp yemek sepetini açtık ve karidesli pide istedik. Kafa karışıklığını gördünüz mü? Hem ustadaki hem bizdeki.


Yüzüyoruz, her yerde balık var, ağ atsan bir aylık balık tutarsın, öyle çok balık. Dipten dipten gidiyorlar, derken bir tanesi su yüzüne çıkmış, hafiften süzülüyor. “Aa balik, ölmüş ama bu hmmmpsss…” dedim ve sevdiceğimden yaklaşık bir saat boyunca güldüğüm şu cümle geldi: “Sen balıksın balık, denizde ölünür mü ya?!” Nihehhehheh.



Bakın şehirlerarası otobüs yolculuğu yapan insanlar. Artık canıma tak ettirdiniz. ŞU KOLTUĞUNUZU HAŞIRT DİYE ANİDEN GERİYE YATIRIYORSUNUZ YA. Heh, Allah da sizin cezanızı versin tam o anda. Ya arkada insan var insan, koltuğunu yatıramazsın demiyorum ama yatıracaksan da arkana dön bir bak, bir müsaade iste, ha hiç biri olmadı ağır ağır indir, az indir. Yatarak gitmek zorunda mısın? Otobüs be bu! Kız durmadan koltuğu yatık konuma getirdi yol boyunca, dizimde yata yata geldi. Uyarıyorum yine aynı şeyi yapıyor, anlamıyor da. Ayı. AYI! Çayımızı kahvemizi koyamaz olduk bardaklığa be. İki dakka insan olun.

Amazing Spider Man’i izlediniz mi: Stan Lee’nin yine bir sürprizi var. (Gözü kaşı ayrı oynayan, dirseğiyle dürtüp sırıtan tip)

Size gelirken Afyon’dan sucuk, kaymaklı ekmek kadayıfı ve kestane şekeri getirdim, buzlu su da müessesimizin ikramıdır. Klima var mı sende? İki dakka geleyim?