çanta

Bir çanta, kahverengi deriden, köşeleri hafiften aşınmış. Öyle bir çanta ki, benimle yaşıt. Her zaman aynı köşede dururdu, oymalı büfe ile köşe takımı arasında. Çantanın iki kilidi var, o üç rakamı yan yana getirip parlak tuşuna basınca kilidi “tık” diye atan bir de mekanizması. Sapı eskimemiş fazla; kenarlarında boşluklar var sadece, çok taşınmamış belki ama çok taşımış belli ki.

Çanta benim için lunapark gibi. Çanta, salonun köşesinde duran Disneyland gibi. Babam gelip açsın, yerlerini ezbere bildiğim her şeye bir kere daha bakabileyim. Dolma kalem setini alıp kutusunu koklayayım. Cetvellere dokunayım. Üzerinde anlamakta zorluk çektiğim şeyler yazan kağıtlara dokunayım, çantanın iç ceplerini karıştırıp, her seferinde aynı mürekkepleri bulayım. Çantanın üst kapağına iliştirilmiş resmi bulayım, renkli kalemlerimle çizdiğim en güzel resim.

Çanta inanılmaz düzenli. Her şey o kadar sistematik ki, insanı anarşiye sevk edecek kadar sinir bozucu bir düzen var içinde. Korkutucu da. Alıp incelediklerini aynı şekilde yerine koyup koyamayacağından endişe duyuyor insan.

Hesap makinesi ve yanında duran çağrı cihazı. Daha bilgisayarın olmadığı dönemler, o çağrı cihazının cazibesini anlatamam bile. Geceleri babanın çıkardığı pantolonun belinden çağrı cihazını alıp sessiz sessiz incelemenin verdiği büyük haz. Elinde titremeye başlayan aleti, korkup koltuğun altına saklamak.

Dolma kalemle yazılmış onlarca yazı, kenarları hiç kıvrılmamış bir sürü kağıt. Hayatımda gördüğüm en güzel yazı, dünyanın en güzel italiği; belki de en güzel alfabesi, kullanılan. Benim yazım hiçbir zaman böyle olmayacak. Kimsenin yazısı böyle olmayacak.

Çantanın alt gözündeki kartvizitlerde dünya üzerindeki bütün insanların kartları var. Benim dünyamı 200lük, siyah bir kartvizitlik oluşturuyordu, bir o kadar da kartvizit. Sürekli kartvizit demek istiyordum, sürekli cümle içinde kullanmak istiyordum çünkü o yaştayken kimsenin kartvizitin anlamını bildiğini düşünmüyordum. Kartvizit. Sürekli kartvizit demeliyim. Benim de kartvizitim olmalıydı.

Babam bir an önce gelsin, çantayı açalım. “Yemekten önce olur!” Çünkü ben açalım dersem, babam açar. Açalım, çünkü babam bazen kullanmadığı şeyleri bana verir. “Al bak, bu senin olsun.” Küçük bir kağıt parçası için bile ölebilirdim o çantanın başında. İçimdeki heyecan, sevinç, boyumdan büyük olurdu. Babam gelsin, çanta açılsın, bir şey vermese de olur bugün.

Her açışımızda çizdiğim resme parmağıyla iki kez vurup, “bunu kim yaptı biliyor musun” desin, gülelim. Çünkü biliyorum.

Eski bir fotoğraf var şu küçük cepte. Hiç tanımadığım dedem. O cepten her çıkışında farklı anılarla tanımaya çalıştığım yaşlı adam. Kudretli, fötr şapkalı, Hulusi Kentmenvari.

Kalemlerin diklemesine durduğu ceplerin dibi tütün dolu. Sigara paketinden dökülen kuru sarı taneler. Kağıt ve tütün kokusu, biraz da mürekkep. Boşalan dolmakalemlerin mürekkeplerini doldurmak, etrafımdaki kimse dolmakalem doldurmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Ellerimde mürekkep lekeleriyle okula gittiğimde benden mağruru da yok.

Kağıt ve tütün kokusunu içe çekmek için önce beyaz sabun kokusunu duyma şartı. Hacı Şakir kokan eller, şifreyi ayarlayıp çantayı açmalı. O koku içinse önce Brüt kokan deri cekete kocaman sarılmak gerek. Arko traş losyonu sinmiş gömleğe sıkı sıkı tutunup salonun yolunu tutmak.

Salonu saran sigara dumanı ve bira kokusu.

Çantaya dalıp gidince dudaktaki izmaritten halıya düşen bir parmak kül.

Gülüşmeler.

Sesi fazla açık televizyon.

Çantadaki çengel bulmaca.

Penceredeki Dikmen Vadisi.

Yerdeki siyah poşet.

Elimdeki mürekkep lekesi.

Bir çanta, kahverengi deriden, köşeleri hafiften aşınmış. Çok taşınmamış belki ama çok taşımış belli. Köşede çanta yoksa da şimdi, kafamdaki çantanın içi bunlarla dolu. Kimseye hiçbir şey ifade etmese de bana her şeyi ifade eden hiçlerle.

Babam bir an önce gelsin, çantayı açalım.


152-149

Kadim NBA takipçisi okurlarım, bu sene sizleri boşladığımın farkındayım. Dur ben şimdi sizin gönlünüzü alırım.

Maçı izlediniz mi dün gençler? İzleseydiniz n’apayım, oturup şu oldu bu oldu diye anlatamam, çok acayip uykum var.


Evin ordaki sahadasınız. Tek top var, beş altı kişi tek potada atış yapıyorsunuz. Top panyadan sekip de sana gelecek diye beklersin hani, ifadesiz bir surat, ağız hafif açık. İşte istersen Lebron James ol, yine de o ağız açık.


Dr.Dre Monster Beats’in katkılarıyla. Orlando’ya hoş geldiniz.


East 5’lisi sahaya çıkarken yine bir danslar bir şovmastgoonculuk. Gel gelelim, D.Rose’un surat yine sirke satıyor, yine mahkeme duvarı. Ben ne dans edicem lan, top oynamaya geldik, kıçınız başınız ayrı oynuyo duruşu. Adam kuul beyler, dağılalım.


Kobe’nin de sırtında galaksi var, öyle bir forma.


Sanki Chris Paul hala rookieymiş gibi. Takımın en iyi oynayanının küçük kardeşiymiş gibi sanki. Zoraki takıma alınmış, aldım-verdimde de sona kalmış gibi biraz.




Tony Parker’a da bir beyaz gömlek, bir siyah kumaş pantolon giydir, sal düğün salonuna, uyum sağlar gibime geliyor. Arada karışır gider, kasap havasında falan.


Koca koca adamların da ekranda kendilerine bakmaları… Bir Jack Nicholson olmak kolay değil öyle.


Emtivi hiphapçılarının gözlerindeki über büyük camlar için yanlarında gündelikçi küçük çocuklar taşıdıklarını biliyor muydunuz? Ellerinde küçük fısfıs ve silecekler olan çocuklar, maç boyunca gözlük camı temizleyerek okul harçlıklarını çıkarıyorlar!


Westbrook ve Griffin smaçları. Cevap gibi gelen Lebron smaçları. Bu madde bu kadar, yorumu yok. Ya da şey, yorumu Kaan Kural’dan: ooooooooooooooooooooooooovhohhhoooooohhoooooooo.




East’in savunma eksiğinin tek sebebi Celtics eksikliğidir. Kimse kusura bakmasın. Doc Rivers olaydı, ortalığın tozunu attırırdık. Bir Garnett hırsı göremedim sahada, takıma alacaksan bir Garnett alacaksın arkadaş, bağıracak çağıracak, hırs mühim. Ray Allen’ın üçlükleri olsaydı da o son saniye üçlüğüne muhtaç kalmasaydık, Deron Williams’ın sıçışını görmeseydik. SONRA BEN PARTİZAN OLUYORUM! Ama yok. Aman D.Howard koşma, aman o kolları kaldırma, aman diyim ya, yorulursun olum boşver.




Periyod aralarında Oscar’a dönüp durdum zaten iki dakika aman edip de lavaboya kadar gidemedim. Ama It’s Always Sunny in Philadelphia reklamını görünce, bütün Oscar’ları toplayıp Charlie Day’e veresim geldi. Canım ya.


How about them apples. Ahahhah, Allah’ııııım.


Pitbull konseriyle sabahın 4’ünde dans etme ihtiyacı hissettim. Chris Brown’ın dansını görünce hevesim kaçtı. Nicki Minaj bok yemiş.


All-Star gecesi, All-Star hakkında durum güncellemesi yapmayanlar, çok boş beleş işler içindeymiş gibime geliyor. Ne bileyim, maç var, sen orada arkadaşının fotoğrafına yorum yapıyorsun, karikatür paylaşıyorsun falan. Biriniz de “ulan bu Iguodala’yı da adam gibi oynatmadılar” yazın, “Griffiiiiiiin, sen neyin nesiisiiiiiin” yazın.



Howard’ı sadece hava atışı için ilk beşe aldıklarını düşünmeye başladım.


Oscar’ı diğer açışımda Chris Rock’a denk geldim, nasıl kulak kesildim, nasıl da bitmesin istedim. Keşke gecenin sonunda bir gösteri yapsaydın be.


Tekrar Cnn Turk’e döndüğümdeyse Sound of the Game vardı. Sound of the Game ve Inside Trax bölümleri bu sene daha çok olmuş. Daha doğrusu, daha fazla gösterildi. Gerçi reklamlara girip bütün cheer bölümleri atlattılar ama yine de olsun.


Son kırk saniye, arada iki sayı var, biraz oyalanıp tek üçlükle oyunun kaderini değiştirmek East’in ellerindeyken, Dwade’in asisti elinden kaçırışı!!!! LAN! Bir de nasıl gülüyor! NE GÜLÜYOSUN OLUM! Hemen mola, hemen tahta kalemi, sanki bir bok olacak. Ve o kırk saniye geçmedi, ayakta tepine tepine izledim. Son saniye üçlüğünü Deron Williams’a bırakıp hezeyana uğrayan Tom Thibodeau, gelen saçma faullerle maçın bittiğini anladı. Geçmiş olsun.


Kobe’de 264 sayı ile MJ’ın rekorunu kırdı bütün bunlar olurken. O arada derede kırdı valla.,




Bu da Cumartesi günkü Slam Dunk Contest birincisi Jeremy. Gerçekten güzeldi, asistin hakkını yememek lazım.




Bu da All-Star ertesi derse gitmemenin verdiği yılışık hisse dair:


Hadi ben Ptt'ye gidiyorum. Dersi asıyorum, faturalardan kurtulamıyorum.

"Bugün, ötekine rağmen egemen olma savaşıdır." - Metin Sarfati.


Karşı fikre tahammül.


Bu konu uzun süredir kafamı kurcalar durur. Ve hep aynı sonuca varırım: İnsanların farklı düşünceye tahammülleri yok, varsa da eşiği oldukça düşük.


Uydurulmuş, genelleştirilmiş, bir sürü kalın çizginin ardına saplanıp kalmış kalıplar yüzünden, “ayıp”lar, “yanlış”lar, “günah”lar, “yasak”lar yüzünden, farklı fikirler öne sürmeyi bıraktım, bir fikir bile öne sürmekten korkan insanlar yetişiyor. Sorgulamayan demiyorum dikkatinizi çekerim. Sorgularsın, sorgulamazsın, o seninle dünya görüşün arasındaki meseledir, beni ilgilendirmez. Ama savunduğun bir fikrin oluşu, o fikri savunma şeklin, fikrin ardında yatan temel meselelere hakimiyetin, bunlar beni ilgilendirir. Ve eğer tartışıyorsak, yanımdasındır, karşımdasındır, o da fark etmez. Fark edecek olan sendekilerdir, sendekileri aktarabilmen ve benim bunları içeri buyur etmem.


Bir arkadaşınızı düşünün. Odasının kapısını kapıyor, sizi içeri almıyor. Kapının eşiğinden konuşmak için yaklaşıyorsunuz, ama o, elleriyle kulaklarını da kapıyor, sadece bağırarak bildiklerini gönderiyor kapının altından. Ne odasından içeri girebiliyorsunuz, ne de kulaklarından. Sadece yüksek sesini duyuyorsunuz. Kimi komşular kapı eşiklerine bardak dayamış onu dinliyor. Kimisi de kalorifere, tavana vuruyor.


Kiminin ilgisini kiminin tepkisini çekiyor.


Ama sizi dinlemiyor. Sizinle iletişim kurmuyor. Sadece kendini ifade ediyor, kendi çehresine kırmızı kontür çekiyor.


Odanın kapısından girseniz de kulaklarından içeri girseniz de, asla hoş karşılanmayacağınızı biliyorsunuz.


Ne yapacaksınız? En azından bir fikri var.


Fikirlerimden yüzde yüz emin değilsem, hiçbir zaman karşımdakini ikna etmeye çalışmam. Kendimi ikna edememişim daha, belirsizlik dururken, boşlukları doldurmamışken; ben birken, bizim iki olmamız, bizim on iki olmamız hiçbir şey ifade etmeyecek çünkü. On şeyi yarım yamalak bilmektense bir şeyi bilmek ama tam bilmek en iyisidir belki de, eğer hakkında ahkam kesilecekse. İşte bu noktada, beş dakika da konuşsan, beş saat de konuşsan, benim bir soruma cevap veremeyişin ikisi için de aynı anlamı içerir. Çok biliyor olabilirsin; fakat tam bilmiyorsun. Tam bilmiyorsun ama çok konuşuyorsun. Sözüm meclisten dışarı ama, biraz da boş konuşuyorsun.


Konu dağılmasın, farklı fikirlere müsamahadan bahsediyordum.


Geçen hafta, Siyaset Bilimi’nden aldığım bir derste, dersin hocası “tahammül” konusunda düşüncelerini dile getirdi. Ona göre tahammül etmek, karşı tarafı küçümseyici bir tavır içine girerek hoş/hor görmek gibiydi. “Hadi ben sana tahammül edeyim de sen de söyleyeceğini söyle, hadi ben hoş görürüm seni.” Bunun üzerine kelimelere çok takılıp takılmadığını düşünmeye başladıysak da bu bakış açısı bana biraz kötümser geldi. Kelimeler, onlara yüklediğimiz anlamlarıyla vardır, kabul. Katlanmak, tölere etmek, tahammül göstermek benim açımdan kişinin özsaygısı ile de var olan bir durum. Bunu karşı tarafın “saçma” fikirlerine sabır göstermek, konuşmasına izin vermek olarak görürsek, dediği elbette doğru. Fakat genel anlamıyla tahammül, karşı taraf ne yaparsa, ne derse, ne düşünürse, kim olursa, bunun varlığına karşı çıkmamayı, kişinin kendini bu konuda terbiye etmesini öğrenmesidir benim açımdan. Bütün bunların, yapılanların söylenenlerin niteliği ve niceliğine dair elbette karşı çıkmak serbesttir, ben varlığının reddedilmesinden bahsediyorum.


Yani özet olarak tahammül göstermenin, sabır ve saygıdan oluşan bir kimlik ögesi olduğunu söylesem yanlış olmaz. Benim doğrularım, benim yanlışlarım; tahammül edebilene.


İnsanların farklı düşünceye olduğu kadar, farklı düşünenlere de dayanma yetisi yok. İllet oluyorum bu insanlara. “Sanane!” diye bağırasım geliyor suratlarına. Sanane arkadaş, Başbakan için geçmiş olsun mesajlarının iletildiği bir internet sitesi açılmış, seven sevmeyen, esenliklerini, temennilerini dile getiriyor. Alan razı veren razı. Sanane yahu. Neden küfrediyorsun, neden karşı çıkıyorsun, neden hakaret ediyorsun? Sevmiyor musun, sevme o zaman. Sevmemeye devam et. Sen sevmiyorsun diye, kimsenin sevmemesini istiyorsun. Kimse sevmesin, herkes senin gibi düşünsün istiyorsun. Çünkü çoğunluğun vereceği gücü istiyorsun. Güç, iktidar getirir. İktidar da güç. Bu ikisiyle doğruların sağlamlaşır. Duvarlaşır. Nefretle duvar örüyorsun. Sevmeyeceksen sevme, olsun bitsin.


Buradan propaganda yapmak, başbakanı desteklemek falan değil amacım. İnsancıl düşüncenin karşısında duran insanları anlayamıyorum sadece. Bir insanın bir başka insana karşı bu kadar acımasız olması… Bildiklerimiz, görüşlerimiz bu kadar kör etmemeli bizi. İnsan doğasını ne çabuk terk ettik, insanlık cahili olduk çıktık. Bütün değişkenleri sabitleyelim, t sabitinde durduralım zamanı. Nedir sonuç, sen de ben de insanız. Aynı şekilde doğduk, aynı son da bizi bekliyor. Mücadele edeceksek de insanlıktan çıkmamak gerek. Nefret içimize işlemesin. Sen insan olamayacaksan, ben sana tahammül edemem. Önce insana insanca muamele etmeyi öğren, sonra konuşalım.


Farklı fikre tahammül şart. Akılcı davranmak sadece akıllıca cümleler kurmakla olmuyor çünkü. Akıl ve davranış arasındaki bağlantı kablolarına bir baktırmakta fayda var.



nasıl biliyor musun?

Yeni alınmış bir defterin ilk sayfası gibi
Bir Bülent Ortaçgil şarkısının başlangıcı gibi
Tam da 15 dakika önce demlenmiş çayın ilk bardağı gibi
Eylül gibi
Cuma akşamları gibi
Eski kitap kokusu gibi
Uykusu gelmiş ve sobanın karşısına kurulmuş bir kedi gibi
Turuncu gibi biraz,
Kalemle başa alınmış kasetler gibi
Karlı bir gecede gökyüzündeki hafif kızıllık gibi
Sahilde uzanmışken esen hafif rüzgar gibi
Mum gibi ya da
Rapidonun saman kağıdında çıkardığı ses gibi
Başka bir şehre giderken otobüsteki herkesin uyuduğunu görmek gibi
Gece uyku tutmadığında da camdan bakıp uyuyamayanları görmek gibi
Dersin erken bitmesi veya
Dolapta kalan son pudingi bulmak gibi
Her yere bakıp da bulamadığın kitabı kütüphanede bulmak belki de
Posta kutusunda isme gelmiş bir mektup gibi
Griye çalan mavi gibi
Bir armağanın üzerine iliştirilmiş kağıttaki üç kelime ve iki nokta gibi
Leonard Cohen şarkılarındaki mızıka melodileri gibi
İftardan bir saat önce gidilen bakkalda yeni pidelerin gelişini görmek gibi
İpi dikiş iğnesinden tek seferde geçirebilmek gibi ya da
Radyoda en sevdiğin şarkının çalınması gibi
Dream Land'de kazanılan milyonlarca bilete üç beş misket alabilmek gibi
Sokakta saatlerce koşturup sulama yapan bahçıvanın su içmeye izin vermesi gibi
Bakkalda paranın üstüne istediğini almak gibi
Otobüs durağına adım atar atmaz otobüsün gelmesi gibi
Hiç kırmızı ışığa yakalanmayıp, hiç sağ şeride sapmamak gibi
Hain Ankara ayazında boyna daha bir çekilen üç renkli yün atkı gibi
Hediye verilen dostun yüzünde görülen memnuniyet ifadesi gibi
Phil Collins şarkılarındaki hafiften eko gibi
Yazın sıcağında uyuyamazken perdelerin biraz olsun oynadığını görmek gibi
Hiç basılmamış yerlerdeki karlar üzerinde zıplamak gibi
Gece 3 gibi
Hayatı boyunca vesikalık fotoğrafını beğenmemiş insanın aradığını bulması gibi sonunda
Kapalı gişe oyuna son bileti bulmak gibi
Çilek gibi
Bir arkadaşın evinde büyük kupada içilen sütlü kahve gibi
Geç saatte gelen bir mesaj gibi
Guinness köpüğü gibi
Şöminede yanan ateşin çıkardığı çıtırtılar gibi ya da
Bir Djarum'un ilk nefesinin verdiği baş dönmesi gibi
Ajandanın orta sayfalarında bir kaç sürpriz cümle bulmak gibi
Yazlık sinema gibi
Cam şişede gazoz gibi
Ya da
Ya da bütün bunların hissettirdikleri gibi.
Ve ya bütün bunlardan daha fazla.
Çok.


Çürük - I

"İnsan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor. Halbuki yalnızca bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz."
-Sinek Isırıklarının Müellifi'nden.



Yatağımda doğrulup, buğulu görünen silüetleri tek tek netleştirdim zihnimde. Çünkü aslında her şey zihinde. Az önce, sol tarafımdaki komodinin üzerindeki renkli gece lambasını renklendiren benim. Renkli olarak göremeseydim eğer, benim için renkli olmaktan çıkacaktı. Sonuç olarak, benim için renkli değilse, o lambaya renkli demezdim. Renksiz olduğunu da söylemezdim; ama benim için renkli olamayacak kadar gerçek olurdu.

Kafamı sağa çevirdiğimde gördüğüm görüntü, bir aydır gördüğümle aynı. Henüz yeni ayılan birisi için odak problemi yaşatacak türden. Yere düşüp her yeri örten kar taneleri ne kadar beyazsa, gökyüzüne doğru baktığımda öyle kirli görünüyorlar ki. Neticede bulutlardan daha beyaz değiller. Çıta bir hayli yüksek anlayacağınız, ne kadar berrak olursanız olun, eğer rakibiniz bulutlarsa, boyun eğmeniz gerekir, çünkü barış için sallayacağınız beyaz bir flama bile beyaz değildir artık onun yanında.

Kapı vuruluyor. Kapıya öyle bir vuruluyor ki bu, kapıyı açarsam içeriye buyur edebileceğim türden birinin vuruşu değil. Kapı ağlıyor, kapı yalvarıyor, lütfen biri şu adamı durdursun artık, kapı haykırıyor. Siz hiç konuşan bir kapıya rastladınız mı? Eğer duymak isterseniz, duyarsınız. Duvarları da duyarsınız, gökyüzünü de. Ama sadece duymak isterseniz.

Terliklerimi gece bıraktığım yerde olduğunu bilerek tek denemede ayağıma geçirdim. Sabahlığımı giydim ve yakasını, belindeki kuşağını, kollarını düzelttim. Kapıyı kırmak üzere olan birine yine de nezaket göstermeliydim, onu bekletirken bile. Halbuki onu beklettiğimi düşünmüyordum bile. Gerinerek kalktım ve terliklerimi sürüyerek odanın kapısını açtım, holün soğukluğu alelacele iki tokat çarptı suratıma. Titredim ve artık ayaklarımı sürümüyordum. Kapıdaki her kimse zıvanadan çıkmıştı ve kapıya indirdiği her darbe, beynime daha ağır olarak iniyordu. Sinirle kapının kilidini bir kere çevirdim, zincir sürgüyü çektim, kapının kolunu çevirdim. Açılmadı. Anahtarı bir kere daha çevirdim, kapının kolunu çevirdim. Açıldı. Kapı minnettar bir ifadeyle gıcırdadı, teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. Zaten şu kapıyı kaç kere kilitlediğimi hep unuturum. Belki de hiçbir zaman hatırlayacak kadar bilinçlice kilitlememişimdir. Alışkanlıklar bilincin arka sokaklarından dolanır.

"N'oluyor lan sabahın bir vakti alacaklı gibi?!"

Elim havada kalmıştı, sabahın ilk sözcükleri biraz fazla yüksek sesle dalgalanmıştı sokakta. Boğazım yanıyordu. Ben sabahları yarım saat konuşamazdım, geceden kurumuş boğazım, damağım yanardı. Kronik faranjit. Dilim sürçüp de kronik frijit olduğunu söylediğim gün, kız arkadaşımın burnundan, içtiği 7up'ı getiren illet. İlacı sadece yarım saat. En azından benim reçetem bu. Daha yarım saat geçmemiş ve ben kapımdaki gençten çocuğa bağırıyorum. Piç kurusu!

"Ne var çocuk, deli mi dürttü, ne tekmeliyorsun kapımı sabah sabah?!"

Nefes nefese kalmış, cevap vermesi uzun sürdü. Tek eli kapının eşiğinde, tek eli dizinde. Ürkek ve sinirli gözlerle bana bakıyor. Ama nasıl bakmak. Aynı babasının gözleri, hay babasının şarap çanağına.

"Lan!?"

Yutkundum. Sekiz kere falan. Boğazımda Etna patlamış ve ben bir kere daha yutkunuyorum.

"Abla, ne olur içeri al beni, bu sefer öldürecek beni. N'olur, lütfen, saklanmam gerek!"

"Abla deme bana! Gir içeri. Höst, kenarda çıkar ayakkabılarını, kenarda!"

Kesik kesik soluyuşu, titrek vücudu, kirli Zoom-Air'ları, kapşonunun altındaki turuncu çamaşır suyu lekesini örttüğü eşofman üstü, kıçından düştü düşecek kot pantolonu, boynundaki kulaklığı, elindeki müzik çalar. Öyle çok şey anlatıyordu ki o an. Her an. O sussa bile saatlerce konuşabilirdik karşılıklı. Anlaşırdık. Ya da ben anlardım. Hatırlardım ve susmak isterdim. Ta ki gözünün, dünyanın en adi moruna büründüğünü görene kadar. O zaman susmak yerine "yine mi vurdu o puşt sana?! Ha? Yine mi el kaldırdı lan!" diye bağırırken bulurdum kendimi. Yemişim yarım saatini, bir saatini. O morun tonunu ölsem dahi unutmam çünkü. O çürüğün yerine dört gün sonra oturan koyu bir kızıllık, altıncı günü yedinciye bağlayan gece yeşerip sararması, on üç günün ardından yerleşen iğreti bir karartı... Aynaya baktığında içinde kaybolabileceğin bir karartı. Gözünü karartması. Eline aldığın makasla neler yapabileceğini düşündüren karartı. Karar.

"Al şu eti koy gözüne."

"Biftek mi bu?"

"Ebeninki. Boş konuşma da koy şunu gözüne."

Bu akşam da pizza söyleyeceğiz anlaşılan.


Devamı gelecek.

j

Birine bir şey anlatıyorum mesela. Yahut bir şey öneriyorum diyelim. "Buna mutlaka bir göz at." "Buna mutlaka bak eve gidince." "Bunu kesinlikle dinlemelisin." "Tam senlik bak bu, izle, bak, bişeyler yap." gibi türlü türlü. Ama içten içe de biliyorum ki o bunları kesin unutacak var ya. Nasıl eminim ama unutacağından. Çünkü laf arasında o kadar vurgulamama rağmen ona çok da mühim gelmeyecek, aman diyecek içinden, "tamam kesin bakarım" diyeyim de, salla ya kim uğraşacak diyecek ben bilmez miyim. "Hee hee tamam" diyecek. Eşşoleşşek senin iyiliğin için konuşuyoruz burada! Ben de öldürsen unutmam, istesem de unutamam mesela. Herkesi kendim gibi sanıyorum........

Zaten nerede bir kişisel atarlanma var, orada çok nadide bir "herkesi kendim gibi sanıyorum" var. Yazık nasıl da alınmış, içine atmış.

Sanırım en tatlı sömestrlarımdan birini yaşadım.

Ben bazen böyle çok alakasız şarkılar dinliyorum. Bir anda içimden geliyor, lan diyorum açayım da iki Tarkan dinleyeyim diyorum. İki Tarkan dinleyeyim. Bir üç değil. Ama böyle bir anda. Bir dakika önce Kiss dinlemişim mesela, sonra Salına Salına Sinsice geliyor arkasından. Durumun garabetine dikkat kesilen bir iki arkadaşım hemen soruyor, iyi misin diye. Ne var arkadaşım, keyfimin kahyası mısını?! Yaradana yalvartmaaa, yüreğime taş basmaaaaağ...

Şu üç nokta değil de iki nokta çok manidar değil mi ya. Daha tavırlı. O sonuncu noktayı koymaya teşebbüs bile etmiyor yani öyle bir tavır..

Yemeksepeti bazen çok düşüncesiz oluyor ya. Gecenin bir vakti o gönderdiği e-postaları bir görseniz, nasıl bozuluyorum ekranın karşısında. "Bak biz bunda indirim falan da yaptık, off ne yenir di mi şimdi, ama saat sabaha karşı 4, istesen de göndermeyiz ehe mehe" Allahsızlar! Bari 24 saat gönderim yapanların reklamını yapın, ayıp denen bir şey var be.

Her genç kızın küçükken Tayfun'a aşık olması n'olucak? Hep bunlar çıkardılar zaten "enstrüman çalan erkek" çılgınlığını. Halbuki ben Mansur Ark'a vurulmuştum. Gideyim de bir Maalesef dinleyeyim. Ogeday vardı bir ara da. Ne ara bilmiyorum da. Asi gençlik, n'oldu ona acaba. Arkadaşımı hadi geri verin banaaaaa!

Game of Thrones'da bir replik vardı, "insanların 'ama' kelimesinden önce söylediklerinin hiçbir önemi yoktur" diye. Alkış tutmuştum duyduğumda. Bugün yine böyle bir olayla karşılaştım. Yarım saat boyunca konuşup sonuna da "ama"yı iliştiren sinsi insana ne denir ki şimdi yani. Yarıııım saat konuş sen, hiç dilin damağın kurumasın, benim içim kurusun ama, böyle nefes alama konuşurken, sonra bir ama ile devam et sonuna. O koskoca yarım saat sersemletti beni, ben daha ne dinleyeyim seni be! Tutarsıza bak arkadaş, mahvoldum yemin ediyorum ya. Anlattı anlattı anlattı böyle, sonra da diyo ki ama diyo ben diyo artık bunları düşünmek istemiyorum. DÜŞÜNMESENE O ZAMAN! DÜŞÜNME YA!

Kurtuluş Son Durak diye bir filme gittik bugün. Hiç oturup kritiğini yazacak halim yok, zaten hangi tarafını eleştireceğimi şaşırırım. Bu daha açıklayıcı oldu galiba. Benim amacım çok sıkı bir kadro olduğu için görmek isteyişimdi. Annemin amacı daha politikti, daha doğrusu onun amacı yoktu filme dair, çok çekmiş bir kadına hitap edebilir diye düşünmüştüm. Nitekim öyle de oldu. Feminist hareketten hazzetmiyorum ya, çiğ geliyor. Filmdeki kadın hakları fanatizmi fazla geldi bana. Eğlenceli olsa dahi pek şişirildiği kadar etki bırakmadı bende. Yediğim nachonun hatrına 6 falan veririm, o da en fazla. Bir de Ahmet Mümtaz Taylan'ın hatrı var, onu da şahsına ilettim zaten.

Al iyice karıştıralım kafaları o zaman. Çok sıkılıyorum ben ya. Geçen senenin final ders notları elime geçti de bugün, böyle yeşil kalemle kocaman SIKILMAK İSTİYORUM ARTIK! yazmışım. Boş zamanım olsun da canım sıkılsın diye dualar etmişim. Al sana dua. Neyse, öpercik aslan parçaları.

Sahlep

NABERYA?!

Var ya, çok kahırlı bir süreçten sonra temayı değiştirdim sonunda. "Lan!" dedim, "ne var?!" dedim, "yemişim hazır şablonunu, oturur kodumu yazarım" dedim. Yazdım çizdim, ortaya çıkan bu oldu. Gerçi pek istediğim gibi olmadı; ama hata veren programlar ve bloggerdan ötürü, malzeme bu. Çok bela okudum, orası ayrı. Hardal'ı da blogumun yeni yüzü olarak ortaya çıkardım. Kapak kedisi kendisi.


Neyse dur şimdi, lafa tutma beni.


"Sevilmediğini düşünüyorsan belki de bir yerlerde bir yanlış yapıy..." Ya bırak! Öyle hissediyorsan öyledir belki de. Kabullenmek istemeyiş neden, ya da illa ki bir kulp bulup takma ihtiyacı neden? Sevilmediğini hissediyorsan, sevilmiyorsundur belki de sadece. Bu işin şartı şurtu yok ki.


"Gergin kalamar: masadakilerin nezaketen birbirine bıraktığı son kalamar. Ömrü gergin patateslere göre daha kısadır." -Fırat Budacı. Nezaket101 için detaylandırmak mümkün. Bizim evde de domatesin çektiği kahrı başka bir şey çekmemiştir herhalde. O son bir tane domates kalır sürekli. Kimse ilişmez, herkes birbirine bırakmıştır. Annem de her seferinde "siz küçükken domatesin suyunu içmek için kavga ederdiniz abinle, her sabah aynı tantana, kahvaltıyı mundar ederdiniz..." diye anlatmaya başlar. Her seferinde! Artık suyunu bıraktım, domatesi bile fazla geliyor. Senelerdir yemek masası kurup beraberce yemek de yemiyoruz. Misafirden misafire.

Az önce televizyonda Avea'nın yeni reklamına rastladım. Reklamda şu Erdem Yener yani Fasülye, sarı bir 4x4'le çıkageliyor, "bak" diyor "ne şahane di mi, dört çeker!" Yanındaki arkadaşı da diyor ki "çok yakar abi o." Hani şu Sertap Erener'li Turkcell reklamı var ya, "dört çeker" sloganlı, ona laf atıyorlar. Zaten izlediğim kadarıyla bu konsept Avea reklamlarının tümü, diğer operatörleri, özellikle de Turkcell'i hedef alıyor, yermeye çalışıyor, üzerine oynuyor. Asıl sorun burada Avea mı Turkcell mi? şeklinde partizanlık yapılması değil, asıl sorun rakip bir firmaya dair oluşan algı. Birilerinin sırtında yükselmek denir buna, rakip üzerinden oynamak ya da. Yüzyıllardır var olan bir iktidar-muhalefet ilişkisi. Son derece politik ve son derece çiğ. Eğer ki sen üç büyük operatör arasında ismini söyletebiliyorsan, senin artık bu tarz basit oyunlara neden ihtiyacın olsun ki? Sen yine yeniliklerini yap, tüketiciye sun, sunduğun hizmeti güzelce tanıt, cazip kılmaya çabala. Ne bileyim akılda kalıcı reklam jingleları üret, insanları çekebilecek kampanyalara ağırlık ver... Ama sen koskoca firma kalk, çocuk gibi ona buna laf yetiştirme çabalarına gir. Oldu mu? Olmadı.

Aynı şeyi Kılıçdaroğlu'nda da gördük. Bir ara sürekli Melih Gökçek'le Arena programında karşı karşıya çıkıyorlardı. Elinde sürekli bir dosya. "Sizi mahvederim!" dosyası. Sonra gördük ki bu ülkede muhalefet, karşıt fikirler üretmekten çıkmış, sadece iktidarın açıklarını yakalamaya, suçlamaya, burun kıvırmaya dair bir şey olmuş. Elbette ki bunlar olacak, "iktidar-muhalefet elele!" kampanyası yapmıyoruz burada, ama dozunda olmalı. Haydi ben ikna oldum diyelim, çok güzel yakalamışsınız açıklarını, hakkında iddia edilen suçlamalara da katılıyorum. Peki sonra? İktidardan soğudum, tamam. Eee? Sana nasıl ısınacağım peki? senin icraatların neler? Yürüttüğün kampanyalar neler? Projelerin, gerçekleştirebildiğin vaatlerin, topluma dair çalışmaların? Yok mu? Eee atıp tutuyordun senelerdir, madem alternatifini üretmeyecektin, ne demeye sallıyordun sağa sola?

Nitelikten çok niceliğe değer verilen bir çağda yaşıyoruz. Ne demişler, "don't hate the player, hate the game."

Size şöyle güzelinden bir "hoşgeldim" şeysi hediye edeyim: