Çürük - I

"İnsan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor. Halbuki yalnızca bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz."
-Sinek Isırıklarının Müellifi'nden.



Yatağımda doğrulup, buğulu görünen silüetleri tek tek netleştirdim zihnimde. Çünkü aslında her şey zihinde. Az önce, sol tarafımdaki komodinin üzerindeki renkli gece lambasını renklendiren benim. Renkli olarak göremeseydim eğer, benim için renkli olmaktan çıkacaktı. Sonuç olarak, benim için renkli değilse, o lambaya renkli demezdim. Renksiz olduğunu da söylemezdim; ama benim için renkli olamayacak kadar gerçek olurdu.

Kafamı sağa çevirdiğimde gördüğüm görüntü, bir aydır gördüğümle aynı. Henüz yeni ayılan birisi için odak problemi yaşatacak türden. Yere düşüp her yeri örten kar taneleri ne kadar beyazsa, gökyüzüne doğru baktığımda öyle kirli görünüyorlar ki. Neticede bulutlardan daha beyaz değiller. Çıta bir hayli yüksek anlayacağınız, ne kadar berrak olursanız olun, eğer rakibiniz bulutlarsa, boyun eğmeniz gerekir, çünkü barış için sallayacağınız beyaz bir flama bile beyaz değildir artık onun yanında.

Kapı vuruluyor. Kapıya öyle bir vuruluyor ki bu, kapıyı açarsam içeriye buyur edebileceğim türden birinin vuruşu değil. Kapı ağlıyor, kapı yalvarıyor, lütfen biri şu adamı durdursun artık, kapı haykırıyor. Siz hiç konuşan bir kapıya rastladınız mı? Eğer duymak isterseniz, duyarsınız. Duvarları da duyarsınız, gökyüzünü de. Ama sadece duymak isterseniz.

Terliklerimi gece bıraktığım yerde olduğunu bilerek tek denemede ayağıma geçirdim. Sabahlığımı giydim ve yakasını, belindeki kuşağını, kollarını düzelttim. Kapıyı kırmak üzere olan birine yine de nezaket göstermeliydim, onu bekletirken bile. Halbuki onu beklettiğimi düşünmüyordum bile. Gerinerek kalktım ve terliklerimi sürüyerek odanın kapısını açtım, holün soğukluğu alelacele iki tokat çarptı suratıma. Titredim ve artık ayaklarımı sürümüyordum. Kapıdaki her kimse zıvanadan çıkmıştı ve kapıya indirdiği her darbe, beynime daha ağır olarak iniyordu. Sinirle kapının kilidini bir kere çevirdim, zincir sürgüyü çektim, kapının kolunu çevirdim. Açılmadı. Anahtarı bir kere daha çevirdim, kapının kolunu çevirdim. Açıldı. Kapı minnettar bir ifadeyle gıcırdadı, teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. Zaten şu kapıyı kaç kere kilitlediğimi hep unuturum. Belki de hiçbir zaman hatırlayacak kadar bilinçlice kilitlememişimdir. Alışkanlıklar bilincin arka sokaklarından dolanır.

"N'oluyor lan sabahın bir vakti alacaklı gibi?!"

Elim havada kalmıştı, sabahın ilk sözcükleri biraz fazla yüksek sesle dalgalanmıştı sokakta. Boğazım yanıyordu. Ben sabahları yarım saat konuşamazdım, geceden kurumuş boğazım, damağım yanardı. Kronik faranjit. Dilim sürçüp de kronik frijit olduğunu söylediğim gün, kız arkadaşımın burnundan, içtiği 7up'ı getiren illet. İlacı sadece yarım saat. En azından benim reçetem bu. Daha yarım saat geçmemiş ve ben kapımdaki gençten çocuğa bağırıyorum. Piç kurusu!

"Ne var çocuk, deli mi dürttü, ne tekmeliyorsun kapımı sabah sabah?!"

Nefes nefese kalmış, cevap vermesi uzun sürdü. Tek eli kapının eşiğinde, tek eli dizinde. Ürkek ve sinirli gözlerle bana bakıyor. Ama nasıl bakmak. Aynı babasının gözleri, hay babasının şarap çanağına.

"Lan!?"

Yutkundum. Sekiz kere falan. Boğazımda Etna patlamış ve ben bir kere daha yutkunuyorum.

"Abla, ne olur içeri al beni, bu sefer öldürecek beni. N'olur, lütfen, saklanmam gerek!"

"Abla deme bana! Gir içeri. Höst, kenarda çıkar ayakkabılarını, kenarda!"

Kesik kesik soluyuşu, titrek vücudu, kirli Zoom-Air'ları, kapşonunun altındaki turuncu çamaşır suyu lekesini örttüğü eşofman üstü, kıçından düştü düşecek kot pantolonu, boynundaki kulaklığı, elindeki müzik çalar. Öyle çok şey anlatıyordu ki o an. Her an. O sussa bile saatlerce konuşabilirdik karşılıklı. Anlaşırdık. Ya da ben anlardım. Hatırlardım ve susmak isterdim. Ta ki gözünün, dünyanın en adi moruna büründüğünü görene kadar. O zaman susmak yerine "yine mi vurdu o puşt sana?! Ha? Yine mi el kaldırdı lan!" diye bağırırken bulurdum kendimi. Yemişim yarım saatini, bir saatini. O morun tonunu ölsem dahi unutmam çünkü. O çürüğün yerine dört gün sonra oturan koyu bir kızıllık, altıncı günü yedinciye bağlayan gece yeşerip sararması, on üç günün ardından yerleşen iğreti bir karartı... Aynaya baktığında içinde kaybolabileceğin bir karartı. Gözünü karartması. Eline aldığın makasla neler yapabileceğini düşündüren karartı. Karar.

"Al şu eti koy gözüne."

"Biftek mi bu?"

"Ebeninki. Boş konuşma da koy şunu gözüne."

Bu akşam da pizza söyleyeceğiz anlaşılan.


Devamı gelecek.

3 yorum

Must. dedi ki...

Moraran göz için tedavi yöntemi yer aldığına göre kronik farenjit için öneriler de gelecektir. Bekliyorum devamını (:

Aslında link vermem ya; bu seferlik affola.

http://eshquia-tb.blogspot.com/2011/08/farenjit.html

GK dedi ki...

vay kıyakmış, kısa öykü şekli. gelen çocuğun üstü yırtık pırtık varoş çocuğu değil de zoom-air li apartıman bebesi olması hadiseyi daha post-modern yapmış.

devamına 20 bölüm yerli dizi çekerim,o derece.

ebruhu. dedi ki...

Kronik faranjite annemin önerisi: "odan nemsiz kalıyo senin, şu kaloriferin üzerine su koyalım da buhar olsun." Daha ben ananeme falan da bir sorayım da. (:

Yırtık Converse'li yapacaktım vazgeçtim, Stan Smith'leri de Hakan Günday kapmıştı, senelerin hatrına Zoom Air olsun dedim, marka düşkünü, şekilci miyim neyimse artık. Ben dizilik yazayım o zaman, en olmadık yerde bırakayım falan. Evet.