Tavsiyeye Övgü-II

Havaların aba altından sopa gösterdiği şu günlerde kültür mantarları, parti kelebekleri, ev kunduzları ve yedi cüceler için bir takım önerilerle yine buradayım.


Martın sonunda çıkardıkları yeni albümleri Red Forest ile ben dahil bir çok sevenini havalara uçuran atmosphericçi abiler If These Trees Could Talk, gelin biz buna ITTCT diyelim, 9 parçalık bu nadide albümle çok iyi iş çıkarmışlar. Albümün giriş parçası olan The First Fire ile gözlerinizi kapatıp kendinizi bulutlu bir akşam üstü ara sokaklarda koşarken bulabilirsiniz. Left to Rust and Rot ile hücrelerinizi bile dinlendirme imkanı bulabilirken; albüme adını veren Red Forest ile de hafif bir hüzün sizi sarabilir. Albümün kapanış şarkısı When The Big Hand Buries The Twelve ise tam bir kapanış modu yaratıyor, gerek albüm için gerekse gözlerimiz ve zihnimiz için. Kısacası dinlemelere doyamayacağım bir albüm yapmış ITTCT. Eğer atmosperic, post-rock vb. müptelasıysanız, Caspian, GIAA, This Will Destroy You, Explosions in the Sky kullanıcısıysanız; bu albüm tam sizlik. Eski albümleri aratmaz demiyorum, çünkü bir süre sonra loop a aldığınız albüm, eskilere özlem yaratabilir.


Bir kişiden daha Yalan Dünya repliği duyarsam onu kulaklığın kablosuyla boğarım! Bilgilendirme babında. Gelgelelim: Happy Endings. Takip ettiğim ana dizilerin yanına böyle ufak tefek, eğlenceli diziler bulur, canım sıkıldıkça izlerim ben. Mesela Game of Thrones izlemişim, hafta içi izleyecek bir şey kalmamıştır ve benim yemek saatim gelmiştir, dizi lazımdır. Hop, Happy Endings. Modern bir Friends tribute’ü desem ne kadar doğru olur onu şimdi tam kestiremedim ama karakterler, dialoglar çoğu zaman içtiğimi burnumdan getirterek güldürüyor beni. Olaylar, dünya tatlısı evli bir çift, evliliklerine ramak kala kızın düğünden kaçmasıyla ayrı düşmüş iki tip, bir gay imiz, bir çatlağımız olmak üzere altı manyak ve olaylar döngüsünden ibaret. Eğlenmek için önerilir, ana dizinin yanına ordövr olarak gelirken bir anda main dish’e terfi ettirilebilir bir dizi.


Sinema için güncel bir öneride bulunmak isterdim ama Ferzan Özpetek’in Şahane Misafir’i de Zeki Demirkubuz’un Yer altı’sı da şu an için gidilecekler listemde baş sıradalar. En son gittiğim Açlık Oyunlarını ise şiddetle tavsiye ederim. Eğer üçlemeyi okuduysanız, bu film de üzerine cila gibi gelecektir. Okuyucu, filmdeki her bir saniyeyi okuduklarıyla doldurarak filmi daha nitelikli görecektir. Velhasıl izlemeyenlerin de kolaylıkla çözüp, macerayı takip edebileceğini düşünüyorum. Karakter seçimi genel olarak iyi de olsa, Haymitch ve Peeta konusunda ağzımı itirazla doldurduğunu söyleyebilirim. Haymitch’i kır saçlı, alkolik yaşlı bir adam beklerken Lost’taki Sawyer’dan bozma bir adam olarak görmek… Peeta’nın ablaklığı… Olmamış dedirtti. Ama Katniss öyle mi. İki gözümün çiçeği ya. Ehm. Film güzel, izleyin.


Kaç sezondur izlemek istediğim Soğuk bir Berlin Gecesi adlı oyuna ise dün gitmek imkanı bulduk. Oyunculuk başta olmak üzere, sahne, ışık, müzik, konu işlenişi ve tabii ki konu takdire şayandı. Olcay Kavuzlu’nun bütün yükünü sırtlandığı iki perdelik oyunu, ilk perdede eğlenerek, ikinci perdede iç geçirerek izledik. Yönetmenliğini Barış Eren’in yaptığı oyun; Almanya’da aldığı sanat eğitiminden sonra hayatının aşkı Katrine’le tanışıp onunla olan birlikteliği boyunca gerek Katrine’in ailesinden gerekse de Alman toplumundan dışlanan/dışlanmış hisseden Tarık’ın “yabancılık”la imtihanını konu alıyor. Herkes kendinden bir şeyler bulabilir oyunda, pişmanlıklar, affedişler, kendinden geçişler, yanlış kararlar, içsesle mücadele… Bir fırsatını ve boş koltuğunu bulursanız, mutlaka gidin.


Yine verdiğim toplu kitap siparişi ile gözümü hırs bürüdü ve hepsinden biraz biraz okumaya başladım. Ahmet Şık ve bir çok ismin imzasını taşıyan 000Kitap Dokunan Yanar’dan sonra piyasanın ilgisi Cemaat, Postmodern Darbe, Hükümet ilişkilerine kaydı, haliyle çıkan kitaplar da bu temadan çalıyor. 000Kitap’ı okuduktan sonra ben de bu konu üzerinde biraz bilinçlenmek adına farklı düşüncelere başvurmak istedim. Nazlı Ilıcak’ın “Her Taşın Altında ‘The Cemaat’ mi var?”, Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız’ın “Son Darbe: 28 Şubat”, Osman Ulagay’ın “Türkiye Kimlere Kalacak?-Başbakan’ın Yazdırdığı Kitap şimdi başa baş gidiyorlar. Bir yandan da Mark Boyle’un Meteliksiz’ini okuyorum. Meteliksiz, Kapitalist sistemin yarattığı tüketim çılgınlığına ve kitle tüketim çağına bir protesto amacıyla yola çıkan yazarın, tam da Noel arefesinde, adlandırdığı “Satın Almama Günü”nde parasız yaşamaya başlamasının hikayesi. Dünyamızın kaynaklarınız tüketiyoruz, petrol, su, enerji… Tükettiğimiz şeylerle sadece dünyanın kaynaklarını değil, varlıklarından haberimizin olmadığı insanların hayatlarını da tüketiyoruz. Bu bağlamda, oldukça akıcı bir dili olan ve bilinçlendirici bir kitap. Meraklısına öneririm.


Onun dışında da Ankara CerModern’de 23 Mart-20 Mayıs arasında Salvador Dali sergisi var.

15-28 Nisan tarihleri arasında da 29. Ankara Müzik Festivali.

Ben de Olimpos’a gidiyorum. Kültür mantarınız bildirdi.

3 yorum

Must. dedi ki...

"Parasız yaşamaya başlamak." Kitabın genel seyri bu doğrultuda olmayabilir belki ama bu cümle, Into The Wild çağrışımı yaptı. Meteliksiz'i listeye ekledim.

ebruhu. dedi ki...

Kitabın genel seyi tam da o doğrultuda. (: Moneyless Man kendisi, şöyle haberlerle duyurmuştu sesini: http://www.guardian.co.uk/environment/green-living-blog/2009/oct/28/live-without-money

Must. dedi ki...

Karavanı bile varmış adamın. Şimdi daha bi sevdim (: Teşekkürler.