biraz daha sallansak; beş dakika.

... Derken bir alevli nokta daha aydınlattı karanlığı. Yanıp sönüyor, yavaşça yaklaşıyordu. Birşeyler söylüyordu, sesi çıkmasa da dudaklarındaki o belirsiz, o ne diyeceğini bilemeyen şekil, içinde hararetli bir tartışmaya giriştiğini belli eder gibiydi. Soğuktan irkildi, elini cebine soktu; bana doğru geliyordu. Tanıyor gibiydi beni, rahat bir hareketle yanıma oturdu. Ayaklarını sallandırdı benim gibi. Akşam üstü herkes evine gidince oyun parkında yalnız kalan, boşalan salıncaklara oturup ayaklarını sıkıntıyla sallandıran iki çocuk gibiydik. Mahzun. Aynı zamanda da bu saatte ikimiz de merak ediyorduk, neden eve gitmediğimizi. Anneleri babaları çağırıyordu, alıp götürüyordu çocukların. Bizi kimse alıp götürmüyordu. Beni kimse evden çağırmıyordu. Bizim evde sofra adabı yoktu. "Baban geldi, yemeğe oturuyoruz." larımız yoktu. Bizim evde fotoğraf çerçeveleri kalabalık fotoğraflarla dolmuyordu. Biz, akşam 9'dan sonra televizyon yasağı konulanlardan olmadık hiçbir zaman. Isınıyorduk belki ama sıcaklığın mutlu edeceği seviyeye çıkamadık öyle çoğu zaman. "Sen neden gitmiyorsun?" diyemezdik ikimizde. Oyun parkında birini bulduysan bu saatte, sadece gitmemesi için derinden dileklerde bulunursun. Öylece oturduk bir müddet. Ayaklarımızı salladık durduk.


"Kimseye iyi gelmez." dedi usulca. "Sen henüz düşmek nedir, tecrübe etmemişsin, belli." Kaşlarım çatıldı. Dumanları dans ettiriyorduk gökyüzüne gönderirken. Söylemek istediği çok şey var gibi, derince iç geçirdi. "Bilmiyorsun. Bilmek de istemezsin." dedi bir hışımla. O karanlıkta, bu çıkışa bu kadar ihtiyacım olduğunu, o ana dek bilmiyordum. Şaşkınlıkla suratına baktım. Gördüm. Öyle güzel, öyle net gördüm ki, bilincimi doyurana dek bakmaya devam ettim. O da halinden memnun gözüküyordu. Memnun olmasa çekip gidebilirdi de kanımca; ama o konuşmayı, anlatmayı, susmamayı tercih etti. Ayaklarımızı salladık durduk.

Hava serinlemeye devam etti, biz de birbirimize sokulduk. Cümleler ve virgüller ve dumanlar ve noktalar. Omuzlarımızın arasından rüzgarı kovaladık. Üç noktalar, beş noktalar. Geçmişi filme alsalar, çarpıcı sahneler oluşturabilecek yüzlerce dakika, kenara köşeye not aldırabilitesi kuvvetle muhtemel binlerce harf, onlarca kelime, üç beş cümle, bir de isim. Tanıdık, ama ödünç melodilerin yüklendikleri anlamlarla birden bizden oluverişleri. Rüzgarın esişi, saçlarımızı estirişi ve alışıldık esintinin alışılmışın dışında etkileri. Gün bitimi, gün gidimi.


Ayaklarımı sallamaya devam ettim. O kalktı, ani hareketlerle iki adım ileri üç adım beri gidip geliyordu. Bir yelle yanıma geliyor bir diğeriyle uzaklaşıyordu. Sonra ben birşeyler söylemek için ağzımı açmışken, rüzgar duruyordu. Ya da rüzgar durduğunda ben konuşacak olmuştum. Rüzgar durduğunda o ötede kalmıştı. Ya da ben konuşurkenötedeydi, duymamıştı. Ve ya söylediklerimi rüzgar alıp götürmüştü tamamen, ona bir şey bırakmamıştı. Kaydıraktan son bir kez kayıp eve gitmeye koyulacak bir çocuk gibiydi son baktığımda. Değil gibiydi de aynı vakit. Eve gitmiyordu, ama nereye gittiğini de söylemiyordu; kendisi de bilmiyordu hangi cehenneme varacağını. Sadece gözlerinden okuduklarımla silmeye çalıştım aklımdaki çengellileri. Çalıştım. Ve rüzgar esmeye tekrar başladığında kulağıma söylenenler çalındı;


Lütfen beni bağışlayın. Hep aç kalışımı takdir etmenizi istedim. Ama takdir etmemeniz gerekiyor. Çünkü aç kalmak zorundayım, başka türlü yaşayamam. Çünkü sevdiğim yiyeceği bulamıyorum.


Bir açlık sanatçısının son sözleriydi bunlar. Ne kadar tanıdık, ne kadar acı verici. Kırık bakışlarında aç kalmaya devam edeceğine dair sağlam ve kesinlikle gururlu bir inancın varlığı.


O kafesin içinde bir şey yiyip yemediğini kontrol eden muhafızlardan, onu daha büyük kafeslere aldırmaya uğraşan menajerlerden; kafesin önüne gelip beş dakikalık bir ilgi gösterisinden sonra başka kafeslere fıstık atmaya uğraşan seyircilerden ölesiye nefret ettim o an.


Daha derinlemesine düşünüldüğünde meselenin zaman içinde geçirdiği değişim, özlü bir değişim değil, sadece benim bakış açımın gelişmesidir... diğer taraftan süregelen sarsıntılar bana belli bir sinirlilik hali yüklüyor.


Açlık sanatçısı samanların altında kıvrılıyor.

Ayaklarımı sallayıp duruyorum.

2 yorum

Peyton Sawyer dedi ki...

Mimledim seni:)
http://peytonsawyerruhlukiz.blogspot.com/2010/12/ilk-kez-mimlendim.html

Yasin dedi ki...

ailecek severek okuyoruz bu hanım kızımızı pek de yetenekli efendime söyleyim...