Değişik


Nicolas

Başlarda her şey çok güzeldi.

O hoşa giden ufak ayrıntılar dünyama renk getirdi sanmıştım. Ne kadar farklı olduğunu düşündürmüştü bütün o bilmeden yaptıkları. Kendisi de farklıydı evet ama onu o yapan ayrıntılardan çok onları sadece onun yapabileceği ayrıntılar…

Bunlara odaklanmak bana pahalıya mal oldu.

Başından başlayayım.

2002 yılında, henüz saçlarım beyazlamamışken ve henüz gittiğim barda “her zamankinden” kalıbını kullanamıyorken; yanımdaki bar taburesinde bir konuşmaya kulak misafiri oldum. Telefonda birisiyle konuşmak her zaman zor olmuştur; özellikle karşıdaki sizi dinlemeden bağırmaya devam ediyorsa.
O bunda hiç zorlanmıyor gibiydi. Yani ortamdaki loş müziğe ve hafif ışığa rağmen ben dahi telefonun öbür ucunda bağıranın sesini duyabiliyordum; ama o buna hiç tepki vermiyordu. Sadece elindeki bardağı hafifçe döndürüyor, bazen hızlı bazen yavaş ve içkiyi bardağın içinde tutmaya çalışıyordu. Doğru tercih. Dikkatini başka yere yoğunlaştırıyordu ve telefonun diğer ucundakine küfür etmemek için bir mazereti oluyordu. Telefondaki ses sustu. O da bardağı bıraktı, kuruyemiş kasesini önüne çekti, fıstıkların kabuğunu içine ufaladı, ama yemedi. Bana uzattı. Ona odaklandığımı fark etmişti sanıyorum. Şaşkındım. Yüzüne, telefonu da göstererek “çaresizlik” ifadesini yerleştirmişti ve bana soyulmuş fıstık uzatıyordu. Fıstığı alırken bardağımı minnettarlık göstergesi olarak ona doğru kaldırdım. Burukça gülümsedi. Taburelerimizi birbirimize döndürdük. Telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırmış, Antep fıstığını açmaya uğraşıyordu. Tırnaklarını yeni kesmişti belli ki, bu onu biraz zorladı. Ama açtı. Fıstığı bana uzattı. Sonra bir tuzlu fıstık. Sonra bir badem. Derken o telefondaki sesi arka fona sabitlemişti ve beni besliyordu. Ben de hiç yadırgamamıştım. İçkilerimizi tazeletiyor, kabukla çer çöple uğraşmadan kuruyemiş ziyafeti çekiyordum.
Bu bir yarım saat kadar sürdü tahmin ediyorum. Susarak kurduğumuz iletişimimiz yani. En son bahtıma düşen beyaz leblebiyi de bana verdikten sonra, içkisini fondipledi, kalktı, bardak altılığının altına cebinden kırış buruş çıkardığı yirmiliği koydu, beni bir yanağımdan öptü, omzumu sıvazladı, selam çaktı ve çıktı gitti. Giderken arkasından bakakaldım. Telefonu diğer eline aldı ve görüş mesafemden çıktı.

Şimdi…

Etkilendim. Hem de fena şekilde. Bu kimine göre olağan olabilir. Kimine göre bir sarhoşun günlük rutini. Kimine göre 6 yaşından beri koleje gitmiş, zengin bir ailenin rahat tavırlı – ya da geniş evladı. Bilmiyorum. Etiket yapıştırmak istemiyorum. “Acaba yarın da gelir mi?” diye düşünmeye başladım. Ama yarın da geldiğinde aynı şekilde elinde telefon, bana bir şeyler yedirip kalkıp giderse; o zaman bu bir rutin olacak. Bütün etkisi kalkıp gidecek. Ya da yarın geldiğinde yanıma oturup en normalinden bir tanışma ve konuşma başlattığı zaman; yine aynı şekilde bütün efsunu kaçacak. Ben ne istediğimi bilmiyorum. Ama beni şaşırtmasını istiyorum.

Tek istediğim beni şaşırtmasıydı. Sürekli.

Ve bu pek mümkün olmuyor her zaman.

Başlarda tanımadığı insanlara gösterdiği bu sıcakkanlı tavır hoşuma gitmişti, ama bunun sadece benimle kısıtlı kalmadığını gördüğümde, bu tavır yerin dibine batsındı.

O gün telefonda sus pus sadece karşı tarafı dinlemesi çok enteresandı, komikti. Ama onu her aradığımda tek kelimelik cevaplar aldığım zaman, o gün benim oturduğum bar taburesinde belki de başkasını kuruyemişle beslediğini düşünmeye başladım. Umursamazlığı hoşuma gitmişti ama umursanmamak fevkalade sinirlerimi oynatıyordu.

O bol pantolonunun cebinden topak halinde parasını çıkarışı. İçtiği kadarını ödeyip cehennem olup gidişi. Vay be. Ama insanın da bir cüzdanı olmalı. Kimliksiz dışarı çıkmak çok da cazip değil neticede. Para buruşturmak da neyin nesi sanki…

Pespaye giyinişi. Lastik ayakkabılarının eskimişliği. Aynı pantolonla bir ay otostop çekip sokaklarda yaşadığını anlatması. Aman yarabbi. Ama bu bir süreç değil bir yaşam tarzıysa pek çekici olmuyor. Onu bir akşam yemeğine çıkarıyorsanız ve takım elbisenizle masada onu bekliyorsanız, en azından topuklularını giymiş olduğunu görmek istersiniz, yırtık bir kot pantolon ve kapşonlu bir montla değil.

Başlarda  geçen senelerde gittiği tearoomları anlatışını bile heyecanla dinlerken; sonraları bu beat muhabbetine gelemediğimi fark ettim.

Önleri uzun arkası üç numara kazılı katran karası saçlarına bayılmıştım; ta ki upuzun kıvır kıvır sarı saçlarını o hale getirdiğini öğrenene kadar. Hem de bir iddia için.

Makyaj yapmanın ona göre olmadığını, kullandığı tek makyaj malzemesinin, dudaklarına renk vermek için içtiği üzüm suyu olduğunu söylemesi, ondan daha doğal kimsenin olmadığını düşündürmüştü bana. Ama gözaltı morlukları beni her geçen gün daha da itiyordu.

Başlarda bu yalnız tavırları çok çekici geliyordu, bu alıp başını gitmeye pek müsait hali falan. Ama bir arkadaşımla bile tanışmayı istemeyecek kadar yabanıl oluşu, beni öfkelendiriyordu.

Bu ve bunun gibi şeyler işte. Beni çeken ne varsa, sonrasında itti.

Aylak Adam’da bir bölüm vardır:

“…Böyle bir gün tatlıcıda bir kadınla tanıştı. Kadının çocuk gibi sık sık burnunu çekişi, onu daha kadınlaştırıyor, hoşuna gidiyordu. Üç gün sürdü. Sık sık burnunu çekiyor diye kadını bıraktı.”

Mesela…

Belki de sadece o geceyle kalmalıydı. Beni şaşırtmasını beklemeliydim, 11 yıl boyunca. Ve anlatabileceğim müthiş bir hikayem olsaydı. Şimdi hikayeyi orada kesip anlatamayacak kadar çok şey yaşadım, hepsi de hatırlamayı istemediğim cinnet hikayelerimle sonlanıyor.

Farklılıklar güzel olabiliyor. Ama sürekliliği bir süre sonra bayıyor.

O yüzdendir ki filmlerde marjinal aşıkların ilişkileri hep filmin sonunda başlar. İzleyici sevinir. İzleyici sevinsin diye bir araya getirilmiştir karakterler. Ama film bitmiştir. O tutkulu aşkın nasıl sürdüğünü, hatta sürüp sürmediğini kimse merak etmez.

Ben söyleyeyim. Sürmedi. Sürmüyor.

3 yorum

Erman D. dedi ki...

kaybedenler kulubündeki kaan ve zeynep karakterlerini anımsattı bana bu hikaye. çabalarımızın sonuçsuz kalacağını bilsekte bir ömür boyu, bizi sürekli şaşırtacak o kişiyi arayıp duracağız bıkmadan, usanmadan.

FFatiHH dedi ki...

sen yaz.. senaryo yaz.. kitap yaz.. ayrıntıyı seviyorsun çünkü kendinin en ayrıntıcı kişi olduğunun farkındasın.. kendini seviyorsun bir anlamda. ki sevmeli zaten insan kendini..

Must. dedi ki...

Kısa film gibi bak bu da... Başroldeki adamımız ve esas kız hiç konuşmadan film bitiyor. Sevdim ben.