itiniz

Ne biçim de sitem edesiniz varmış öyle. Aman yarabbi. Tamam arkadaşım el kol yapma!

Yoğunluk, meşguliyet bir yana da bayağı yorgunum bu aralar. Hiç sorma Hayriye abla, vallayi.

Eğer Pazar sabahları 10:10 civarı eser de radyoyu açarsanız, Ntv Radyo'yu öneririm şiddetle. Genelde "kesin bbc haber bülteni vardır ha" diye geçerdim ama geçen gün bir programa denk geldim, aklım çıktı. Programın adı, Oldies Goldies. Geçmişte yaşanmış önemli olayların üzerinden hızlıca bir geçiyor, hemen ardından o döneme damgasını vurmuş fevkalade şarkılarla neşemize neşe katıyor. Tempo o kadar hızlı ki, 20 dakikada bir sürü şarkı dinlemiş, bir sürü bilgi edinmiş oluyor hem de salak salak gülümsüyorsunuz. Ama 20 dakika çok az, doyamıyorsunuz haliyle.

"Dersten çıkalım mı?!" "Siz çıkarsanız ben de çıkarım olum!" "Zaten hepsi kitapta yazıyo ya, hadi çıkıyo muyuz?" "Beycafe'ye gider kahvaltı yaparız ya, notları buluruz illaki." "Hadi şş fakültenin önündeyiz biz, toplanın gelin!" Bir yerden tanıdık geliyor mu? Çok güzel teşvik ederim. Fikir değiştirtmekte üstüme yoktur, şeytanmış papuçmuş, siz türkler ne diyor.

Papuç da çiklet gibi ne bileyim bi laylon gibi bence. İyi niyetli. Ama gocuk güzel değil. Sevimsiz.

Şu ayaklarını bir araya getirip fotoğrafını çeken güruh, çekim anında daha bir beter oluyormuş, canlısına şahidim, yaşam enerjim çekildi yemin ederim.

Bir ara su kıtlığı olmuştu da her boş dükkana su bayiliği açmışlardı ya. (Vergi rekortmeniiii sucu Hüseyiiin!) Bu sene de kaktüs satıcıları şahane iş yaptı. Bi radyasyon zıkkımıdır gidiyo bakalım,hayırlısı diyoooor.

Bir kampüste herkes birbirinin arkadaşı çıkar genelde ya, bir istisna buldum en sonunda. Adını bırak bölümünü bile kestiremiyoruz, bence dünyanın sonu geldi. Nitekim sapığım, yapacak bir şey yok, eheh.

Iverson'ın Beşiktaş'a gelmesinden ziyade ben en çok Semih Erden'i yadırgıyorum. Seneler de geçse yadırgarım. Hiç olmadı bence ya. Yok yani. Bir Celticsli olarak hiç de gururlanmadım üstelik, vay arkadaş, bir türk bostonda falan. Olmamış ki yani, neyiyle gururlanayım ya, yeni sezon için fotoğraf çekimleri olmuş. Bakıyorum sıradan. Sıkı 4lü şahane zaten, O'neal'ın şanı yeter, Nate Robinson sevimsizine bile alıştım, Davis, Perkins gidiyorum. Gayet gözüm bayram ediyor falan. Lan bir tıkladım ki bir apak, bir kassız, böyle bi... Tövbe tövbe ya. Takımın dokusuna gitmemiş hocam, alın bunu dışarı.

O, biletler çıkar çıkmaz tiyatroya gidip 1578 kişilik bilet alıp tüm salonu kapattıran, bize bir aman verdirmeyen sosyal kelebekler. Sizden öyle nefret ediyorum ki aklınız hayaliniz durur. Bİ DURUN DA BİZ DE İZLEYELİM NEYMİŞ NE DEĞİLMİŞ! Eşşoleşşeklere bak ya. Alıyosan insan evladı gibi 3 5 tane al, hadi grup gidiyosun 15 20 al, ama balkonlara kadar tüm koltukları da kapatmayın be. Nasıl bi kabileymişsiniz arkadaş, 3 sezondur bir oyun izletmediniz kör olasıcalar. Öf.

Neyse hadi dersten çıkıyo muyuz? Çıktım ben, Bey'e gelirsiniz olmadı. Hati!

Geleneksel güz dönemi kitap edinme şenliklerine hoşgeldiniz! Yalnız biraz geç geldiniz. Çünkü biz bitirdik. Bitirdik de denemez; çünkü kitap falan kalmamış arkadaşım. Evet. Her sene öğrencisinden kitabından geçilmez, bilmem kaçıncı el kitapları satmak için onlarca lira indirim yaparlar Olgunlar'da. (Kitapçılar sokağı diyelim.) Ama en son açılan okulun dezavantajı da buymuş demek ki. Piyasa hareketsiz, adam gibi kitap yok, kitabı bulsan adam gibi satıcısı yok. Leş. Neyse, bölümden bir kaç zibidiyle buluştuk. Fermanımı açıp, kuralları okumaya başladım. Çünkü kural lazım. Çünkü Olgunlar'da insanlığını yitiren insanlar görürsünüz; gözü dönmüş, bir kitap için arkadaşının kulağına dişini geçiren, bir test kitabı için açık arttırmaya girişen insanlar. Hırs, ihanet, çirkeflik.. Rezalet! O sebeple, kurallar olmalıdır.

  • Kural 1: Aranan kitap, bulanın elinde kalır.
  • Kural 2: Bulan almak istemezse, ondan sonra en yüksek fiyatı öneren, kitabı almaya hak kazanır.
  • Kural 3: Bir kitabı 50 kişi ister, bir kişi alır. Kitabın aslı, en çok miktarı ödeyende kalır.
  • Kural 4: Fotokopiye verip vermemek, kitap sahibinin insiyatifine kalmıştır.
  • Kural 5: Gördüğü ilk kitabı alana ahmak denir. Sabır, en büyük erdemdir. Bu kural olmadı gerçi.

Kitap konusunda biraz ballıyım, kabul etmek gerek. Bazen şansın tadını kaçırıyorum hatta. Geçen sene de böyleydi, ondan önceki sene de. En temizini, en güzel görünenini en ucuza ben bulurum; temiz alışveriş. Buna şahit olanlar da benden nefret eder. Haliyle.. Sabır, iyi karmaya giden yoldur.

  • "Fuck karma! I don't need karma!" -J.Drama
  • "Karma is a bitch." -Anonymous
  • "Who the fuck is Karma in here? You?! -Bir dost

Herkes alır, ben beklerim. İzlerim. Pusuya yatarım. Ama sonra da turnayı gözünden vururum. Yine öyle oldu. Daha temizini yarı fiyatına, daha yeni basımını daha ucuza aldım bir kaç kitabın. Bir kaç kitabın da sonuncusunu aldım. Sadece Uluslararası İktisat kitabında bir uyuşmazlık yaşandıysa da, tanıdık vasıtasiyle onu da ben aldım! Tanıdığın olucak arkadaş, lazım. Sahaf tanıdığın olucak. Ama sipariş ettiğin çizgi romanları unutmayanından olucak mümkünse. Hayret bişey.

  • Ama bir kitap da 60 lira olmasın. Ama olmasın. Terbiyesizliğin lüzumu yok, öğrenci insanız. 60 lira ya. Altın tozuyla mı yazdırdınız kitabı?! Neymiş, Pearson. Öeh.

Eve gelirken de kırtasiyeye girdim, bir çıldırdım, bir kendimi kaybettim. Bir sürü şey almışım, hiç hatırlamıyorum niye almışım, ne ara almışım. Bu ataçlarla ne yapacağımı bilmiyorum mesela, ataç almışım? Muhtemelen renklerine aldanıp aldım. Alla alla? Oha, raptiye? Anneee!

  • Halk otobüsü muavinlerine de yaş sınırlaması getirilsin bence. Mesela alt sınır 9 olmasın. Şükrü'nün oğlan matematik dersinden 5 aldığı için muavin yapılmasın mesela. Hayır yapmasın demiyorum, yapsın, hobi olarak yine yapsın. Yapacaksa da bana paso sormasın arkadaşım. Bacak kadar çocuğa bi' ton dil dökmeyeyim ben de. Eşşoleşşeğe bak, hemen de bi görev aşkı, hemen de bi böyle devlet memuruyum ben havaları. Ben seni liseye geçince görücem çocuk. Görücem! Dayısının düğününe aldıkları takımı da giymiş piyanist şantör gibi. Lanet olsun senin gibi çocuğa. Öyle çocuk mu olur. Öyle muavin de olmaz. Nesin olum sen ya. Bi git ya.
  • Ama mesela geçen gün de, benden önce binen çocuğa, paso sordu muavin. Çocuk da binbeşyüz tane mazeret saydı. Yok işte okuldan alma gününü geciktirmiş, sonra ego genel merkezine gidememiş bi türlü. Gittiğinde de çok sıra varmış, o yüzden başka güne kalmış. Ama zaten şimdi alacağına bir sonraki yıl için alması daha mantıklıymış. Zaten elindeki test kitaplarından anlaşılmıyo muymuş öğrenci olduğu. Nolucakmış bi' kereliğine geçiriverseymiş. (belediyeye, evet.) Böyle bi saat konuştu, muavini canından bezdirdi. Allah da dedi belanı versin de o pasoyu alama. Al şu bileti de defol git gözüm görmesin. Hayır ne demeye o kadar mazeret sayıyosun yani. Onların hepsi birer kullanımlık yalanlar. Kişi başına bir tane düşüyo. Sen niye hepsini bir nefeste harcıyosun, ben ne söyliycem şimdi? İyi halt ettin! Neyse sıra bana geldi, adam paso var mı diye soramadı bile, yoruldu çünkü. Baktı bi, ben de "paso yok" dedim ki öldürmesin beni orda. Ve o an, gözlerim yaşardı. Muavin bana indirimli bilet kesti. Ya dürüst adam seviyo ya da hakikaten sinir krizine ramak kalmıştı. Eheh, aslanım muavin.

Kitabı batsın, topu topu 10 koltuğu olan eski otobüsü batsın. Ne halim kaldı ne param kaldı. Hati!

Let me take you far away, you'd like a holiday...

Belki de yola çıkmadan önce söylenebilecek en güzel sözler bunlar olabilirdi; ama konserde Klaus'dan duymak daha güzel olur diye iki topkek bi' çay da işimizi gördü. En güzel sabah muhabbeti de şüphesiz bilgisayar parçaları ve gelecek planları üzerine olanmış. Yolu yarılatacak kadar zevkli zaman geçirtti en azından.

Kamil Koç biraz abartmış ama. Bir sıra çift bir sıra tekli koltuk düzeni, koltuklardaki boyut ve rahatlık (kısmen), ve de dokunmatik ekran; bence diğer şirketlerdekilere nazaran bir hayli fark yaratmış. (bu reklam için ekstradan çubuk kraker aldım.) Film arşivi oldukça iyi olsa da türkçe dublajdan dolayı izlettiremedi kendini. Öyle ki dünyanınendörtdörtlükinsanı (öeh, daha kısa bişey bulmalıyım.) vampirli genç kız filmi izlerken fenalık geçirdi. Travmanın böylesi. Müzik listesine bakarken Graveworm bulunca bir travma da ben geçirdim. Önümdeki hayvan evladı koltuğunu haber vermeden çat diye geri yatırınca, arkasına koyduğum çay dökülüyordu az kalsın. Düşünceli olmakta fayda var, iki dakka insan olun ya. Böyle böyle vardık işte İstanbul'a.

Yazı boyunca kendisinden sarışın olarak bahsedeceğim adam, her soruma "bi önemi mi var?" cevabını verdiği için hayatında ilk kez İstanbul'a gidip, bir halt öğrenemeden geldiğimden, oraya dair söyleyebilecek tek şeyim İstiklal'in terbiyesizcesine kalabalık olduğu. Öeh. Hayvan hakları için eylem yapanların arkasından geçerken haberlere çıkmışım (5 saniye kadar) ama, eve döndüğümde kutlama yaptık mesela. (Bizler bu tür şeyleri milli mesele yaparız.)

Konsere kadar Ortaköy'de fotoğraf çekenleri izledik, kedi gördük, bi nane de olmayan kumpirden yedik, üşüdük, kızları puanladık falan filan. Sarışın, en fazla 4 olan bi kıza 7 verdi. Günahımı vermem. Kediye rahat vermeyen fotoğrafçının da inşallah filmleri yanar. Pis.

Neyse gelelim konsere. Kapıdan girmemizle hayal kırıklığına uğramamız bir oldu. Afedersin ama koskoca efsane için de Lunapark arkasında 5 adımlık bi sahne, çok büyük ayıp olmuş. Adamlar tarihin son sahnesini alıyor, veda etmeye geliyor, sen hem onlara hem hayranlarına çok büyük saygısızlık yapıyorsun. Organizasyon, duydun mu! Sahne, ses sistemi, ve Aydilge günün kaybedenleri. Saints 'n Sinners diye bir grup vardı ki, günün kazananı oldular bana göre. Vokalin aşmışlığı, gitaristin pervaneyle dans eden saçları, şarkılar... Şahaneydi. Ha bir de sigara standlarında duran 1buçuk metre bacak boylu ablalar. Sigara içmeyenlere teşviktiler. Çay bardağında biranın 10 lira olması, tuvaletlerin önünde Ssk kuyruğu oluşması vs. Bunlar güzel şeyler tabii ki. Centilmen insanların hali bi başka..

Ve Scorpions! Rudolf ve Kottak öncelikli olarak bir çığlık atma isteği doğduysa da deli gibi alkışladık. Klaus'un İstanbul deyişine öldük. 60'a merdiven dayamış olduklarına inanamadık. Sahnenin küçüklüğüne küfür edip kendimizi şarkılara bıraktık. Sting in the tail, The best is yet to come gibi yeni albüm parçalarından başladılar önce. Loving you Sunday Morning, Bad boys running wild'la devam ettiler. Raised on Rock, Tease me please me şahaneydi. Big city nights ve Dynamite geldi ardından. Bu esnada anlaşıldı ki seyirci bilmiyor, ekrana yansıyıp tesadüfen kendini görenler, daha da yırtınıp saçını başını düzeltmeye çalışıyor, yanındakini dürtüyor falan. Eşlik etmiyor, üstüne arkamızdaki metalci tişörtlü ergen güruh, bütün şarkılar başlarken "peyinkilır gibi abi yea" yorumuyla adeta böğürüyor. Çünkü metalci adam böğürür. (Brutal çok seksi aman tanrım.) Neyse sonra The Zoo geldi, Blackout geldi... Biz başladık cık cıklamaya. Nebiçim setlist arkadaş bu?! Wind of Change olsun Still Loving You olsun, biraz telafi etti. En sonunda da Rock You Like a Hurricane'le bitirdiler tahmin edildiği üzere. Bis öncesi Kottak Attack şahaneydi ama kimse aksini iddia edemez. Arkada Kottak ağırlıklı bir video oynarken, çılgın çocuk baterinin anasını ağlattı. Birayı bitirip YOU KICK ASS diye bağırdı, biz de kendimizi kaybettik. Sonra Matthias'tan bir solo dinledik. Rudolf kırmızı gitarıyla geri dönüş yaptı falan. Kısaca böyleydi. Kısaca.

Ama setlistten hiç memnun kalmadık. Eksiği çoktu. Ki bu eksiklik bizim beklentilerimizi karşılamadığı için değildi, onlarca hayranın diline marş olmuş şarkılar çalınmadı. Üzüldük. Sonra düşündük ki kendilerine yapılan saygısızlık belli ki onları oldukça rahatsız etmişti. Haklılardı. Ama biz de haklıydık. Send me an Angel yok, Believe in Love yok, I'm Leaving You yok, Born to Touch Your Feelings, Rhythm of Love keza... Hani en azından, turnenin amacını, veda konseri olduğunu desteklemek için bir Humanity söylenebilirdi, en çok da onu bekledim. Sözlerle cuk oturabilirdi. Auf Wiedersehn it's time to say good bye... Ohoo ben söyledikten sonra ne anlamı kaldı ki?!

Küçükçiftlik Park'ı terk ederken biraz eksiktik yani. O iğrenç kalabalığı terk edip, yorunluğu ve uykusuzluğu atmak istedik üstümüzden ama pek kolay olmadı. Yol bilmiyoruz. Taksiler almıyor. Güdüsel olarak İnönü'den Dolmabahçe'den 5 kez geçip, Maçka'dan Beşiktaş'a yürüyoruz. En son bir büfeye gidip "Beşiktaş'a nasıl gideriz?" diye sorduğumda, büfeci ses tonumdan tırsarak "Kardeş, burası Beşiktaş!" dedi. BANA MAVİ REKLAMI YAPMA diye bağırdım. Sakızları falan da üstüne fırlattım. Artize bak.

Kamil Koç'u da resmen saklamışlar. Yürüyen ölülere döndük ama bulduk en nihayetinde. Üşümekle terlemek arasında karar veremeyip mal olan bünyemi 1 buçuğa kadar dışarıda asfaltta tuttum ki öleyim. Bi tinerci bana dalaşsın falan. Servis geldi, Alibeyköy yazıhanesine doğru yol aldık. (Yazane okunur) Sarışın serviste uyudu. Sonra uyandı. Uyudu. Uyand.. derken uyudu tekrar. Kafası düştü. Uyanıp kraker yedi. Sonra yediğini unutup tekrar uyudu. Uyanıp çiğnemeye devam etti ama yutmayı unuttu falan. Gülmekten öldüm ben de o esnada. Ama ben böyle şirin bi uyuyama görmedim hayatımda, eheh salak! Aynı şey otobüste de oldu da gülmeye ara verip koltuğunu yatırmayı akıl edebildim. Sonra uyuduk tamamen.

Mola olup da o pis kadın anons yaparken "kamilkoçutercihettiğiniziçinteşekkürler, hadidefolupmolayapıngelin" diye bağırmasaydı her şey daha güzel olabilirdi. Lavaboya gidip yüzümü yıkadım, aynaya baktığımda kendimi göremedim. Kirpikler birbirine gir, ben gözümü açama. Çay içerken uyandım. Sonra amcanın bardakları nasıl yıkadığı aklıma geldi, içemedim. Gidip uyumaya devam ettim. Gözümüzü açtığımızda Ankara'daydık. Gözünü seveyim Ankara'nın ya. Oh ya.

Her ne kadar memnun kalmasam da çok fazla, sevdiğim grubu son kez sahnede görmek, ama eksik ama değil, sevdiğim insanla yolculuk etmek, oldukça mutlu etti beni. Senin için kurtlu kestane yedim sarışın, çekilen fotoğrafları istiyorum haberin olsun.

It was like a holiday, thank you all!