Telefon Tel Aviv


Kimisi unutuverir. Kimisi etkisinden çıkıverir. Kimisi belki de hiç etkisini hissedememiştir. 

Ben unutamam. Ben etkisinden kolay kolay çıkamam. Ve benim etkilenmediğim hiç olmamıştır.

Akşam 7 suları. Yemekten hemen önce.

Hamakta sağa sola sallanışlar sistematik bir hal aldığında, içinde bulunulan ambiyans, ağır bir uyku haline bırakır yerini. Sistematik sallanışlar. Bir buçuk saniye sağda, bir buçuk saniye solda manevra. NŞA sadece tek bir şeyi ihmal edemezsin o an. İplerin ve bağlı olduğu demir kancanın senfonisi.
Sistematik sallanışlar, sistematik bir melodi çıkarır ortaya. Hamak sallanır, gıcırtı bir müzik halini alır. Belli bir temposu vardır, o gıcırtı belki de en dinlendirici melodidir o an. Rüzgarın sarstığı yaprakların hışırtısına eklenir ve sizi bir yolculuğa çıkarır. Yüzünüze düşen portakal çiçekleri de biletiniz olur.

Ve şunu bilmeli. Hamakta ileri geri sallanmak, geleneklere aykırıdır. 

Eşsiz bir gecede rastlanılan şu parça ise bir başka gelenek olmalı:

 


Bardak Altlığı

Kimdi, neyin nesiydi bilmiyorum. Nasıl birisiydi, ne düşünürdü…


Her sabah koşuya çıktığımda görüyordum, kapısını aralıyor, duvardaki sepetten iki gazetesiyle sütünü alıyor, daracık kapı aralığından zar zor içeri giriyordu ve kapıyı en az iki kez kilitliyordu. Ekmek yemiyordu ama sütünü ihmal etmiyordu. Hürriyet’i aile geleneği olduğu için, Posta’yı ise soldan sağa yedi harflisi için alıyordu muhtemelen. Ona istisna olarak Pazar günleri bile gazeteleri ve sütü sepetinde oluyordu ve onu bu durumda özel kılanın ne olduğunu bilmiyordum.


97 model bir Golf’ü vardı, hakîsi yer yer solmuş. Koltuğunun döşemeleri yer yer sigara yanığı. Dikiz aynasından sarkan birikmiş araba parfümleri, Bolu Dağı’na her gidişte alınan İsmail’in Yeri amblemli 7 araba parfümü. Arka plakası düşmüş, arka camda duruyor. Ön camda bir sigorta şirketinden aldığı peçetelik, peçeteleri tozlanmış. Vitesin yanındaki boşlukta duran yarım paket Marlboro ve her kaybedişinde yeniden alıp diğerlerinin yanına koyduğu 5 tane renkli çakmak. Yani en azından öyle olsa gerek. Bir de şu torpido gözünde neler olduğunu öğrenebilsem..


Her sabah koşusundan dönüşümde merdivenlerden inişine ve otoparka yönelişine tanıklık ediyordum. Apartmanın içinde karşılaşıp ses tonunu duymak istiyordum ama ne kadar hızlı da olsam, bir tur eksik de koşsam, bir yetişemiyordum. Ben apartmana yaklaşırken o çoktan arabasına yönelmiş oluyordu. Bense, onun sabredemeyip apartman boşluğunda yaktığı sigarasının ilk dumanıyla baş başa kalıyordum.


Bir akşam evin yakınlarındaki bir barda arkadaşımla buluşmak üzere yola çıktım, barın önüne geldiğimde 97 model Golf’ü gördüm, arka camdaki plakayı tanıdım. Garip bir heyecan büyümeye başladı içimde. Sebebini bilmiyorum. Süratle içeri girdim, rezervasyonunuz var mı diyen resepsiyonisti cevaplamadım bile. Bara yöneldim, henüz arkadaşım gelmemişti. Barda üç dört kişiden ayrıksı biçimde oturan birini gördüm. Ve tanıdım. Her sabah gördüğüm bu sırtı nerede olsa tanırdım. Birkaç tabure ötesine oturdum, bir bira söyledim. Barmen tezgaha önce bir bardak altlığı üzerine de bardağı koydu. Onun önüne baktım, bardak altlığı bir yerde bardağı başka yerdeydi. Dalgın olduğundan değil, sadece bardak altlığının gerekliliğine inanmadığı içindi. Yani en azından öyle olsa gerek. Zaten fıstıkların kabuklarını da kül tablasına değil, fıstıkların içine ufalıyordu. Evet evet, kesinlikle inanmıyordu ve umursamıyordu da. Tıpkı arabasının döşemelerindeki sigara yanıklarını umursamadığı gibi.


Akşam eve dönerken apartman boşluğuna üflenmiş son Marlboro dumanı beni karşıladı. Eve çıkarken onun kapısından ve duvarlarından dışarı fışkıran o şarkının temposu beni daha da hızlandırdı. Eve Hangar 18 hızında çıktım. Çayın altını yaktım. Bir de sigara yaktım, mutfak sandalyesine bıraktım kendimi. Çayı sabah demler, akşama kadar haşlardım. Bir halttan anladığım yoktu. O üç saniyelik sessizlikte kendimden nefret ettim, dördüncü saniyeden sonra unuttum. Sigaranın külü bir parmak boyu uzayıp parmaklarımın arasından düşene, ocaktaki çaydanlık yanana kadar unuttum. Uyudum.


Uzun bir süre uyumuş olacağım, uyandığımda bir battaniyeye sarılmış bir ambulansın arkasında yarı baygın oturuyordum. Kendime geldiğimde etraftaki kalabalığı fark ettim. Az ileride ise çok tanıdık bir sırt bir polisle harıl harıl konuşuyordu. Sonunda polis pes etti, tanıdık sırt bana arkasını döndü, yaklaşıyordu. Yüzüne bakmıyordum. Bakamıyordum, neden bilmiyorum. Bu sefer az tanıdık mont cepleri ve büyük mont düğmeleri vardı gözümün önünde. Az tanıdık spor ayakkabıları tam önümde durdular.


Hiç tanıdık olmayan bir ses döküldü dört bir yanıma:

“Daha iyi misin?”

Heyecandan ölmeden önce son sözlerim şunlar oldu:

“Sen ekmek yemez misin hiç?”

Bir halttan anladığım yoktu.


Tavsiyeye Övgü-II

Havaların aba altından sopa gösterdiği şu günlerde kültür mantarları, parti kelebekleri, ev kunduzları ve yedi cüceler için bir takım önerilerle yine buradayım.


Martın sonunda çıkardıkları yeni albümleri Red Forest ile ben dahil bir çok sevenini havalara uçuran atmosphericçi abiler If These Trees Could Talk, gelin biz buna ITTCT diyelim, 9 parçalık bu nadide albümle çok iyi iş çıkarmışlar. Albümün giriş parçası olan The First Fire ile gözlerinizi kapatıp kendinizi bulutlu bir akşam üstü ara sokaklarda koşarken bulabilirsiniz. Left to Rust and Rot ile hücrelerinizi bile dinlendirme imkanı bulabilirken; albüme adını veren Red Forest ile de hafif bir hüzün sizi sarabilir. Albümün kapanış şarkısı When The Big Hand Buries The Twelve ise tam bir kapanış modu yaratıyor, gerek albüm için gerekse gözlerimiz ve zihnimiz için. Kısacası dinlemelere doyamayacağım bir albüm yapmış ITTCT. Eğer atmosperic, post-rock vb. müptelasıysanız, Caspian, GIAA, This Will Destroy You, Explosions in the Sky kullanıcısıysanız; bu albüm tam sizlik. Eski albümleri aratmaz demiyorum, çünkü bir süre sonra loop a aldığınız albüm, eskilere özlem yaratabilir.


Bir kişiden daha Yalan Dünya repliği duyarsam onu kulaklığın kablosuyla boğarım! Bilgilendirme babında. Gelgelelim: Happy Endings. Takip ettiğim ana dizilerin yanına böyle ufak tefek, eğlenceli diziler bulur, canım sıkıldıkça izlerim ben. Mesela Game of Thrones izlemişim, hafta içi izleyecek bir şey kalmamıştır ve benim yemek saatim gelmiştir, dizi lazımdır. Hop, Happy Endings. Modern bir Friends tribute’ü desem ne kadar doğru olur onu şimdi tam kestiremedim ama karakterler, dialoglar çoğu zaman içtiğimi burnumdan getirterek güldürüyor beni. Olaylar, dünya tatlısı evli bir çift, evliliklerine ramak kala kızın düğünden kaçmasıyla ayrı düşmüş iki tip, bir gay imiz, bir çatlağımız olmak üzere altı manyak ve olaylar döngüsünden ibaret. Eğlenmek için önerilir, ana dizinin yanına ordövr olarak gelirken bir anda main dish’e terfi ettirilebilir bir dizi.


Sinema için güncel bir öneride bulunmak isterdim ama Ferzan Özpetek’in Şahane Misafir’i de Zeki Demirkubuz’un Yer altı’sı da şu an için gidilecekler listemde baş sıradalar. En son gittiğim Açlık Oyunlarını ise şiddetle tavsiye ederim. Eğer üçlemeyi okuduysanız, bu film de üzerine cila gibi gelecektir. Okuyucu, filmdeki her bir saniyeyi okuduklarıyla doldurarak filmi daha nitelikli görecektir. Velhasıl izlemeyenlerin de kolaylıkla çözüp, macerayı takip edebileceğini düşünüyorum. Karakter seçimi genel olarak iyi de olsa, Haymitch ve Peeta konusunda ağzımı itirazla doldurduğunu söyleyebilirim. Haymitch’i kır saçlı, alkolik yaşlı bir adam beklerken Lost’taki Sawyer’dan bozma bir adam olarak görmek… Peeta’nın ablaklığı… Olmamış dedirtti. Ama Katniss öyle mi. İki gözümün çiçeği ya. Ehm. Film güzel, izleyin.


Kaç sezondur izlemek istediğim Soğuk bir Berlin Gecesi adlı oyuna ise dün gitmek imkanı bulduk. Oyunculuk başta olmak üzere, sahne, ışık, müzik, konu işlenişi ve tabii ki konu takdire şayandı. Olcay Kavuzlu’nun bütün yükünü sırtlandığı iki perdelik oyunu, ilk perdede eğlenerek, ikinci perdede iç geçirerek izledik. Yönetmenliğini Barış Eren’in yaptığı oyun; Almanya’da aldığı sanat eğitiminden sonra hayatının aşkı Katrine’le tanışıp onunla olan birlikteliği boyunca gerek Katrine’in ailesinden gerekse de Alman toplumundan dışlanan/dışlanmış hisseden Tarık’ın “yabancılık”la imtihanını konu alıyor. Herkes kendinden bir şeyler bulabilir oyunda, pişmanlıklar, affedişler, kendinden geçişler, yanlış kararlar, içsesle mücadele… Bir fırsatını ve boş koltuğunu bulursanız, mutlaka gidin.


Yine verdiğim toplu kitap siparişi ile gözümü hırs bürüdü ve hepsinden biraz biraz okumaya başladım. Ahmet Şık ve bir çok ismin imzasını taşıyan 000Kitap Dokunan Yanar’dan sonra piyasanın ilgisi Cemaat, Postmodern Darbe, Hükümet ilişkilerine kaydı, haliyle çıkan kitaplar da bu temadan çalıyor. 000Kitap’ı okuduktan sonra ben de bu konu üzerinde biraz bilinçlenmek adına farklı düşüncelere başvurmak istedim. Nazlı Ilıcak’ın “Her Taşın Altında ‘The Cemaat’ mi var?”, Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız’ın “Son Darbe: 28 Şubat”, Osman Ulagay’ın “Türkiye Kimlere Kalacak?-Başbakan’ın Yazdırdığı Kitap şimdi başa baş gidiyorlar. Bir yandan da Mark Boyle’un Meteliksiz’ini okuyorum. Meteliksiz, Kapitalist sistemin yarattığı tüketim çılgınlığına ve kitle tüketim çağına bir protesto amacıyla yola çıkan yazarın, tam da Noel arefesinde, adlandırdığı “Satın Almama Günü”nde parasız yaşamaya başlamasının hikayesi. Dünyamızın kaynaklarınız tüketiyoruz, petrol, su, enerji… Tükettiğimiz şeylerle sadece dünyanın kaynaklarını değil, varlıklarından haberimizin olmadığı insanların hayatlarını da tüketiyoruz. Bu bağlamda, oldukça akıcı bir dili olan ve bilinçlendirici bir kitap. Meraklısına öneririm.


Onun dışında da Ankara CerModern’de 23 Mart-20 Mayıs arasında Salvador Dali sergisi var.

15-28 Nisan tarihleri arasında da 29. Ankara Müzik Festivali.

Ben de Olimpos’a gidiyorum. Kültür mantarınız bildirdi.

Öncelikle kimse kimseye zorla bir şey yaptıramaz. Eğer elinde pek mühim bir koz yoksa. Hele ki böyle bir dönemde, böyle uyanıklık mertebesinde guruların etrafta fink attığı bir ülkede.

Sonralıkla, kimse de kimseye zorla bir şey yaptırmak zorunda değil. Eğer elinde pek mühim bir açık yoksa.

Dolayısıyla bu “zorla güzellik” durumu bir takım koz ve açıklarla yaşamını sürdürüyor. O koz ve açıkların neden oluştuğunu bilmem ama giderilmesi imkansız şeyler olmadıkları kesin. En azından yakın çevremde şekillenmiş örneklere göz attığımda bunu başka türlü söylememin imkanı yok.

Zorla da güzellik olmuyor demek ki. Herkes istediğini zorla elde edemiyor. Elde ettiyse, bekasını belirleyemiyor, kendine uyduramıyor, miadını uzatamıyor. Olmuyor işte. Zorlamanın da bir anlamı yok. Yokmuş, anlamış bulunduk.

Yine üstü kapalı kime giydirdiğimi soranlar olacak; ama bu sefer öyle bir durum da yok. Kendime, kendimle baş başa kaldığım zaman yönelttiğim on binlerce sorudan birisi budur. “Ne la, ne?!” (Yok, dur, o burada değil.) Nedir? Şudur: “Zorunda mıyım?”

Yoo, değilim.

Cevabı bulmak en eğlenceli yanı. Ama “öyleyse?” nin cevabını bulamıyorum mesela. Onu bi’ bulsam var ya. Ai se eu te pego…

Kendisiyle baş başa kalmaktan korkup tuvaleti bırak “5 dakikalık dolmuş yolculuğunda okurum” diye yanına kitap, dergi falan alan bir insandan bahsediyorum burada. Çaresizlik desen değil, ne desem o değil, onu biliyorum.

“Ulan, onu da diyen sensiiiiin, bunu da diyen sensin!” Bu da yakın çevremin sarf ettiği bir replik. (Memorable Quotes p.72) Ben mi zorluyorum, insanlar zorlanmak için mi yaratılmışlar anlamıyorum da, niye zorlamak zorundayım onu hele hiç çözemiyorum. Break this chains and sail away bıradır.

Şöyle bi’ tekrardan okudum da, bir halt anlaşılmıyor yazdıklarımdan. Neaaber?

İkilemler de, bekleyişler de, cevapsız sorular da, onların soktuğu çıkmaz sokaklar da, büyük mutluluk arayışındayken küçük mutluluğa tabiyete köpek gibi heyecanlanmak da, kararsızlıklar da, bilinmezlikler de, hayal kırıklıkları da berbat. Kendini sorgulamaktansa kör bir sinir harbine girmeyi tercih eden insanları anlayabiliyorum. Alınmış karar, kötü de olsa alınmıştır. Berbat değil belki ama kötünün iyisidir işte.

Hayatta bazı şeyler için sıra koymak gereksiz. Kemikleşmiş sınırlamalar koymak da. Kendi sınırlarını kemikleştiren sen ol. Anneme kulak ver: “sen herkes misin?” (90’larda Annemin Çocuğu Olmak: sf. Anne ama Herkes Gidiyo!)

Bunu alan şunu da aldı : kıps.

Canımı sıkmayın benim da işte, zorla güzellik olmuyorsa zorlamayız. Salak da değiliz, halden anlarız.

La Havle

Sabah saat 9'da tamirat yapılmaz. Sabah saat 9'da mermer sökülmez. Sabah saat 9'da matkapla duvara girişilmez. Sabah saat 9'da yapılacak şey bellidir.

Bir apartmanda yaşıyorsan eğer, belli başlı yazısız kontratlar vardır. Bunları birinin gelip söylemesine lüzum da olmamalı bana kalırsa. Azıcık aklın fikrin varsa, insanların uyuyor olabileceğine, hastaların dinleniyor olabileceğine, bu tarz şeylerin olma ihtimaline kanaat getirebilmen gerekir.

Lafım çalışanlara değil, onlara da talimat geliyor sonuçta. Yahut en kısa zamanda bitirmeleri gerekiyor işlerini. Anlaşılabilir bir durum. Ama bu talimatı veren insanın saygısından şüphe ederim. Bir inşaat sırasında, yapının etrafını mavi muşambayla çevirirler ya, onun için bile "çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz" yazıyorlar. Ama sen, apartmanı başımıza yıktırttın, özürü falanı geçtim nasıl olsa bir işimize yaramıyor, bari biraz anlayışlı davran da şu çalışmayı öğle saatlerine çek.

Dakikada kırk matkap darbesi ile katatonik bir hal aldı bünyem.

Geçen gün yemek sipariş ettim, bekliyorum bekliyorum yok. Sonra telefonla aradılar, daire numarasını karıştırıp, bir alt zile basmışlar. Bastıkları zil de bu şantiye kılıklı evin zili. Ve adam, sadece zile yanlış basıldığı için, siparişi getiren arkadaşı azarlamış: "Daha dikkatli olsanıza yahu!" Ne bu şimdi, şaka mı? Sen günlerdir insanları uykularından uyandır, sabahın köründe başlarını ağrıt, inşaat pisliklerini apartman boşluğuna yığ, bir "kusura bakmayın" ı esirge; ama bir yanlış için bas paparayı. Yok daha neler.

Ne acayip insanlar var ya.

(Yazıyı yazarken Black and Decker - Şarjlı ve Darbeli çalıyordu.)


Sakinleşsek.

Durağan Hal Noktası



Merhaba. Nobel alıcam diye de eşşeğin kulağına su kaçırmanın gereği yok bence. İyi günler.

P.s Sıradaki ifade K üzeri noktaya "Ka dat" diyen tüm tutarsız jenerasyona gelsin. Kayıp jenerasyon: