bahar yorgunluğu

İçinde yaşadığımız çağ insanları öyle bir hale getirdi ki, kimse hiçbir şeyden memnun olamaz oldu. Hiçbir şey yetmemeye başladı. Mutlu olmak için her şeye sahip olmak, her şeyi yaşamak gerekir oldu. Doyumsuzlaştırılan insanlar doyum peşinde koşuyorlar. Böyle bir hayatta mutlu olmak imkansız.

Hiçbir şeyden keyif almayan, suratı mütemadiyen sirke satan, büyük sıkıntıları olmasa bile ufak tefek şeyleri sündürüp büyüten bir insan olmanın hiçbir getirisi yok. İlgi çekmek isteyen bir insanın, ilgi istediğini dile getirmesi bile daha az göze batar bunların yanında. Nedir canınızı bu kadar sıkan? Nedir içinden çıkamayacak kadar derin sandığınız şeyler?

Hayatı kendine büyük gelenler, sıkıntılarını meşgale haline getirirler. İlgilerini dağıtacak şeyler bulamayanlar kendilerine sararlar. Yapacak hiçbir şey yoksa eğer, yeni uğraşlar uydururlar ki bunlar genellikle birkaç sorgulamayla rotayı öze çevirir.

Oturup saatlerce duvarı izlediğim günler de olmuştur. O ruh halini çok iyi bilirim. Geçici olduğunu da bilirim öte yandan. Geçer. Geçiyor işte. “Ben bunun altından nasıl kalkarım?” dediğimiz şeyler de geçiyor, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediğimiz şeyler de geçip gidiyor. Bekara karı boşaması kolay derler, doğrudur. “Canını sıkmaya değmez” dediğin zaman aslında hiç gerçekçi konuşmadığının farkındasındır. Öyle olduğundan emin olsan dahi, klişe konuştuğunla, maval okuduğunla kalırsın. Ama iki gün sonra haklısındır. Belki iki ay. Üç yıl. Ya da sekiz. Haklı olup olmamak da bir halt değildir halbuki. Sadece “geçtiğini” bildiğine inandırmak istiyor insan karşısındakini. ”Ben biliyorum, kefilim.”

Hiç de bir halta yaramaz.

Dünyada neler olup bitiyor. İnsanlar sevdiklerini kaybediyor, yaşamlarından önemli parçalar kaybolup gidiyor, istenmeyen kopuşlar yaşanıyor, sonsuza kadar hissedilecek özlemler başlıyor, çoğu vicdanına hapsoluyor, beyinlerine kramp giriyor bir çoğunun “yarın eve başım dik girebilecek miyim” diye, istediği hayatı yaşayamayanların duyduğu bir ışık yılı büyüklüğünde pişmanlıklar peşlerini bırakmıyor. Dünya ne büyük. Dertler ne çeşitli.

Yazının devamı şöyle bir his uyandıracak galiba: “Dünya nüfusunun yarısı sefalet içindeyken, seninki de dert mi?” Her ne kadar doğru olsa da, amacım bu tarz toplara girmek değil. Bilinç yönetimine, duygu sömürüsüne falan kalkışmayacağım. Derdinizin ne olduğunu bilmiyorum, onları küçümsediğim falan da yok, şunu söylüyorum sadece. Sandığınız kadar dipsiz kuyularda değilsiniz. Dipten ne anladığınıza bağlı; gelgelelim günde üç sınavının olması ya da Nine West’teki ayakkabının devamının olmaması dip değil. Dipsiz kuyularda ipsiz kalmak hiç değil.

Hepimizin dertleri oluyor, çıkmazları oluyor. Hepimiz zaman zaman sıkıntılar çekiyoruz, gayrıihtiyari somurtuyoruz. Bunlar yanlış değil. Ama buna bir limit şart. Bunun sonlu bir süreç olduğu bilincine varmak gerekiyor. Aksi takdirde bu durum bulaşıcı bir hal alıyor.

Ruhum daraldı.

Ruhumu daralttınız.

Benim bile.

Kendinize dert edindiğiniz şeylere öyle saplanıp kalmışsınız ki, yanınızda durmak, sesinizi duymak bile ağırlaştırıyor beni. Yeterli ve gereksiz melankolinizin etrafınızdakileri usandırdığının farkına varın artık. Silkelenin, kendinize gelin. Bu kadar komplike şeyler değil çözemedikleriniz. Bu kadar basit işte. Bunu yazmak kadar basit.

Her ne kadar sabır taşına komşu da olsam, bendeki krediniz ne kadar bol da olsa, benim de bir sınırım olduğunu unutuyorsunuz. Beni ağırlaştırıyorsunuz, bunaltıyorsunuz. El eleyiz, elinizi serbest bırakıyorsunuz, ben ikimizin yerine de sımsıkı tutunmak zorunda kalıyorum. Gocunmuyorum belki ama yoruluyorum.

Sabrım sonsuz değil.

Kimsenin değil.

Derdinizin tasanızın sorumlusu benmişim gibi davranmayın.

Tık

Bedavalı mesajlaşma servisi Whatsapp var ya, onu hep ‘vatsap’ telaffuzu ile duyduktan sonra, birinin çıkıp ‘vats ep’ olarak zikretmesi, beni biraz düşündürdü. Demek ki Ayhan Işık Ayhan Işık diye bağırsam, dönüp o da bakmayacak. Sinama işte bunlar.

Markette çiçek ekmeği dilimleten adamı da gördüysem, ben artık soru işaretleriyle dolu bir dünyanın içine adım attım demektir. Çiçek ekmek dilimletilir mi, dilimletilse nasıl bir görüntü ortaya çıkar, çiçek ekmeğin asıl işlevi nedir, çiçek ekmeği makul kılan nedir… Niye dilimletirsin ki çiçek ekmeği? Çiçek ekmek o. Ufak bir hamleyle 7 küçük ekmek parçasına bölünebilirken, iki hamlede sandviç ekmeği haline gelebilirken, neden dilimletirsin? Ben seni hiç anlamadım çiçek ekmeği dilimleten adam, hiç anlayamadım. Eminim ki bazlamaları, tost ekmeklerini ve lavaşları da dilimletirsin sen. Biraz değişikmişsin sen, bilmiyorum.

Avon kataloguyla arkadaş darlayan kız güruhu vardı lisede. Her teneffüs siparişlerini tartışmak üzere kantinde buluşurlardı falan. Kartelleşmişlerdi. Bugün bunun iki lvl üstüne rastladım. Bir hanım teyzem, takribi 55, ama acayip süslü, onbeş metre öteden ağız burun kıran bir parfüm kokusu, kürklü falan ne biçim. Yolumu kesti, “testır ister miymişim”. Testır. Elime tutuşturmaya çalışıyo yolun ortasında. Teyze istemiyorum ya! İyice bi garip oldunuz siz de iki parfüm satıcam diye.

“Starbucks’ta Macbook’la ödev yapalım, hadi çık” diye kandırdılar beni, 5 dakika verilere bakıp torrenti açtık.

Türkiye’nin en iyi üniversitesi, Dünyanın en iyi 100 üniversitesi sıralaması gibi milyar tane anket, araştırma yayınlanıyor her yıl. Ve her yıl milyonlarca üniversite öğrencisi, kendi üniversitesinin birinci sıraya oturduğu, ilk yüze girdiği araştırma sonuçlarını sosyal ağlarda paylaşıyor. Bununla mutlu oluyor, övünüyor, aklını çıldırıyor. Ben mesela onları da çok çözebilmiş değilim.

Günlerdir kulaklık bakıyorum. Aslında aylardır, ya da şöyle söyleyeyim ben onu, iki yıl oldu. Evet, iki yıldır beğenip her fırsatta Vatan’da, Media Markt’ta falan denediğim, taksitinden, indirimine her şeyini sorduğum ve sonra almadığım bir kulaklık var. İKİ YIL YA. Günahtır. Bir ademoğlu da çıkıp demiyor ki, kız telef oldu, herkes yirmi otuz ne varsa versin de şuna bir hediye yapalım. Yok. İki senedir izlemediğim incelemesi, unboxing videosu, okumadığım rehberi kalmadı. Alsam alırım da bu da böyle tutkuya dönüştü işte. Ve şu sıralar iş ciddiye bindi, yeni bir göz bebeğim oldu. İki gün önce keşfettiğimi alırsam ötekinin çok içerleyeceğini biliyorum. Allahım sen aklımı koru yarabbim. Bu tarz çıkmazların içinde olan über tasalı bir insanım işte, gideyim de Xanax alayım.

Sevdiceğime bir Beats Detox armağan edemeyeceksem de lanet olsun böyle dünya düzenine. Aman diyeyim yurt dışı alışveriş üst limitini 5 dolara falan indirin de, aman iç ekonomiyi canlandıralım. Rimuuv diiz bordırs ya, muuv forvırd arkadaş.

Mavi ojenin ne kadar iğrenç olduğundan haberiniz var mı? Bence artık var.

Mail gelince çılgınlar gibi seviniyorum. Bazen Gelen Kutusu (13) falan görüyorum, keyiften öleyazıyorum. Ama sonra bir bakıyorum, bir tane gerçek kişiden gelmemiş. Varsa yoksa haftalık bülten, ilan, promosyon. İnşallah diyorum o zaman, inşallah önemli telefon beklerken memleketten dayınız falan arar, inşallah açmak ve saatlerce konuşmak zorunda kalırsınız.

Kütüphane sezonunu da açtık. Bir sonraki yazıda, kütüphanede bir kızı nasıl bıçakladığımı anlatacağım. Bıçak dediysem de, 0.5 Rotring. Alt kattan ban yedim, iki hafta giriş kattayım. Ahıra çevirmişiniz yine çalışma odalarını be!

klibi biraz acımasız, kusura bakmayın da.

ein zwei drei

Before:

“Kraliyet ailesi mübarek be.”

After:

“Son el batmasaydım, ben birinciydim.”

Before:

“Bana fark etmez, her yer olur bana.”

After:

“Orası çok uzak ya, Tunalı olsun.”

Before:

“(Beşyüzelli tane formül) Bunlar da bazı yöntemler.”

After:

“Ama bunları kullanmıyoruz.”


Hepinize çok hayırlı günler diliyorum.

Onun dışında da, 21. Yüzyılda hala top kaybı yaşayan Paul Pierce gibi bir gerçek var. Hala. Yarıya kadar 4 sayıyla oynayan utanmaz arlanmaz Allen var. Üç kişi tek kişiyi tutarken Gasol'ü boş bırakan bir Garnett var. Bir de tabii Metta Worldpeace gibi bir realite var ki, oyun boyunca soyadını UNESCO'nun bağışladığını düşünüp durduğumuz adam Ron Artest'ten başkası değil. Son dakikanın azizliğine uğramayı ödev edinmiş de bir Rivers var ama ona çok yüklenemem. Balım.

Not: Adam son senesinde, hala imza kağıdının önden mi arkadan mı geldiğini bilmiyor. Dördüncü sınıfta imza kağıdını ne tarafa uzatacağının tedirginliği var üstünde. Çıkarın şu at gözlüklerini, ilerleyin artık ya.

only way to go

Bazen öyle içim sıkılıyor ki

Düşünmemem gereken şeyleri düşünüyorum.

O yüzden daha çok içim sıkılıyor.

Otuz bin saniye bu zinciri kırmak için uğraşıyorum.

Olmuyor.

Otuz bin birincide vazgeçiyorum.

Öyle sıkıyor ki

Saniyeleri hissediyorum,

Zaman geçmiyor.

İnsan beynini çıkarıp bir kenara koyamıyor.

Saatini çıkarıp attığı gibi.


edit: ama er geç geçiyor.

şenlikli

What my parents think i do, what my friends think i do, what i really do temalı bir sonraki paylaşımınız inşallah hiç beğeni almaz da hırsınızdan çatlarsınız ekran başında. Bence tadında bırakmanız hayırlı olurdu.

mükemmel değil de nedir?

Bir de her kar yağdığında eşek kadar “tatil oldu yazıp bağlantılar paylaşıyorsunuz ya, Kandırdım.swf hani, Keman Doğulu falan. Keşke yapmasanız onu, çünkü bir kez güldük, hadi zorlasan ikinciye de ayıp olmasın diye gülümseriz, ama yeter. YETER!

Dün yine Ptt’deyim (mütemadiyen oradayım), deli sıra var yine, herkes çiftli gelmiş, herkesin yanında sevgilisi, kankası, ya da fakülteden tanıdığı çok samimi olunmamış arkadaşı var. Ptt sırası olması gerekenin iki katı kalabalık. Göz yanılması ve ardından psikolojik yıldırma çabaları. “Ooo bu sıra erimez” dedirten cinsten. Ama erir. Eriiiir, canını sıktığın şeye bak. Boşver şimdilik ukalayım tamam o zaman kafamıza göre takılalım. Neyse. Önümdeki çift iki buçuk dakikada bir öpüşüyor, İKİ DAKKA SAKİN OLUN YA! AYRIL! Neyse tamam dur. Ne diyecektim ben ya. (Burada bir dakikalık atalet süresi var) (Hatırladım) Arkamda iki adam var, koca koca adamlar, konuşuyorlar. Biri ötekine diyor ki, sen diyor biliyor musun diyor bu yeni TL sembolünün asıl amacı neydi? Öteki deli meraklı, kalp atışları hızlanıyor, diyor ki neydi? Ve yanıt şaşırtmıyor: Bu diyor sembolle yeni para basacaklar ya, amaç diyor Atatürk’ü paraların üzerinden kaldırmak. Ya hadi bi s… Güzel ülkemin güzel insanı, komplo teorileriyle yoğrulmuş bilincini yediğiminin ya. Ama daha beteri ötekinin verdiği cevap: Bari şu paralar biraz eskiseydi, şimdi yenisini basacaklar, bunlar kalkacak; boşa masraf. Ah be abim. Ah güzel abim benim. Geç önüme geç, bekleme çok, oksijen azalıyo burada, geç.

Yeni para sembolü içinden Tayyip, Fetullah ve gamalı haç çıkaranlar oldu. İlk üç bu, sen de farklı fikirlerim var diyorsan, yaratıcılığına güveniyorsan, üç tahminini yaz bir kağıda, ver rüzgara gitsin. İşiniz gücünüz yok mu olum sizin?

ANLADIK HASAN MEZARCI'NIN DA FIKRASI KOMİK DEĞİL!

Bunlar hep unutuldu tabi.

Tuzu kuru insan da ne iğrençmiş yalnız. Ne vurdumduymazmış, ne pislikmiş. Onun işi hallolduysa, başkasının işinin hallolması için kılını kıpırdatmayan; bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı, ben ne uğraşıcam ya bananeci, rica etsen duymamış gibi yapan, irezil. Pis. Defol git lan buradan!

Hal böyle olunca kimseden bir iyilik isteyemez oluyorsun; bir miligramlık bir ricada bile bulunsan, o kadar küçük yani, “taş atıp da kolun mu yorulacak” ricası, karşı taraf o kadar çekilmez bir bakış atıyor ki sana, oflayıp pufluyor, istemeye istemeye kabul ediyor böyle, gözleri deviriyor falan. Hay Allah belasını versin, sanki evini arabasını satıp borç vermesini istedik ya. İnsanlar kendilerine çıkar sağlamayacakları bir taşın altına ellerini sokmuyorlar artık. Eğer kendilerine bir getirisi olmayacaksa, yahut getirisini elde etmişlerse çoktan, hiçbir şeye yanaşmıyorlar. Ama yine de, kendileri çok seviyorlar rica etmeyi. İyilik bekliyorlar sürekli. Hayır, ben misilleme yapacak da değilim, yapabileceğim bir şeyse amenna. Ama sonuçları istedikleri gibi olmadıysa, çabalarına saygısızlık etmekte bir engel de görmüyorlar. Siz de bir önceki arkadaşı takip edin, kapı koridorun sonunda.

Daha da bir şey istemeye çekinir olduk. End of the story.

Ha bu adam eğer ki Yeni Türkü’nün Derya’sı gibi bir adamsa; işler değişir. Çünkü öyle bir adama kızamazsın. Allah aşkına sen bu adama kızabilir misin, tipe bak ya. Acaba hayatında hiç kavga etmiş midir, hemen alttan alır çünkü, öyle de babacan.

!f film festivali hakkında da yazı yazacaktım; fakat üzerinden zaman geçince yine soğudum, canım istemedi. Sizin de çok umrunuzdaydı di mi. Şöyle söyleyeyim: Akıntıya Karşı’yı mutlaka izleyin. Gandu’yu nefret ettiğiniz birine izletin, ya da porno izlemek isterseniz bir bakabilirsiniz. Four Horsemen ise iktisadi bağlamda izlenmesi gereken bir film, başka bağlamda izlemek isteyen varsa gitmesin, Zaytgars Vikilik gazıyla gitmeyin mesela.

O zaman ben derse gitmeyeyim ya. Çay demledim, iç bi bardak. İç ya.