operation mindcrime

  • Beni bazen sinirlendiriyorlar. Sinirlendiriyorlar ve bir insanın sinirlendiğinde verebileceği en doğal tepkileri yadırgıyorlar. Kendilerinde sinire dokunabilecek cümleleri kurma hakkını görüyorlar; ama iş, pek kıymetli cümlelerinin ardında durmaya gelince, ne yapacaklarını bilemeyip, gördükleri tepkiye, bir insanın, hadsiz bir insanın takınabileceği en yakışıksız tavrı takınıveriyorlar. En düzenbazca, en kendini bilmezce. Bunun nasıl bir ortamda nasıl bir durumda oluştuğu pek de ehemmiyet taşımıyor. Aslolan, kimin suçlu olup olmadığı da değil. Çünkü bu suç değil. Bu, bir monarşide en büyük suç "sonuçlarını bilmeksizin davranmak" olsaydı, darağacına giden yolda olmak olurdu. Ama içinde bulunduğumuz koşullar, bunun haklı çıkarılabilecek yollarının olduğunu gösteriyor. Paradigma değiştirmek bu bağlamda koşulları değiştirmeyecektir. Çünkü bu bir varsayım da değil. Bu rezil bir gerçek. Arkasına sığınacak güçsüz insanlar varoldukça da varolacak rezaletten bozma bir gerçek.

  • Sen bana bakıp, gördüğünü yediremeyip anlatmayacak, yediremeyeceğimi gördüğünü söyleyeceksin, ben de kabul edeceğim. Kabul edeceğim ve senin o basit hırslarınla donattığın küçük dünyanda senin etrafında sema edeceğiz.
  • Sen belki de en çirkin hakaretleri, bana yakın birisi olarak dostane tavırlarla dile getirirmiş gibi dillendireceksin, gözlerin tam aksini yansıtırken. Ben de diyeceğim ki amenna. Şartlandırma Merkezi'nde susmaya şartlandırıldığımdan itirazı bırak bir kelime bile etmeyeceğim. Çünkü sen Alfa'sın.
  • Sinirlenip reaksiyon gösterdiğimde de bir durup, söylediklerini bir çırpıda toparlayıp ne kadar adil olduğunu düşünmekle zaman kaybetmeyeceksin. Çünkü senin sinirlendirmeye hakkın varken benim buna ,agresif yahut değil, bir tepki vermem pek mümkün gözükmüyor. Çünkü senin o güçlü pozlarınla, bir iki şişirilmiş portrenle dolu duvarlarının arasında duo kavramının yeri yok. Adaletten bahsetmişken, senin o bodur duvarlarının arasında sadece yargı mekanizması tıkırında işliyor. Çünkü senin dünyanda adalet yok. Çünkü senin dünyanda herkes mahkum aslında, aksayacak, uzayacak tek bir dava bile yok; çünkü yargıcı da gardiyanı da egolarıyla karara varan, sabit görüşlü bir sen.
  • Bugün verdiğim cevaplar ve tepkimin yerindeliği hakkında sorgulama yetkisi ise egolarında değil ne yazık ki. Gerizekalı ergen tavırları, gölgesine sığındığın "alınganlık" zavallılığı, çocuk kavgalarında sarfedilen mantıksız sözcükler. Bunlar yeterince usandığım şeyler, bunlar her karşılaştığımda midemi bulandıran osuruktan teyyare zırvalar. Söyleyeceklerim bittiğine göre umursamazlığıma hoş geldin.

kar küresini kırmak

Kar küresi içinde hissettiğimiz günler geride kaldı. O günlerden geriye de yol kenarlarında buzlanmaya yüz tutmuş kar yığınlarıyla iki üç güzel kar şarkısı.

that secret that you know
that you don't know how to tell

it fucks with your honor
and it teases your head
but you know that its good girl
cause its running you with red.


Her gün evden çıkmak üzere eğilip ayakkabılarımın bağcıklarını bağlarken, her seferinde, suratıma eşşoğlusu air wick püskürüyor. Her sabah bir oda kokusuyla kavga ediyorum. Her sabah onu tekmeyle yere düşürüyorum, her sabah evden sinirli çıkıyorum. Onu kaldırıp başka yere koysam da, dolaba doğru çevirsem de, her sabah gözümü kör etmek için nişan almış, aldırılmış oluyor. Böyle intikamcı oda kokusunun allah belasını versin.

Tahammülsüzlerin, üşengeçlerin asbaşkanı : Greatest Hits düşkünü popülist dinleyici.

Gülme efekti kullanan radyocuya gelince. Hayır komik de değilsin, ne bok yemeye her cümlenin ardına bir kahkaha efekti giriyorsun. Pis ya, 2 dakika tahammül edemiyor insan.

Paramız çıkışmadığında tanıdık esnaf bizi yüz üstü bırakmaz, hatta onlar hatırlamasalar bile kendimizi hatırlatmaya çalıştığımızda "önemli değil, sonra verirsin" kibarlığını gösterirler. Ama allahın belası kartlı otobüs gecenin bir köründe- ve de beytepe eksi yüz yirmi dereceyken- bir türlü gelemeyince, gelip geçen dolmuşlara, halk otobüslerine bakıp yutkunuşlarımı bir ben bilirim. Ulan bir tanesini durdurup da "ben sizin sürekli müşterinizim, müdaviminizim." desem ne tepki verirlerdi acaba. Devamlı otobüs müşterisi, evet.

"Adam soyut değil soyuk çalışmış abicim." -Entelektüel sanat muhabbetlerinde zirve.

that secret that we know
that we don't know how to tell
i'm in love with your honor
i'm in love with your cheek
what's that noise up the stairs baby
is that christmas morning


"i'm in love with your cheek" bu kadar safça ifade edilemezdi sanırım duygular ve havalar çok soğuk. İçilen kahveler daha güzel artık. Camın kenarında karın yağışını izlemek, bardaktan çıkan buharın camı buğulandırması. Camı açıp içeriye bir avuç kar havası almak. Fonda çalan melodilerin kar tanelerini dansa davetleri. Her kar tanesinin hazin sonu, elimi uzatıp kar tanelerini avucuma biriktirmeyi istediğimde, avuç ısımda eriyip yitmeleri. Demek ki sadece izlemekle yetinmeli. Yarım bardak çaylı hatıra yetmeli. Haydi biraz daha yağsın. Biraz gitar çalalım. Dilimiz yansın her seferinde, ilk yudumu aldığımız sıcak kahveden.


Gerçeklerle oynarken şu sıralar, Ütopya'dan alıntı yapmamak elde değil. "Kelimelerle oynamak meseleyi değiştirmez." -Raphael.



and i know it well..

... Derken bir alevli nokta daha aydınlattı karanlığı. Yanıp sönüyor, yavaşça yaklaşıyordu. Birşeyler söylüyordu, sesi çıkmasa da dudaklarındaki o belirsiz, o ne diyeceğini bilemeyen şekil, içinde hararetli bir tartışmaya giriştiğini belli eder gibiydi. Soğuktan irkildi, elini cebine soktu; bana doğru geliyordu. Tanıyor gibiydi beni, rahat bir hareketle yanıma oturdu. Ayaklarını sallandırdı benim gibi. Akşam üstü herkes evine gidince oyun parkında yalnız kalan, boşalan salıncaklara oturup ayaklarını sıkıntıyla sallandıran iki çocuk gibiydik. Mahzun. Aynı zamanda da bu saatte ikimiz de merak ediyorduk, neden eve gitmediğimizi. Anneleri babaları çağırıyordu, alıp götürüyordu çocukların. Bizi kimse alıp götürmüyordu. Beni kimse evden çağırmıyordu. Bizim evde sofra adabı yoktu. "Baban geldi, yemeğe oturuyoruz." larımız yoktu. Bizim evde fotoğraf çerçeveleri kalabalık fotoğraflarla dolmuyordu. Biz, akşam 9'dan sonra televizyon yasağı konulanlardan olmadık hiçbir zaman. Isınıyorduk belki ama sıcaklığın mutlu edeceği seviyeye çıkamadık öyle çoğu zaman. "Sen neden gitmiyorsun?" diyemezdik ikimizde. Oyun parkında birini bulduysan bu saatte, sadece gitmemesi için derinden dileklerde bulunursun. Öylece oturduk bir müddet. Ayaklarımızı salladık durduk.


"Kimseye iyi gelmez." dedi usulca. "Sen henüz düşmek nedir, tecrübe etmemişsin, belli." Kaşlarım çatıldı. Dumanları dans ettiriyorduk gökyüzüne gönderirken. Söylemek istediği çok şey var gibi, derince iç geçirdi. "Bilmiyorsun. Bilmek de istemezsin." dedi bir hışımla. O karanlıkta, bu çıkışa bu kadar ihtiyacım olduğunu, o ana dek bilmiyordum. Şaşkınlıkla suratına baktım. Gördüm. Öyle güzel, öyle net gördüm ki, bilincimi doyurana dek bakmaya devam ettim. O da halinden memnun gözüküyordu. Memnun olmasa çekip gidebilirdi de kanımca; ama o konuşmayı, anlatmayı, susmamayı tercih etti. Ayaklarımızı salladık durduk.

Hava serinlemeye devam etti, biz de birbirimize sokulduk. Cümleler ve virgüller ve dumanlar ve noktalar. Omuzlarımızın arasından rüzgarı kovaladık. Üç noktalar, beş noktalar. Geçmişi filme alsalar, çarpıcı sahneler oluşturabilecek yüzlerce dakika, kenara köşeye not aldırabilitesi kuvvetle muhtemel binlerce harf, onlarca kelime, üç beş cümle, bir de isim. Tanıdık, ama ödünç melodilerin yüklendikleri anlamlarla birden bizden oluverişleri. Rüzgarın esişi, saçlarımızı estirişi ve alışıldık esintinin alışılmışın dışında etkileri. Gün bitimi, gün gidimi.


Ayaklarımı sallamaya devam ettim. O kalktı, ani hareketlerle iki adım ileri üç adım beri gidip geliyordu. Bir yelle yanıma geliyor bir diğeriyle uzaklaşıyordu. Sonra ben birşeyler söylemek için ağzımı açmışken, rüzgar duruyordu. Ya da rüzgar durduğunda ben konuşacak olmuştum. Rüzgar durduğunda o ötede kalmıştı. Ya da ben konuşurkenötedeydi, duymamıştı. Ve ya söylediklerimi rüzgar alıp götürmüştü tamamen, ona bir şey bırakmamıştı. Kaydıraktan son bir kez kayıp eve gitmeye koyulacak bir çocuk gibiydi son baktığımda. Değil gibiydi de aynı vakit. Eve gitmiyordu, ama nereye gittiğini de söylemiyordu; kendisi de bilmiyordu hangi cehenneme varacağını. Sadece gözlerinden okuduklarımla silmeye çalıştım aklımdaki çengellileri. Çalıştım. Ve rüzgar esmeye tekrar başladığında kulağıma söylenenler çalındı;


Lütfen beni bağışlayın. Hep aç kalışımı takdir etmenizi istedim. Ama takdir etmemeniz gerekiyor. Çünkü aç kalmak zorundayım, başka türlü yaşayamam. Çünkü sevdiğim yiyeceği bulamıyorum.


Bir açlık sanatçısının son sözleriydi bunlar. Ne kadar tanıdık, ne kadar acı verici. Kırık bakışlarında aç kalmaya devam edeceğine dair sağlam ve kesinlikle gururlu bir inancın varlığı.


O kafesin içinde bir şey yiyip yemediğini kontrol eden muhafızlardan, onu daha büyük kafeslere aldırmaya uğraşan menajerlerden; kafesin önüne gelip beş dakikalık bir ilgi gösterisinden sonra başka kafeslere fıstık atmaya uğraşan seyircilerden ölesiye nefret ettim o an.


Daha derinlemesine düşünüldüğünde meselenin zaman içinde geçirdiği değişim, özlü bir değişim değil, sadece benim bakış açımın gelişmesidir... diğer taraftan süregelen sarsıntılar bana belli bir sinirlilik hali yüklüyor.


Açlık sanatçısı samanların altında kıvrılıyor.

Ayaklarımı sallayıp duruyorum.